"Statüko Yıkılacak,
Kemalizmden Kurtulunacak"
Oligarşinin "ilerici, reformist, Atatürkçü" sloganlarla gerçekleştirdiği 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesinde "düzenin değişeceği" umudu içindeki küçük-burjuvazi, Nisan sonlarında ilan edilen sıkıyönetimle birlikte başlatılan "balyoz harekâtı"yla tam bir şaşkınlık içine düşmüştür. Bu gelişme karşısında, özellikle küçük-burjuvazinin "sol" kanadı, büyük bir moral bozukluğu içinde o güne kadar savunduğu tüm ideolojik ve politik düşüncelerini hızla terk etmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Doğan Avcıoğlu'ndan İlhan Selçuk'a kadar tüm küçük-burjuva aydınları, asker-sivil aydın zümrenin sol kanadı olarak yer aldıkları politik arenadan çekilmişlerdir.
Kendilerini "ilerici", "devrimci", "kemalist", "sosyalist" vb. sıfatlarla tanımlayan bu asker-sivil aydın zümre (küçük-burjuvazinin sol kanadı) politik arenadan çekilirken, arkalarında bir dizi korku ve şüphe ile ideolojik-politik perspektiflerin terk edilmesinin getirdiği bir kaosu bırakmıştır.
1974 yılından itibaren gelişmeye başlayan devrimci mücadele, bu küçük-burjuva ideolojik-politik perspektifsizlik ve kaos ortamından etkilenmeye başlamış ve 1971-72 döneminde sürdürülen silahlı devrimci mücadeleye yönelik sözde eleştirilerin yoğunlaştığı bir sürece girmiştir.
THKP-C'nin yürüttüğü mücadelenin yaratmış olduğu büyük etki karşısında bu eleştiriler asıl olarak THKP-C'nin ideolojik-politik-askeri çizgisine yönelmiştir. Onlar, bir yandan silahlı propagandanın "yanlışlığını" ispatlamaya çalışırken, diğer yandan THKP-C'nin ülke ve emperyalizm tahlillerinin geçersiz olduğu düşüncesini yaymaya çalışmışlardır.
Bu süreçte, DY ve daha sonraki yıllarda KSD olarak bilinen kesim, THKP-C'nin ideolojik-politik ve askeri çizgisine yönelik saldırıların ve tahrifatların başını çekmişlerdir. Ve bu dönemde Kürt sorunu yeniden keşfedilmiş ve bu sorunun ayrılmaz bir parçası olarak "Kemalizm" başlı başına bir ideolojik-politik ayrım konusu haline getirilmiştir.
Eski THKP-C'lilerin bir bölümünün oluşturduğu KSD oportünistleri, THKP-C çizgisini tümüyle reddederlerken, kendilerini tanımlayacak ideolojik-politik çizgiyi Kürt sorunu ve Kemalizm konularındaki "farklılık"la belirlemeye çalışmışlardır. Tümüyle Kürtlerin "ayrı örgütlenme"sine dayanan bu "farklılık", bir "Kürt seksiyonu" (Tekoşin) oluşturarak pratik karşılığını bulmuştur.
Devrimci mücadelenin ulusal temelde ayrı örgütlenmeye dayandırılması tezleri, birbiri ardına kurulan Kürt yan örgütlenmeleriyle yaygınlık kazanmıştır. Bu gelişmeyle, "ezen ulus milliyetçiliği"nin ülkemizdeki somut karşılığı olarak ilan edilen Kemalizm, giderek milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılıkla özdeşleştirilmiştir.
Öncü Savaşını ve silahlı propagandayı, dolayısıyla silahlı devrimci mücadeleyi reddeden KSD oportünistlerinin kendilerinin farklılıklarını göstermek amacıyla geliştirdikleri "Kemalizm" söylemi, oligarşinin "atatürkçü" 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte kitlesel tutuklamaların, işkencelerin ve terörün karşılığı haline gelmiştir.
12 Mart'ın yaratmış olduğu kaosun üstüne gelen 12 Eylül askeri darbesi, küçük-burjuva aydınlarını daha derin bir kaosa itmiştir. Avrupa'da 1980'lerde başlayan "marksizmin bunalımı" tartışmalarının rüzgarları 12 Eylül askeri darbesinin yoğun terörü ile birleşirken, Gorbaçov'un "glastnost" ve "perestroyka" sloganları küçük-burjuvazinin sol kanadına yeni bir "çıkış" yolu gibi görünmeye başlamıştır.
Ancak 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ile birlikte tüm "umut"larını bir kez daha yitiren küçük-burjuva sol aydınları, 1991-93 yıllarında PKK hareketine yönelik oligarşinin alabildiğine yoğunlaşan terörü karşısında, bir kez daha kendi kişisel yaşamlarından kaygılanmaya başlamışlardır.
Bu ortamda, "gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi ('kültürel') sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan"[1*] küçük-burjuva aydınları, "ver-kurtul" söylemini geliştirmeye başlamışlardır. Aralık 1993'de yapılan "Demokratik Kurultay"da Nail Satılgan'ın Kürt sorununun "mantıklı" ve "olabilir" tek çözümünün "gayri mülki ulusal kültürel özerklik" olduğuna ilişkin "önerisi", "ver-kurtul"culuğun başlangıcı olmuştur.
Sol adına geliştirilen "ver-kurtul"cu "gayri mülki ulusal kültürel özerklik" (toprak dışı ulusal kültürel özerklik) karşısında faşist MHP tarafından "vur-kurtul"culuk geliştirilmiştir.
Böylece 1993 sonlarına gelindiğinde, "vur-kurtul"la kendisini ifade eden Türk milliyetçiliğinin karşısında, PKK hareketinin giderek Kürt milliyetçiliğini öne çıkarması Kürt ulusal sorununun geleceğini tümüyle askeri bir "zafer"e bağlı hale getirmiştir.
Bu gelişme karşısında kendilerini "solcu" olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınları tümüyle içlerine kapanmışlar ve ortalıkta görünmemeye özen göstermişlerdir.
24 Aralık 1995 seçimlerinde Erbakan'ın RP'sinin birinci parti olarak çıkması "şeriat tehlikesi"nin yeniden gündeme gelmesini getirmiştir.
Kendisini tümüyle "vur-kurtul" sloganıyla Kürt ulusal hareketinin askeri olarak yok edilmesine angaje etmiş olan faşist MHP karşısında küçük-burjuva aydınlarının korkak "ver-kurtul"culuğunun tüm politik ilişkiler alanını kapsadığı bir ortamda "şeriat tehlikesi" sessiz sedasız gündemin ilk sıralarına yükselmeye başlamıştır.
1980 sonrasında "sol" küçük-burjuva aydınları ile "islamcı kesimler" arasında başlatılan "yakınlaşma" ve giderek geliştirilen ortak söylemler ve ittifaklar, RP'nin birinci parti olmasıyla birlikte "sol"u, daha tam ifadeyle, "sol"u temsil ettiği varsayılan küçük-burjuva aydınlarını politik olarak tümüyle etkisizleştirmiştir.[2*]
Bu durumda, "şeriat tehlikesi"ne karşı "duyarlılık", tümüyle küçük-burjuvazinin sağ kanadının misyonu haline gelmiştir. Popülist söylemde "beyaz Türkler" olarak tanımlanan bu küçük-burjuvazinin sağ kanadı, özellikle yahudi azınlıkla geliştirdikleri iş ilişkilerinin desteğiyle "anti-şeriatçı" hareketin başına geçmişlerdir.
"28 Şubat süreci"ne gelindiğinde, ülkenin gündeminin birinci maddesi "şeriat tehlikesi" olurken, "ulusal sorun" yavaş yavaş gündemin alt sıralarına inmeye başlamıştır.
1997 yılında, bay %5 Ertuğrul Özkök'ün yönetiminde Doğan Holding medyası ve "tanklarla balans ayarı yapan" Genelkurmay ülkemizdeki politik ilişkilerin karar mercii haline gelmiştir. Bu kesimlerin şeriatçılığa karşı savaş sloganları "laik cumhuriyet" ve bayrakları Mustafa Kemal olmuştur.
Bu politik ilişkiler içinde gerçekleştirilen 28 Şubat "post-modern darbe" ile birlikte "Mustafa Kemal" ve "atatürkçülük" bir kez daha politik söylemlerin ve sloganların temeli haline gelmiştir.
1999 Mart seçimlerine gelindiğinde, "ulusal sol" söylemiyle ortaya çıkan B. Ecevit'in DSP'si ile "Türk milliyetçiliğinin" değişmez faşist partisi MHP, seçimlerden "en büyük parti" olarak çıkmışlardır. Seçimlerden sonra kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti "medya"-Genelkurmay ittifakının ortak hükümeti olmuştur.
A. Öcalan'ın 1999 Şubat'ında Kenya'da yakalanarak ülkeye getirilmesiyle başlayan PKK hareketindeki çözülme, "ulusal sorun" la ilgili tüm politik güçleri ve söylemleri etkisizleştirirken, "şeriat tehlikesi"nin 1999 seçimleriyle bertaraf edildiği kanısı, küçük-burjuvaların tüm dikkatini politikadan ekonomiye yöneltmiştir.
1990-1999 yılları arasında yaşanan siyasal çatışmalar ortamında kent küçük-burjuvazisinin "ertelenmiş talepleri" ekonomiye olan yönelimin belirleyicisi olmuştur.[3*]
Artık küçük-burjuvazi "en hızlı kredi kartı çeken" kişiler olarak ithal mallarının en büyük tüketicisi ve borsanın en büyük izleyicisi haline gelmiştir. Herşey kredi kartı-borsa-ithal malı tüketimi üçgeni içinde ele alınmaya başlanmıştır. "Beyaz Türkler", yani küçük-burjuvazinin sağ kanadı, "medya"daki gücüyle bu yeni sürecin hegemonik gücü olarak ideolojik ve politik ilişkilerin belirleyicisi olmuştur.
1999 sonunda IMF ile yapılan stand-by anlaşması ve ardından IMF'nin 2000 yılında uygulamaya sokulan "döviz çıpası" programıyla, küçük-burjuvazi bir bütün olarak, her türden eski politik ve ideolojik düşünceleri ve tutumları bir yana bırakarak "tüketim ekonomisi"nin savunucusu haline gelmiştir. Bu andan itibaren küçük-burjuvazinin politik tutumunu belirleyen, onun tüketim isteği ve gücüdür. "Beyaz Türkler"in "medya"daki "teorisyen ve ajitatörleri"ne bakıldığında bireysel tüketimle belirlenen politik tutum daha açık görülecektir.
Küçük-burjuvaziye egemen olan bu "tüketici politika" kavrayışının belirli bir çizgisi ve terminolojisi mevcut değildir. Herşey, küçük-burjuvanın içinde bulunduğu andaki tüketim isteğine göre belirlenmektedir. Bu tüketim isteği, "pozitif ayrımcılık" açısından reklamlarda ifadesini bulurken, "negatif ayrımcılık" açısından, yani tüketim isteğini engelleyen durumlarda, politik tutum değişikliğinde somutlaşmaktadır. Bu politik tutum değişikliğinin sloganları, kimi zaman "globalizm" gibi bireysel tüketimi artıracağı varsayılan sloganlar olabileceği gibi, kimi zaman "sivil toplum", "statüko" gibi her isteyenin istediği gibi anlam yükleyebileceği amorf sözcükler olabilmektedir. Ama her durumda bu sloganlar, onların bir savaş aracı olarak hizmet etmektedir.
İthal malların tüketimine bağımlı hale gelmiş olan küçük-burjuvazi için artık, (popüler söylemle ifade edersek) "vatan, millet" gibi kavramların hiçbir değeri bulunmamaktadır. Böylece tekelci kapitalizmin (emperyalizmin) "serbest rekabet, milliyetçilik ve demokratik yönetim ilkelerini bir yana iterek, yerlerine tekel, kozmopolitizm ve oligarşik diktayı ikame etmelerinin"[4*] küçük-burjuvazideki sonuçları görünür olmuştur. Onların tüm demokrasi anlayışı, kendilerinin tüketim isteğinin yerine getirilmesinden ibarettir.
Küçük-burjuvazinin bir bütün olarak "tüketim ekonomisi"ne entegre olması ve tüketim isteğiyle belirlenen politik tutumu, kendi içlerinde hiçbir çelişkinin ve çatışmanın mevcut olmadığı ve homojen bir bütün oluşturdukları anlamına gelmemektedir. Küçük-burjuva kesimlerinin tüketim istekleri (ki bu tüketim alışkanlıklarını da içermektedir) ve tüketim güçleri arasındaki eşitsizlikler ile bunların konjonktürel olarak değişimi, kaçınılmaz olarak kendi aralarında farklılaşmalara ve çatışmalara neden olmaktadır. Bu çatışma ve farklılaşmalar da, yeni ve kendi dışlarında müttefik arayışları ortaya çıkardığı gibi, değişik politik söylemler ve sloganlara sahip olmalarına da neden olmaktadır. Bugün "kemalizm" ve "statüko" üzerine yürütülen polemiklerin ve demagojilerin güncel kaynağı bu yeni müttefik arayışları ve buna bağlı geliştirilen politik tutumlardır.
Burada küçük-burjuvazinin alt bölümlerinin ve onların olası müttefiklerinin kimler olduğunun bilinmesi, sürecin kavranmasında önemli bir yere sahip olmanın ötesinde, ülkemizdeki siyasal olayların kavranılmasında da özel bir yere sahiptir.
Genel olarak küçük-burjuvazi kavramı, eğitim görmüş ve belirli bir iş kolunda çalışan tüm kentlileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Tanım böylesine geniş olunca, kaçınılmaz olarak küçük-burjuvazi, gecekondularda oturan eğitim görmemiş, kırsal özelliklerini sürdüren kesim ile işçi olarak tanımlananlar dışında kalan tüm kentli nüfusla eşdeğer hale gelmektedir. Bu bağlamda, serbest meslek sahipleri, devlet memurları, öğretmenler, öğrenciler, işverenler ve bunların yanında ücretli çalışanlar (büro personeli dahil) küçük-burjuvaziyi oluşturmaktadır. Böylece küçük-burjuvazi, "emekçi" kategorisinden "işveren" kategorisine kadar değişik sınıfların bir bileşeni, "mozaik"i olarak gösterilmektedir. Bu durumda, küçük-burjuvazi, bir toplumsal sınıf olmaktan çok, değişik sınıfların bir bileşeni olan geniş bir toplumsal tabaka olarak kabul edilmektedir.
Küçük-burjuvazinin bu muğlak ve amorf (şekilsiz) tanımının en ilginç olgusu ise, bu tanım kapsamına alınan kesimlerin bunu benimsemiş olmaları, kendilerini küçük-burjuva olarak kabul etmeleridir.
Gerçekte ise, küçük-burjuvazi ile küçük-burjuva ideolojisi birbirine karıştırılmakta, küçük-burjuva ideolojisinin etkisi altında olan herkes küçük-burjuvaziye dahil edilmektedir.
En çok kabul gören kavrayış ise, tüketici olan herkesin küçük-burjuva olduğudur. Doğal olarak bu "tüketici kitlesi"nin ortak çıkarı tüketim alanında ortaya çıkmaktadır. Bu, kapitalist ekonomi açısından metaların üretim sürecini değil dolaşım sürecini ilgilendiren bir olgudur.
KÜÇÜK-BURJUVALARI İLGİLENDİRMEYEN
KISA BİR KURAMSAL BİLGİ
Burada kapitalist üretim ve dolaşım süreci üzerine birkaç bilgiyi anımsatmak gerekli olmaktadır.
Kapitalizmde sermayenin birikim süreci, aynı zamanda onun dolaşım sürecidir. Bu sürecin ilk evresi, para sahibi kapitalistin pazardan üretim için gerekli metaları (işçilerin emek-gücü başta olmak üzere tüm üretim araçlarını) satın aldığı evredir.
Kapitalist tarafından satın alınan üretim araçları üretim sürecinde tüketilir ve içine işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğinin değeri eklenerek yeni bir meta ortaya çıkar. Böylece sermayenin üretim süreci tamamlanmış olur. Bu süreçte üretilen yeni metalar (mallar), üretimlerinde tüketilen maliyetlerin yanında, üretim sürecinde ortaya çıkan artı-değerden oluşan bir değere sahiptir. Ancak meta (mal) olarak vardır, dolayısıyla kapitalistin üretim sürecine başlamadan önce elinde bulunan para (para-sermaye) şimdi artı-değeriyle birlikte sadece meta (mal) haline dönüşmüştür. Bu meta (mal) satılmadığı sürece meta-sermaye olarak varolmaya devam eder. Onun yeniden para-sermayeye (paraya) çevrilebilmesi için satılması gerekir. İşte bu meta-sermayenin para-sermayeye dönüştüğü, yani malların satılarak para elde edildiği sürece, sermayenin dolaşım süreci adı verilir.[5*]
Bu dolaşım sürecinin en temel özelliği, metalarda maddeleşmiş olan karşılığı ödenmemiş emeğin, yani artı-değerin gerçekleşme alanı olmasıdır. Bir başka deyişle, metalarda somutlaşan artı-değerin gerçekleşmesi için satılmaları gerekir ve dolaşım sürecinin ilk evresi bunu sağlar. Bu yönüyle sermayenin dolaşım süreci, aynı zamanda ticaret alanıdır. Dolayısıyla tüccar sermayesinin devreye girdiği yerdir.
İşte insanların tüketici olarak meta satıcılarının karşısında yer aldıkları pazar, bu dolaşım sürecinin en temel unsurudur ve ticari ilişkiler alanı olarak görülmesine karşın, asıl olarak artı-değerin gerçekleştirildiği, paraya dönüştürüldüğü alandır.
Sermaye açısından ticaret, metaların satıldığı ve içerdikleri karşılığı ödenmemiş emeğin paraya dönüştürüldüğü ilişkiler alanı iken, bu metaların alıcıları açısından belirli bir ihtiyacın karşılanması amacıyla malların satın alınmasından ibarettir.
Pazarda metaların satıcısı olarak yer alan tüccarın karşısında metaların alıcıları, hangi sınıftan ya da toplumsal tabakadan olurlarsa olsunlar, sadece alıcıdırlar, metaların tüketicisidirler. Bu yüzden işçiler, köylüler, küçük-burjuvalar ve tüm sermaye sahipleri pazarda sadece para sahibi kişi olarak yer alırlar. Dolayısıyla pazarda meta alıcısı olarak ortaya çıkan herkes, meta satıcısının karşısında para sahibi kişi davranışları sergiler. Elindeki parayla alabildiğince daha çok metayı daha ucuza almak, satıcı (tüccar, esnaf vb.) tarafından "kazıklanmamak" bu para sahibi kişilerin ortak amaçlarıdır.
İşte tüketici olan herkesi, yani pazarda meta alıcısı olan herkesi küçük-burjuva ilan eden kavrayış, bu para sahibi kişilerin ortak noktalarını öne çıkartır. Onların pazardaki konumlarına bakarak ayrı bir toplumsal kesim oluşturduklarını ilan eder. Sınıf mücadelesinin sona erdiğini, sınıf ayrımlarının önemini yitirdiğini, bunların yerini "geniş kesimleri birleştiren" çevrecilik, kadın sorunu, tüketici hakları gibi ortak sorunların oluşturduğu "çokluğun" yer aldığını ilan eden teoriler ve söylemler hep bu ayrımdan yola çıkmaktadırlar. Böylece insanların üretim sürecindeki konumlarına bakarak belirli toplumsal sınıflara ayrıştığını belirleyen marksizm-leninizmin karşısına, insanların pazardaki konumuna bakarak, yani sermayenin dolaşım sürecindeki yerlerine bakarak "çokluk" oluşturduğu düşüncesi çıkartılmıştır.
Burada küçük-burjuvalar için, kendilerinin bir sınıf ya da bir toplumsal "çokluk" olup olmadıkları hiç bir değere sahip değildir. İstenildiği kadar sınıfların varlığından, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğundan, gelişen tüm siyasal olayların bu sınıf mücadelesinin yansıması olduğundan söz edilirse edilsin, küçük-burjuvalar için bunların hiç bir değeri ve anlamı yoktur. Onun tek sorunu tüketimdir, dolayısıyla pazarda tüketici (metaların alıcısı) olarak ortaya çıktığında, elindeki parayla azami ölçüde meta satın almasını sağlayacak ilişkiler ve güçler önemlidir. Bu nedenle, onları ilgilendiren, ellerindeki mevcut paranın alım gücüdür. Onların dünya görüşünü ve politik tutumunu belirleyen de budur.
Bu nedenle küçük-burjuvalar, kişilerin eline geçen paranın, yani pazarda daha fazla meta almalarını sağlayacak para miktarının artırılması yönündeki isteğe ve mücadeleye (ücret artışı isteği ve sendikal mücadele) ilgisizdirler. Geçmiş dönemin mücadeleleri karşısında oligarşik yönetimin uyguladığı terörle sindirilmiş, korkutulmuş ve sadece "tüketim ekonomisi"nin bir parçası olmakla yetinmeye boyun eğdirilmiş küçük-burjuvalar için "ücret artışı" istemi, "yeni çağın", "globalleşen dünyanın" "gerçekleri"yle örtüşmez. "Ücret sendikacılığı" anlayışı "sonsuza kadar" terk edilmelidir! "Globalleşen dünyada" sendikaların görevi, "ücret artışı" gerçekleştirmek değil, "üretim artışı" gerçekleştirmek olmalıdır! Çünkü küçük-burjuvalar için, belirli bir zaman diliminde bir mal ne kadar çok üretilirse maliyeti o kadar düşük olacağından, o malın satış fiyatı da düşük olacağı için, onlar bu malları daha fazla tüketebileceklerdir.
Böylece işçi sınıfı, küçük-burjuvanın tüketimini artırmaya hizmet edecek olan, metaların maliyetlerini düşüren basit ve sıradan ekonomik bir araçtan (enstrüman) başka bir şey değildir.
Bu küçük-burjuvaların tek yaşam amaçları ellerine geçen parayla olabildiğince çok tüketmek olduğu için, bu amaca ulaşmaya hizmet edecek her araç "mübahtır". Amaç ellerine geçen parayla olabildiğince çok tüketmek olduğundan, metaların fiyatlarıyla ilgilidirler. Ellerine geçen parayla daha fazla tüketim malı almalarını sağlayacak her türlü ekonomik önlemin ve söylemin arkasına takılırlar. Bu özellikleriyle üretim süreciyle ilgili herşeye sırtlarını dönerler. Üretici kesimlerin durumu ve geleceği onları ilgilendirmez. IMF dayatmasıyla buğday, şeker vb. tarım ürünlerine yapılan sübvansiyonların kaldırılması olayında bu açıkça görülmüştür.
Anımsanabileceği gibi, iç ve dış borçların "çevrilemez" hale geldiği aşamada IMF'yle yapılan stand-by anlaşmasıyla tarım ürünlerinden sübvansiyonlar kaldırılmıştır. Sübvansiyonların devlete yıllık olarak milyarlarca dolara mal olduğu, dolayısıyla devletin iç ve dış borçlarının arttığı iddiasıyla başlatılan IMF uygulaması, ülke içi fiyatların dünya fiyatlarından çok yüksek olduğu, dolayısıyla köylülere "siyasi amaçlarla", yani onların oyunu alabilmek için "değer transferi" yapıldığı ve bunların "bizden" (yani küçük-burjuvalardan) alınan vergilerle karşılandığı söylemleri ile popülize edilmiştir.
Bugün bile, bu söylemin ve ideolojinin savunucusu ve propagandisti olan "televoleci ekonomistler"den Deniz Gökçe şöyle yazabilmektedir:
"Türkiye yakında önemli bir konuda karar vermek zorunda kalacak. Bilindiği gibi Türk siyasetinde geçmişte büyük bir yanlış içinde idi. Yanlış, oy peşinde koşarken, küçük bir çıkar grubunu korumak için (mesela ailelerle beraber toplamı bir iki milyonu geçmeyen ilgilisi olan bir tarım ürününü korumak uğruna) toplumun genelini, (yani 70 milyon tüketiciyi) bazı şeyleri pahalı tüketmek zorunda bırakmaktır. Bu akıllı bir yaklaşım değil. Çünkü bir ürün üreticisi kendi ürününde millete kazık atarken, tüm diğer ürün üreticileri de ona kazık atmakta. Sonuçta kazık yemeyen yok!"[6*] (abç)
"Televoleci ekonomist"in "ailelerle beraber toplamı bir iki milyonu geçmeyen ilgilisi olan" "küçük bir çıkar grubu" olarak tanımladığı köylülerin karşısına "70 milyon tüketici" çıkartılarak yapılan demagoji, "tüketim ekonomisi"ne entegre olmuş küçük-burjuvaların psikolojik ve ideolojik bakışını en iyi biçimde ortaya koymaktadır.
Kısacası "üretim hiçbir şeydir, tüketim herşeydir" şeklinde ifade edilebilecek küçük-burjuva bakış açısı, 2001 Şubat kriziyle birlikte egemen hale gelmiştir.
KEMALİZM, STATÜKO
VE HİZMETLER SEKTÖRÜ
Küçük-burjuvazinin metaların üretimiyle olan her türden ilgisini ve ilişkisini keserek, tüm çabasını ve varlığını tüketime yöneltmesinin maddi temeli ise hizmetler sektöründeki gelişmede yatmaktadır.
İstihdamın Sektörel Dağılımı (.000) |
|
Tarım |
Sanayi |
Hizmetler |
1980 |
7.583 |
1.911 |
4.317 |
1989 |
8.380 |
2.561 |
5.792 |
1999 |
10.096 |
3.329 |
8.557 |
2000 |
7.187[*] |
3.733 |
9.658 |
2001 |
7.217[*] |
3.734 |
9.416 |
2002 |
6.931[*] |
3.851 |
9.638 |
Bu tablodan açıkça görüleceği gibi, yirmi yılda hizmetler sektöründe çalışan nüfusta iki misli artış olmuştur. Yaklaşık on milyon kişinin istihdam edildiği hizmetler sektöründe çalışanların yaklaşık bir milyonu turizm sektöründe, 700 bini "finans" sektöründe çalışmaktadır. Ticaret alanında çalışan nüfus ise dört milyona yakındır.
Toplam on milyona yakın bir nüfus, ekonomik terimlerle ifade edersek, tümüyle dolaşım alanında işlev yapan sermayeye bağlı olan, hiçbir artı-değer üretmeyen, sadece üretilmiş artı-değerin gerçekleştirilmesine hizmet eden "çalışan nüfus"u oluşturmaktadır. Özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında ithalatın tümüyle serbest bırakılmasıyla birlikte gelişen tüketim malları ithalatı, hizmetler sektöründe çalışan nüfusta büyük bir artışa neden olmuştur. 1990 sonrasında turizm yatırımlarına yönelik teşvikler ve mali sektördeki liberalizasyon uygulamaları hizmetler sektöründe çalışan nüfusta ikinci büyük genişlemeyi sağlamıştır.
Böylece çalışan nüfusun yaklaşık yarısı tüketim malları ticaretinde istihdam edilmiştir. Bu çalışan nüfusun iş güvencesi ve geliri tümüyle tüketim mallarına olan taleple belirlendiğinden, pazardaki konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmektedirler. Bu çalışan nüfus içinde satıştan alınan yüzdeye bağlı gelir sahibi olanların sayısı gün geçtikçe artmıştır.
İşte çalışan nüfusun (DİE sözcükleriyle ifade edersek "iktisaden faal nüfus"un) yarısını oluşturan ve artan oranda satıştan alınan yüzdeye (prim) bağlı olarak çalışan kesimler, kendi işlerini ve gelirlerini sürekli kılacağını varsaydıkları söylemlerin ve politikaların izleyicisi durumundadırlar. Onların primlerinin artmasını önleyen herşey "statüko"dur, primlerini artıran herşey bir "devrim"dir. Laiklik ya da şeriatçılık onları sadece pazar ilişkilerini etkilediği ölçüde ilgilendirir. Örneğin "göbeği açıkta bırakan tişört" olayından, bu tişörtü üreten tekstilciden daha çok bu tişörtü satanlar etkilenmektedirler. Tıpkı selülit reklamının AKP'li bakanın talimatıyla kaldırılmasında olduğu gibi, "göbeği açıkta bırakan tişört" satıcıları birden "laik" kesilebilmektedirler.
Bu sektörde çalışanlar için Avrupa Birliği (AB), daha fazla tüketim malı ithalatı ve daha fazla Avrupa şirketlerinin iç pazara girmesi anlamına gelmektedir. Eğer kendilerini "kemalist" olarak adlandıranlar AB'ye karşı iseler, onlar "kemalizm"e karşıdırlar. Eğer "kemalizm", "çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek" olarak, iç pazarın artan oranda emperyalist ülke sermaye ve mallarına açılması anlamına geliyorsa, onlar en hızlı "kemalistler"dir.
Böylece, T. Özal'ın "genç ve yakışıklı" varisi Mesut Yılmaz "iş dünyasında gençleşmenin temsilcisi" olarak gösterildiği ölçüde bu kesimden oy alırken, kendilerine "iki anahtar" (ev ve otomobil anahtarı) vaat eden Demirel ve onun "güzel sarışın" varisi Tansu Çiller'e oy verebilmişlerdir. Aynı şekilde "Türki cumhuriyetler pazarı"nı açacağı varsayılan MHP bu kesimlerin yeni bir yönelimi olarak ortaya çıkarken, Erbakan'ın partisi "islam ortak pazarı"nı gerçekleştirerek yeni ticaret olanakları yaratacağı sanısıyla aynı kesimlerin seçim tercihi olabilmiştir.
Hizmetler sektöründe çalışanlar için "sol" ise, ithalata bağımlı ekonomiye karşı olduğu ölçüde "statükocu"dur; "serbest pazar ekonomisi"ne karşı olduğu ölçüde "gericidir"; yabancı sermayeye karşı olduğu ölçüde "çağdışı"dır, "çağın gerçeklerini anlamaktan aciz"dir. "Sol", iç ve dış ticaretin devlet denetimine alınmasını, merkezi planlamayı savunduğu oranda "devletçi"; tarımın ve yerli sanayinin dışa bağımlılığına karşı olduğu oranda "milliyetçi"; gelir dağılımındaki dengesizliği düzelteceği ölçüde "halkçı" (popülist anlamında); merkezi yönetimden yana olduğu ölçüde "cumhuriyetçi" ve ihtilâlci olduğu anlamda "devrimci" olduğu için "kemalist"tir ve onlar, bu "kemalizm"e karşıdırlar.
Onların politik kavramlarla hiçbir alıp veremedikleri yoktur. Onlar için, politik kavramların sunuluş biçimi önemlidir. Mal ve hizmet ticaretiyle (pazarlama) uğraştıkları için, mal ve hizmetin işlevinden çok nasıl sunulduklarına önem verdiklerinden, politik kavramların içeriğine değil, "ambalajı"na değer verirler. "Statüko"ya karşıdırlar ama statü peşinde koşarlar. Siyah laptop ya da Hummer vb. "dört çeker araba" onların statü simgeleridir.
Kendileri mal ve hizmet pazarlama işiyle uğraştıkları için, yani her an ve herkesi aldatmaya hazır olduklarından, kendilerinin de her an ve herkes tarafından aldatılacaklarını düşünürler. Bu yüzden kendilerinden başka kimseye güvenmezler. Mal ve hizmet satabilmek için her türlü yalanı söylemeye hazır olduklarından, söze hiçbir biçimde ve hiçbir zaman güvenmezler. Ancak her türlü yalanla her türlü mal ve hizmeti pazarlayabileceklerine inandıklarından, kendini beğenmiş tavırlar sergilerler. Dünyanın alım-satımdan ibaret olduğuna inandıkları için her şeyin bir fiyatı olduğunu düşünürler ve bu yüzden kendilerini pahalıya satmaya çalışırlar.
Yukardan aşağıya, emperyalizme bağımlı olarak gelişen çarpık kapitalist üretim ilişkileri içinde yaşadıkları için, ne kapitalist anlamda "ticari ahlak"a, ne de burjuva kültürüne sahiptirler. Onlar için, kredi ya da borç para, karşılığında hiçbir şey ödenmeden alınan bir şey olduğundan, kendilerini borçlu olarak görmezler. Ödeme zamanı geldiğinde ise, dünyanın en namuslu ve en dini bütün kişileri olarak "borcum borç" diyerek yemin billah ederler.
Hizmetler sektöründe çalıştıkları için, "hizmette kusur etmezler". Kendilerine para kazandıran herkes "müşteridir" ve "müşteriyi memnun etmek" yaşamlarında sahip oldukları tek ahlak ilkesidir. Mal ve hizmeti pazarlayabilmek için yapamayacakları şey, giremeyecekleri kılık, söyleyemeyecekleri söz yoktur. Bu yüzden, aristokratların hizmetçilerinin sahip olduğu onura bile sahip değillerdir. Aşağılanmak, "işin gereği" olarak kabul edildiği için, onur kırıcı olarak görülmez. Onlar için bahşiş, işi iyi yapmanın "primi"dir. Daha fazla "prim" alabilmek için önünde eğilmeyecekleri hiç kimse yoktur.
Onlar, "beyaz yakalı işçiler" olarak ülkemizdeki "beyaz Türkler"i oluştururlar. Hizmetler sektöründe çalışmayı hizmetçi (uşaklık anlamında) olmakla özdeş sandıklarından, hizmetine giremeyecekleri kişi, ülke ya da bayrak dünyada mevcut değildir. Bu nedenle kendilerini "kozmopolit kişi" olarak görürler.
... VE SOL
Her türlü uluslararası para-sermayenin (küçük-burjuva ekonomistlerinin tanımıyla "sıcak para") hiçbir denetime sahip olmaksızın faaliyet yürüttüğü, her türlü emperyalist ülke mallarının ithalatının serbest olduğu ve cari işlemler açığının turizm gelirleriyle kapatılmaya çalışıldığı bir ülkede on milyon istihdam kapasitesine sahip hizmetler sektörünün yarattığı ilişkiler karşısında sol ise, legal parti işletmecilerinden sendika profesyonellerine, sol "eşraf"tan "profesyonel yayıncılar"a kadar tümüyle bu sektör içinde yer almaktadır. Dolayısıyla tüm ideolojik ve politik kavrayışları bu sektörün oluşturduğu ilişkiler tarafından belirlenmiştir. Geçmiş dönemin devrimci mücadeleleri karşısında oligarşik yönetimin uyguladığı terörle "her türlü şiddet" ve "devlet" karşıtı haline gelmiş olan bu "sol", kaçınılmaz olarak geçmişlerinden gelen "pazarlanabilir" ideolojik ve politik söylemleri pazarlamak peşindedirler. Doğal olarak bu pazarlama işinde hizmetler sektöründe egemen olan "teknikleri" kullanmaktadırlar. Kapitalist pazardaki arz-talep ilişkisinin konjonktürel dalgalanmasına uygun olarak değişkenlik gösteren bu "teknikler", "her şey hareket halindedir ve her şey durum değiştirir" diyalektik ilkesine uyarlanmıştır. Sola ait olan her türlü değer (ilkesellik, gerçeklik, dürüstlük vb.) süreklilik gösterdiği ölçüde "dogma" ya da "put"tur. Ve onlar konjonktüre uygun olarak bu "dogma"ların ve "put"ların yıkıcısı misyonunu üstlenmişlerdir. En sekter sol örgütler bile klasik oportünistler haline dönüşmüşlerdir.
"Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar... Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir: 'Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?'. Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır."[7*]
Bu genelleşen oportünist anlayışa göre, "statüko" mevcut düzen olarak kabul edildiği sürece "yıkılması" gereken birşeydir. "Statüko"yu yıkan ya da yıkmaya yönelen her hareket ve eylem desteklenmelidir. Mevcut düzenin ("statüko") "koruyucu ve kollayıcısı" olarak ortaya çıkan oligarşinin ordusunun "atatürkçülük"ünden (son dönemde söylem değiştirilerek "atatürkçülük" yerine "kemalizm" sözcüğü kullanılmaktadır) ve onun teröründen kurtulmanın yolu da buradan geçmektedir. "Statüko"yu yıkanın, kim ve hangi amaçla yıktığı değil, yıkması önemlidir. Tıpkı pazarlanan malın niteliğinin değil biçiminin önemli olması gibi.
Burada solda bugüne kadar yapılmış "kemalizm" tahlillerinin hiçbir önemi bulunmamaktadır. Bu tahliller, ister "kemalizm"i, "küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışı", "devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutum"[8*] olarak saptayan tahliller olsun; ister "kemalizm"i, "komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin sağ kanadının ideolojisi"[9*] olarak tanımlayan tahliller olsun, bir yana bırakılmış ve yerine demokratikleşmeyi engelleyen, muhalefeti zorla sindiren, her türlü işkence ve terörü meşru gören, ırkçı-milliyetçi, şovenist ve faşist yönetim ve yönetim anlayışıyla özdeşleştirilmiş "kemalizm" tanımı geçirilmiştir.
Böylece "kemalizm", sömürge tipi faşizmle, oligarşik diktatörlükle özdeş hale gelmiştir. Bir başka deyişle "kemalizm", devletin (gerçekte ise oligarşik yönetimin) "resmi ideolojisi" olarak ilan edilmiştir. Bu "resmi ideoloji", "olağan zamanlarda" askeri güçlerin siyasal yönetimde belirleyici rol üstlendiği "temsili demokrasiyi", "olağanüstü" durumlarda askeri cuntayı, misak-ı milliyi, Kürt sorununda inkarcılığı, şovenizmi temsil etmektedir. Böyle olunca, "resmi ideoloji"nin bertaraf edilmesi "kemalizm"den kurtulmakla ve "statüko"nun yıkılmasıyla özdeşleşmiş olmaktadır. Bu gerçekleştiği oranda "zafere" ulaşılmış olacaktır.
"Resmi ideoloji"nin, yani "kemalizm"in bertaraf edilmesiyle, askeri darbelerin meşrulaştırıcı ideolojisinden kurtulunacağı için, yeni askeri darbe olasılığı da ortadan kalkacaktır!
Aynı şekilde "kemalizm" ideolojisinden kurtulunduğu ölçüde, Kürt sorunundaki inkarcılık ortadan kalkacak, şovenizm etkisizleşecek ve giderek sorunun "demokratik" çözümü için sosyal ve psikolojik koşullar oluşacaktır.
Böylece ülkeye huzur, barış ve istikrar geleceğinden, ekonomik faaliyetler canlanacak, ülkedeki istikrarsızlıklar yüzünden bir türlü gelemeyen yabancı sermaye ülkeye akın edecek, yeni iş olanakları çıkacak ve ticaret alabildiğine genişleyecektir. Her ne kadar bu "huzur, barış ve istikrar ortamında" ekonomide meydana geleceği varsayılan gelişmeler solun amaçlarıyla çakışmasa da, küçük-burjuvaların istemleriyle çakışmaktadır. Dolayısıyla solun "resmi ideoloji"ye ("kemalizm") karşı savaşında "globalleşen dünyanın" küçük-burjuvaları bir müttefik olarak ortaya çıkmaktadır.
AB fonlarından fonlananlar, oligarşinin "sivil toplum örgütü" vakıflarından beslenenler, solun "resmi ideoloji"ye karşı savaşının öncü güçleri olarak, "medya"da hak ettikleri yeri almışlardır.
Oysa oligarşi açısından "atatürkçülük" olarak "kemalizm", "globalizm" gibi, "serbest pazar ekonomisi" gibi, mevcut düzenin içinde bulunulan koşullardaki (statüko) durumunu meşrulaştırmak ve halk kitlelerine kabul ettirmek amacıyla kullandığı sıradan demagojik söylemlerden başka birşey değildir. Satılacak malın alıcısına cazip gösterecek ambalajlarından biridir.
Bugün ülkemizde "kemalizm" yeniden güncelleşmeye başlamışsa, bunun tek nedeni, 12 Mart sonrasında politik arenayı tümüyle terk ederek kendi bireysel yaşamlarına kapanmış küçük-burjuvazinin sol kanadının 2001 Şubat kriziyle birlikte önemli ekonomik kayıplara uğraması ve bireysel yaşamını eskisi gibi sürdüremez hale gelmesidir. Onlar, bireysel olarak, 1999 Aralık ayında IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının en büyük destekçisi olmuşlardır. Ancak IMF programının uygulanmasıyla kaybedenler safında yer almışlardır. Bu da onların IMF karşıtı olmaları için yeterli olmuştur. Tek başına IMF karşıtlığının anlamsız olduğunu bildiklerinden, giderek anti-emperyalist söyleme geçmişlerdir. Bugün için oligarşik yönetim tarafından kabul edilebilir tek anti-emperyalist söylem "kemalizm" olduğu için, IMF karşıtlığını "kemalizm"e dayandırmışlardır.
Uzun yıllar SHP-CHP'li yerel yönetimlerden sağladıkları iş olanaklarıyla 2001 Şubat krizine gelen bu sol küçük-burjuvalar, yerel yönetimlerin "şeriatçılar"ın eline geçmesiyle birlikte "laiklik" bayrağını yükseltmeye başlamışlardır. Ve burada da dayanak "kemalizm" olmaktadır.
OLİGARŞİ DIŞINDAKİ SÖMÜRÜCÜ
SINIFLAR ARASINDAKİ ÇIKAR ÇATIŞMASI
Küçük-burjuvazi içindeki bu ilişki ve çelişkiler yanında politik ilişkileri daha büyük ölçüde belirleyen gelişme ise oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasıdır.
Bir bütün olarak küçük ve orta sanayi sermayesi ile Anadolu tüccar ve esnafını (küçük ve orta ticaret sermayesi) kapsayan bu çıkar çatışması 1990 sonrasındaki tüm politik gelişmelerin odak noktasında yer almıştır. "Milliyetçi sermaye" ile "islamcı sermaye" olarak saflaşan bu kesimler kendi içlerinde de değişik siyasal partilere bölünmüşlerdir. MHP, BBP, ATP "milliyetçi sermaye" kesiminin alt bölünmelerinin siyasal ifadesi olurken, SP, AKP ve Fettullahçılar "islamcı sermaye" kesimlerinin alt bölünmüşlüğünün siyasal karşılığı olmaktadır. İthal tüketim malları ticareti ile "bilişim sektörü"nde faaliyet gösteren küçük ve orta sermaye kesimlerinin politik temsilcileri ise SHP, CHP ve DSP olmuştur.
"Medyatik" söylemle ifade edersek "merkez sağ partiler" olarak kabul edilen ANAP ve DYP, oligarşinin çıkarlarının temsilcisi olarak politik arenada yer alırken, aynı zamanda küçük ve orta sermaye kesimlerinin oligarşiye yedeklenmesi görevini de üstlenmişlerdir.
Kendi içlerinde sayısız çatışma ve uyuşmanın yer aldığı bu sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin politik yansıları karşısında oligarşinin tutumu "hayırhah" bir "tarafsızlık" olarak ortaya çıkmıştır.
Oligarşi, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirdiği anayasal ve yasal düzenlemeler yanında, askeri ve sivil bürokraside yaptığı düzenlemelerle, hükümet değişiklikleri ile değiştirilmesi neredeyse olanaksız bir "devlet politikası" oluşturmuştur. Teknokratlara dayalı devlet görevlileri sistemi (uzmanlaşma) büyük ölçüde yerleştirilmiştir. Her düzeyde profesyonel görevlilerin işbaşına getirildiği ve devlet işlerinin bunlarca yönetildiği (müsteşarlıklar, danışmanlıklar) bir sistem kurulmuştur. Sistemin "politikacılar" tarafından bozulmaya çalışıldığı dönemlerde ise emperyalizmin finans kuruluşları (IMF ve Dünya Bankası) devreye sokularak "balans ayarı" yapılmaktadır.
Oligarşinin bu "devlet politikası"nın en önemli bölümü ise, devlet aygıtının iç savaş koşullarına göre biçimlendirilmesidir. Bu da askeri bürokrasinin (Genelkurmay) tüm devlet işleyişinde "denetleyici ve yol gösterici" işlev üstlenmesini getirmiştir. MGK, askeri bürokrasinin bu "denetim ve yol gösterici" işlevini meşrulaştıran biçimsel bir organ olmuştur.
1997 yılından itibaren askeri bürokrasi Pentagon danışmanlarıyla birlikte yeniden biçimlendirilmiş ve Amerika'daki siyasal iktidar karşısında Pentagon'un görece özerkliğine benzer bir yapıya dönüştürülmeye çalışılmıştır. Pentagon'un "seçilmişler" karşısındaki görece özerkliğinin dayanağı olan sanayi-askeri komplekslerin (ekonominin askerileştirilmesinin bir sonucudur)[10*] ülke içinde işbirlikçi yapısı kurulmuştur. Bu sanayi-askeri komplekslerin işbirlikçileri, ülkedeki askeri bürokrasinin, oligarşinin "devlet politikasının" denetçisi ve yol göstericisi olarak etkinliğini sürdürmesinin güvencesi durumundadır. Dışa bağımlı, özel olarak Amerikan emperyalizminin sanayi-askeri komplekslerinin ülke içindeki uzantıları olan yerli sanayi-askeri yapıya dayanan askeri bürokrasi, bu yapısıyla kendisine özel bir "resmi ideoloji" gereksinmesi duymamaktadır. On yılı aşkın süre yurtdışı görevlerde bulunmuş, Pentagon eğitiminden geçmiş Org. Hilmi Özkök bu yapının olgunluk aşamasını temsil etmektedir.
Bugün ülkemizdeki işbirlikçi tekelci burjuvazi dışında hiçbir sermaye grubu, Türk silahlı kuvvetleri kadar Amerikan emperyalizminin sanayi-askeri kompleksi ile iç içe geçmiş değildir. Bu nedenle askeri bürokrasinin (Genelkurmay) "millici"likle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, ideolojik olarak "globalizm" yandaşıdır. Dolayısıyla askeri bürokrasinin "kemalizm"le hiç bir ortak noktası bulunmamaktadır.
1980 öncesinde sol hareket içinde yer almış ve 80 sonrasında "eski solcu" olarak emekliye ayrılmış küçük-burjuva aydınlarının eski bilgileriyle "statüko" diye düşündükleri şeyler ya ortadan kalkmış ya da kalkmak üzeredir. Onların bugün "statüko" diye saldırdıkları herşey, askeri bürokrasinin yeni "statüko"sunun yerleşmesi ve kökleşmesi için engel oluşturan kurumlar, yasalar, kurallar ve alışkanlıklardır.
"Kemalizm", ister bir ideoloji olarak tanımlansın, ister devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutum olarak tanımlansın, her durumda üstyapısal niteliktedir. Maddi temelleri, yani sosyo-ekonomik temelle olan ilişkisi varolmadığı sürece varolamaz. Ve bugün "kemalizm"in böyle bir maddi temele sahip olduğunu söyleyebilmek olanaksızdır. Eski dönemin asker-sivil aydın zümresi başkalaşmış ve dağılmıştır. Yukarda gördüğümüz gibi askeri kesim, askeri bürokrasinin yapısal dönüşümüyle birlikte emperyalizme bağımlı sanayi-askeri ilişkilerin işgüderi haline dönüşmüştür. Sivil aydın zümre ise, kent küçük-burjuvazisinin ithalat ürünlerine bağımlı tüketici yapısıyla birlikte kendilerine yeni çalışma ve iş olanakları bularak ayrışmıştır. Oligarşinin gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül dönemlerinde sivil ve askeri bürokraside yaptığı temizlik bu kesimleri devlet aygıtının tümüyle dışına çıkarmıştır. Dolayısıyla "zinde güçleri" harekete geçirici ilişkiye ve olanağa da sahip değillerdir.
Bugün "kemalizm"den geriye kalan, 1919-22 kurtuluş savaşı, 1923'te kurulan laik cumhuriyet ve 1950'lere kadar süren dönemde devlet aygıtının her türden zor ve baskısı olmaktadır.
Oligarşinin, laik cumhuriyet için özel bir ideoloji gereksinmesi olmadığı gibi, devlet aygıtının "hasımlarına" karşı zor ve baskı uygulaması için de bir ideolojiye gereksinme yoktur. Bunların yerini doğrudan rüşvet ve siyasal iktidarlar ile borsa arasında kurulmuş olan ittifak (dolaylı rüşvet) almıştır.
Devlet ise, egemen sınıfların baskı aygıtı olarak, bu sınıfların egemenliğine karşı çıkan her kesime karşı zor uygulamasının meşru aygıtı olmayı sürdürmektedir.
Bugün ülkemizdeki temel sorunlar, dışa bağımlı ekonominin giderek ithal mallarına dayalı bir "tüketim ekonomisi" haline dönüşmesi ve laik cumhuriyet bilincinin silikleşmesidir.
İthal mallarına dayalı "tüketim ekonomisi", hizmetler sektöründe çalışan on milyonluk bir nüfusun her yönden ulusal bağımsızlığı, ulusal kalkınmayı reddetmesi sonucunu doğurmuştur. Emperyalist sömürünün ülkeye nelere mal olduğuna değil, kendisine nasıl bir çıkar sağladığına ve emperyalist tüketim mallarını alabilmesine olanak sağladığına bakan bu nüfusun varlığı, anti-emperyalist mücadelenin en önemli engeli durumuna gelmiştir.
Laik cumhuriyet bilincinin silikleşmesi ise (bugün solun büyük bir kesimi tarafından "yapay gündem maddesi haline getirildiği" ileri sürülerek ya da "bizi ilgilendirmez" diyerek bir yana bırakılan) laiklik sorununun, gelecekte devrimci mücadelenin başlı başına uğraşmak zorunda kalacağı bir sorun haline gelme potansiyeline sahiptir.
Oligarşinin faşist milisleri tarafından kurşunlanarak sakat bırakılmış bir profesörün (Servet Tanilli) Sakıp Sabancı'nın ardından övgüler düzebildiği bir dönemde[11*], "medyatik" yönlendirmelerle "statükocu" ve "kemalist" avcılığının kimseye bir yararı olmayacağı açıktır. Unutulmamalıdır ki, her yıkılan "statüko"nun yerini bir başka "statüko" alır.
Dipnotlar
[1*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 100.
[2*] Bu gelişmede Toktamış Ateş ile Abdullah Dilipak arasında başlatılan "laiklik-şeriatçılık" tartışmasının "uzlaşma" ile sonuçlandırılması ve ardından birlikte televizyon programları yapmaya başlamaları özel bir yere sahiptir.
[3*] Küçük-burjuva ekonomistlerinin sıkça kullandıkları bu "ertelenmiş talep" kavramı, belirli bir dönemde yaşanan ekonomik ve siyasal "belirsizlik" ortamında kitlelerin "gelecek kaygısı"yla tüketimden uzak duruşlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramla şekillenen bakış açısına göre, kitlelerin "alım gücü" olmasına karşılık dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarına olan taleplerinin düşmesi, "talebin ertelenmesi"ne yol açmaktadır. Dolayısıyla ekonomik ve siyasal belirsizlik kalktığı oranda, bu "ertelenmiş talep", tüketim mallarına olan talepte olağanüstü bir artış ortaya çıkarmaktadır. Salt olgulara bakılarak yapılan bu belirlemeye göre, 1974-1980 arasındaki "ertelenmiş talep", 1986 sonrasındaki "toplu konut"lara olan talepteki büyük artışın nedeni olmuştur.
Bu bakış açısı, ekonomik ve siyasal belirsizlik dönemlerinde kitlelerin gelirlerinde önemli bir azalma olmadığını, dolayısıyla talepteki düşme nedeniyle "birikim"de büyük bir artış olduğunu varsayar. Ekonomik ve siyasal belirsizliğin giderildiği koşullarda ekonomiyi canlandırmak için tüm yapılması gereken bu "birikim"i tüketime yöneltmekten ibarettir.
Oysa her "ertelenmiş talep" dönemini tüketim dönemi değil, "birikim" sahiplerinin mülksüzleştirilmesi dönemi izlemektedir. 1974-1980 "ertelenmiş talep" sonrasında 1982 bankerlik olayı patlak verdiği gibi, 1991-1993 dönemini 1994 Şubat kriziyle döviz fiyatlarındaki artışla yaşanan kitlesel borçlanma ve 1997-1999 dönemini 2001 yılında borsada kaybedilen milyarlar izlemiştir. Bu yüzden küçük-burjuva ekonomistlerinin "ertelenmiş talep" teorisi, tümüyle küçük-burjuvaların "birikim"lerini kaybetmeleriyle ortaya çıkan bir olgudur. Bu olgu, bir önceki dönemdeki "birikim"lerin tüketime yönelmesiyle değil, yüksek faizli tüketici kredilerindeki artışla gerçekleşmektedir. Bir bakıma küçük-burjuvaların umutsuzluğa kapılmalarının bir sonucudur. Tümüyle gelecek kaygıları bir yana bırakılarak (ki gelecek açısından yüksek faizli tüketici kredilerinin maliyeti ortadadır) "günübirlik yaşama" anlayışı bu talebin asıl nedenidir.
[4*] Mahir Çayan, "Oligarşik Dikta", Kesintisiz Devrim II-III.
[5*] Burada sermayenin dolaşım sürecinin iki karşıt evresinin, yani metaların satılarak paraya dönüştürülmeleri ve elde edilen para ile üretim için (genişletilmiş ölçekte) gerekli metaların yeniden satın alınması evrelerinin ilk evresi ile kendimizi sınırlıyoruz. Sürecin bütünü hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Karl Marks, Kapital, Cilt: II.
[6*] Deniz Gökçe, Akşam, 13 Mayıs 2004.
[*] Her zaman olduğu gibi, Türkiye’deki istatistikler T. Özal döneminden itibaren siyasal iktidarın ekonomi uygulamalarını başarılı göstermeye hizmet edecek şekilde değişikliklere uğratılmıştır. 1999 yılında 10.096.000 olarak görülen tarımda çalışan nüfusun 2000 yılında yaklaşık üç milyon azalış göster- mesi, istatistiklerle oynamanın sonucudur. 2000 yılı ve sonrasındaki tarımda çalışan nüfus istatistikleri “yeni seri” adı altında yeniden düzenlenmiştir. Bu yolla sağlanan üç milyonluk “tasarruf”la “doğrudan gelir yardımı” alacak olanların sayısı düşürülmüş ol-maktadır. Bu yüzden DİE ve diğer kurumların ista-tistiklerinin hiçbir güvenirliği bulunmamaktadır. Bu üzerinde oynanmış “yeni seri” istitastiklerden, sadece yıllık değişimlerin gelişim eğilimini belli ölçüde saptamak olanaklıdır.
DİE’nin “eski seri” istatistiklerine göre tarımda çalışan nüfus şöyledir (.000):
2000 10.477
2001 10.449
2002 10.243
2003 9.860
[7*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.
[8*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
[9*] İbrahim Kaypakkaya, Şafak Revizyonizminin Eleştirisi.
[10*] Mahir Çayan yoldaş Kesintisiz Devrim II-III'de Ekim 1961'de Amerikan Nation dergisinde yayınlanan Fred Cook'un "Jaggemsut: Savaşa Yönelen Devlet" adlı incelemesinden yaptığı alıntı bu sanayi-askeri kompleksin gücünü açıkça gösterir niteliktedir:
"Sınai-asker karması, yani meslekten yetişmiş askerler grubu ile savaş malzemesi sayesinde zenginleşen kapitalistler, Amerikan politikasını gittikçe daha fazla tayin etmektedir. Akan milyarlar, Pentagon'a bütün ülkeye yayılan ekonomik bir kudret vermektedir. Silahlı kuvvetlerin aktifi, United States Steel, American Telephone and Telegraph, Metropolitan Life Insurance, General Motors ve Standart Oil of New Jersey şirketlerinin toplam aktifinden üç kat büyüktür. Savunma bakanlığından ücret ve maaş alanların sayısı, bu büyük şirketlerde çalışan toplam işçi ve memur sayısından üç kat daha fazladır."
[11*] Server Tanilli 23 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazmaktadır:
"Vehbi Koç gibi, Sakıp Sabancı'nın arkasında bıraktığı eser de, ulusal sınırları aşıp kimliğini ortaya koyduğu kadar, ülkemizde emeğe açtığı büyük olanaklar bakımından övgüye lâyıktır.
Fabrikalar, teknik ve sosyal bir olgudur.
Sakıp Sabancı'nın cenazesinde yürüyenlerin arasında, sıradan büyük bir halk kesimi de vardı: Çalışanlara 'ekmek kapısı' açmış bir kişinin ruhuna dua ediyorlardı.
Ayrıca, 'alçakgönüllülüğü' de bağlamıştı halkı.
Yaygın şöhreti, okulları ve üniversitesi ile, eğitime olan katkılarından da geliyordu.
Sanat severliği, müzeciliği de unutulmaz...
Özetle, sıradan bir sanayici değildi giden; topluma ve yaşamın güzelliklerine açılan bir kişi, bir 'kişilik'ti...
Onuruyla yaşayıp ölen bir kuşaktandır o!
Anısının önünde saygılarla eğilelim..."