Recep Tayyip Erdoğan, zaman zaman yavaşlayan, ama sürekli olarak ilerleyen ve adım adım gelişen bir süreçte (“yeni yetmeler”le yapılan Necip Fazıl Kısakürek’in bir çeşit revizyonu olan) kendi zihniyetine uygun bir islam devletini inşa etmeyi sürdürüyor.
Mevcut, yani 12 Eylül anayasasını kullanarak ve TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak bu hedefine doğru önemli adımlar attı, gelişim sağladı.
“Medya” ve devşirme “tetikçiler”le laikliğin içinin boşaltılmasından daha çok, hukuk ve hukuk devleti neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı. HSYK yasasında yapılan değişiklikle, tüm yargı sistemi doğrudan kendisine bağlandı. Değişik “torba yasalarla”, işine gelen ve amaca ulaşmaya hizmet eden değişiklikler hiçbir engellemeyle ve direnmeyle karşılaşmaksızın kolayca gerçekleştirildi. Yapılan son değişikliklerle “makul şüphe”yle herhangi bir savcının ya da yargıcın ve hatta vali ve kaymakamın alacağı bir kararla herkesin gözaltına alınabilmesinin önü açılmış oldu.
Hukukun tüm prosedürleri amacın engeli olduğu görüldüğünde, kimi zaman tümüyle, kimi zaman parça parça değiştirildi. Değiştirilen bir yasanın ya da prosedürün işe yaramadığı görüldüğünde, yeni bir yasayla (“torba yasa”) hemen değiştirildi. Amaca ulaşmada engeller çıkaran “demokratik hukuk” bu yolla aşıldı.
Yazılı hukukun yerini, hemen ve kolayca değiştirilebilir yasa düzenlemeleri aldı. Kendine bağlı ve kendisine tümüyle “biat” eden bir polis teşkilatı oluşturma yönünde önemli adımlar atıldı. Polis teşkilat yapısı değiştirildiği gibi, polisin ağır silahlarla donatılmasının önü açıldı. “Keyfiyete bağlı hukuk”, yani sadece sözde adı “hukuk” olan, gerçekte keyfiyete bağlı, kendi kişisel amacına uygun yaptırımlar listesiyle, kendine bağlı yargıçlar ve savcılar yoluyla polis teşkilatı yeniden biçimlendirilmeye başlandı.
Eğitim sisteminde yapılan küçük, ama islam devleti amacına doğrudan hizmet edeceği düşünülen değişikliklerle (4+4+4, okulların imam-hatipleştirilmesi, dinsel eğitimin ağırlıklı bir konuma getirilmesi vb.), bugünden yarına “dindar ve kindar nesil” yetiştirmeye başlanıldı. Şimdi sıra çocuk yuvalarında dinsel eğitim verilmesine geldi.
Bütün bunları yaparken, amacın (kendi Necip Fazıl revizyonuna uygun islam devleti kurmak) önüne çıkabilecek “üst akıl” girişimlerine karşı önlemler ve düzenlemeler yapılmaya başlandı.
Kendi “aklı” içinde, kendisini engelleyebilecek tek güç silahlı kuvvetler, yani ordudur. Bu gücün, ordunun, olası bir “üst akıl” ürünü darbesine karşı iki yönlü önlemler geliştirilmeye başlandı.
Bir yandan ordu kademelerine, kendisine “biat” eden ya da kendisine karşı bir tutum almayacağı umulan kişiler yerleştirilirken, diğer yandan olası bir askeri darbeye karşı yüzde yüz kendisine bağlı silahlı güçler oluşturmaya yöneldi.
Bu silahlı özel ordu, ağırlıklı olarak polis teşkilatından oluşturulmaya çalışılsa da, kendisine kesin kes bağlı, deyim yerindeyse, kendisinin “g.t’ünün kılı” olan kişilerden oluşan bir milis örgütlenmesinden oluşacaktır. Bunun yolu da, doğrudan kendisini “halk” kabul eden ve kendi iktidarında güçlenen “esnaf”ı örgütlemekten geçiyor.
26 Kasım 2014’te yapılan 4. Esnaf ve Sanatkarlar Şurası’nda şunları açıkça ve alenen söyledi:
“Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir.
Taksici deyip şoför deyip geçemezsiniz. O mahallenin eminidir, ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal deyip kasap deyip manav terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın semtimizin vicdanıdır. Esnafı çıkartıp aldığınızda Türkiye tarihinden geriye hiçbir şey kalmaz.”
Bu sözler, öylesine söylenmiş ya da belagatın ürünü değildir. Esnaf ve zanaatkarlar, yani gerçek küçük-burjuva sınıfı, Özal’ın deyişiyle, “orta direk”, nüfusun çoğunluğunu oluşturur. Kendi küçük mülkünü ve işini koruma içgüdüsü olağanüstü gelişkindir. Anti-komünizm ne ölçüde bu sınıfı kendisine yedeklemeye çalışırsa, islamcılar da o ölçüde kendi saflarına kazanmaya çalışırlar. Bu kesimleri kendi saflarına çekebildikleri ölçüde iktidara gelebilirler ve iktidarlarını sürdürebilirler.
Ancak bu sınıfın kendi küçük özel mülkiyetini ve işini koruma içgüdüsü, aynı zamanda onları milis örgütlenmesi için bulunmaz bir kaynak haline getirir.
Milislere dayalı silahlı güç oluşturma girişiminin arka planında, bir ölçüde Necip Fazıl’ın revize edilmiş teorisi yatıyorsa da, asıl olarak, 3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da “Müslüman Kardeşler” iktidarına (Mürsi) karşı gerçekleştirilen darbe yatmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan, 18 Ağustos 2013’de yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir:
“Bugün Mısır’da sergilenen vahşeti yarın belki de başka ülkede sergileyecekler Belki başka ülkeyi belki Türkiye’yi karıştırmak isteyecekler. Çünkü bu bölgede güçlü bir Türkiye istemiyorlar. Bu bölgede istikrarlı, kalkınmış ülke istemiyorlar.
Biz, bu tuzağı bozacağız. Kardeşlerim sabırla bozacağız. Unutmayın, herkesin tuzağı vardır. Ama en büyük tuzak kudret, kuvvet sahibi olan Allah’ın tuzağıdır. Birbirimize inanıp, güvenerek kardeşliğimizi pekiştirerek oyunları bozacağız. İçimize nifak ve fitne sokmaya çalışıyorlar. Bunlara fırsat ve izin vermeyeceğiz. Bu tuzaklara düşmeyip, bu tuzakları alt üst edeceğiz.”
Yine geçen yıl 26 Ağustos’ta şunları söylüyordu:
“Mısır’da halk, iradesinin, oyunun namusunu istiyor. Eğer 17 yaşındaki Esma meydana çıkıyorsa babasının izinde çıkıyor. Adeviyye’ye çıkanlar, Rabia’ya çıkanlar, İskenderiye’ye, Mansuriye’ye onun için çıkıyor. Binlerce insan şehit olduysa bu oylarının namusu için şehit oldular.”
İşte bu zihniyetle esnaf ve zanaatkarlara dayanan bir milis örgütlenmesine yönelen “başyüce”
[1*], 30 Kasım günü, İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) “baş komutanı” Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdiş) ile görüştü.
Hiç tartışmasız İBDA-C, silahlı şeriatçı bir örgüttür. “Başyüce”nin Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı görüşmede, bu silahlı şeriat örgütünün kendisini desteklemesi ve “deneyimlerinden” yararlanmak istemesi, kendisine karşı güçlere ve özel olarak askeri darbeye karşı koruyacak bir milis örgütlenmesi oluşturmaya çalıştığı bir ortamda anlaşılabilir bir şeydir.
Öte yandan AKP iktidarı ile Hizbullah arasındaki ilişki, dahası IŞİD ile gelişkin ilişki düzeyi hesaba katıldığında, Recep Tayyip Erdoğan’ın (“başyüce”) özel milis örgütlenmesini nasıl ve kimlerden oluşturacağı daha açık hale gelmektedir.
Amaç, hiç tartışmasız, kendisine ve iktidarına yönelik bir askeri darbeye karşı hazırlık yapmaktır. Buradaki özel amaç ise, ağır silahlarla donatılmış polis gücünün yanında, yaygın bir milis örgütlenmesini “caydırıcı” bir unsur olarak kullanmaktır. Kendisine darbe yapmak isteyenlere bu milis örgütlenmesi yoluyla bir mesaj verilmek istenmektedir.
Ama bu milis örgütlenmesi sadece “caydırıcı” bir güç değildir. Aynı zamanda kendi iktidarına yönelik muhalefet hareketine karşı kullanılabilecek bir güçtür. Anadolu’daki Gezi Direnişi’nde de görüldüğü gibi, polis-esnaf işbirliği, daha ilkel düzeyde de olsa kullanılmıştır. 6-7 Ekim olaylarında görüldüğü gibi, Hizbullahçılar (her ne kadar kendilerini HDP’lilerin saldırılarına karşı koruduklarını iddia etseler de), kendi alanlarında örgütlü ve silahlı bir güçtür.
Tüm bunların yanında, doğrudan MİT’in denetimi altında olan “Alperen Ocakları” iktidarın elinin altındaki hazır bir güçtür. Danıştay saldırısından Hrant Dink cinayetine kadar pek çok olayda yer alan “
Alperen Ocakları” ortadayken, çok kolaylıkla esnaf ve zanaatkarlara “alperenler” diye hitap edebilmektedir. (Bu arada şunu da ekleyelim ki, “
Alperen Ocakları” Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’sinin gençlik örgütlenmesidir. Muhsin Yazıcıoğlu da, AKP’ye ve Recep Tayyip Erdoğan’a “biat” edenlerin başında gelmektedir.)
Bu yapılanmaya, AKP’ye “biat” eden “eski ülkücüler”i, yani eski faşist milisleri de eklemek gerekir.
Özetle, Recep Tayyip Erdoğan, Mısır askeri darbesi ve 17 Aralık “cemaat operasyonu” sonrasında doğrudan kendisine bağlı bir polis teşkilatı oluştururken, aynı zamanda bir milis örgütlenmesine gitmektedir.
Bu milis örgütlenmesi, her ne kadar kurulu örgütlenmelere (Alperen Ocakları, Hizbullah, İBDA-C, eski faşist milisler) dayanma eğilimindeyse de, doğrudan devlet kurumlarının desteğine sahip olacakları da kesindir. (Burada yaklaşık
280 bin özel güvenlikçiyi de bunların arasında sayabiliriz.)
Recep Tayyip Erdoğan’ın oluşturulmasına hız verdiği milis örgütlenmesi, ister “caydırıcılık” için kullanılmak istensin, isterse askeri darbeye karşı “direniş” amacı gütsün, her durumda doğrudan kitlesel muhalefet hareketlerine karşı kullanılacak bir zor gücüdür. Böylece toplumsal muhalefetin karşısına, istenildiği zaman değiştirilen ve “makul şüphe”ye dayalı yasalar yanında, doğrudan ağır silahlarla donatılmış polis gücü ve islamcı milis örgütlenmesi çıkartılacaktır.
Burada yapılması gereken, herşeyden önce böyle bir gelişmeyi görmezlikten gelmekten, küçümsemekten uzak durulmalıdır.
İkinci olarak, böyle bir karşı-güce karşı silahlı bir örgütlenme yaratılması acil bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu silahlı örgütlenme, 1980 öncesindeki gibi “Direniş Komiteleri”, “Silahlı Direniş Birlikleri” türünden, yarı-milis, yarı-askeri, ama her durumda sadece propagandif bir örgütlenme olmamalıdır.
Geniş halk kitlelerinin islamcı milis saldırılarına karşı korunmasının ilk ve temel koşulu, silahlı bir devrimci örgütlenmenin varlığıdır. Böyle bir örgütlenme maddi bir güç olarak ortaya çıkartılamadığı ya da çıkmadığı koşullarda, adı, ister “özsavunma birlikleri”, ister “mahalle konseyleri” vb. olsun, her durumda MHP’li faşist milislere karşı oluşturulan “direniş komiteleri”nin trajik sonunu paylaşmak durumunda kalacaktır. Çünkü, söz konusu olan sadece islamcı milis örgütlenmesi değildir. Bu milis örgütlenmesi, devletin tüm olanaklarından yararlanacağı gibi, ayrıca ağır silahlarla donatılmış polis teşkilatının “yardımcı” gücü olarak çalışacaktır. Dolayısıyla islamcı milislere karşı “savunma”yı esas alan bir örgütlenme, her durumda polis gücünün ağır silahlı saldırısıyla karşı karşıya kalacaktır.
Polis teşkilatı, profesyonel bir silahlı güçtür. Böyle bir profesyonel silahlı güce karşı devrimci gerilladan başka bir güç etkili olamaz.
Recep Tayyip Erdoğan, ne denli iç savaş ve olası bir darbeye karşı hazırlık yapıyorsa, devrimciler de aynı oranda ve aynı ciddiyette hazırlık yapmak zorundadırlar. Ama devrimciler sadece hazırlıkla yetinemezler. Aynı zamanda iktidarı devirmek, devrimi gerçekleştirmek için de mücadele etmek durumundadırlar. Bu da, islamcı milis örgütlenmesine karşı değil, bir bütün olarak iktidar gücüne karşı örgütlenmeyi ve mücadeleyi gerektirir.
Böyle bir mücadelenin doğru bir devrimci stratejiye dayanması gerektiği de çok açıktır. Bu strateji de, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nden başkası değildir.
İç savaş hazırlıkları karşısında örgütlenmeyenleri tarih affetmeyecektir.
Dipnotlar
[1*] “Başyüce”, Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında devlet örgütlenmesinin en üst kurumudur. Kitapta bu şöyle anlatılır: “Bütün kuvvet tevazünü, her temsil kutbu aynı kök ideolocyaya bağlı olarak, ‘Başyüce’ ile ‘Yüceler Kurultayı’ arasındadır... · ‘Yüceler Kurultayı’ vicdan; ve ‘Başyüce’ irade(dir)... ‘Başyüce’ kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal(dir)...”