“Terör” sorununun ülkenin “başat” sorunu haline gelince, kaçınılmaz olarak diğer politik, ekonomik ve toplumsal sorunlar geriye itilmekte, ötelenmektedir. “Terör” halkın “gündemi”nin ilk sırasında yer alsa da, “ekonomi aktörleri” için fazlaca belirleyici değildir. Onlar için “terör”ün “değeri”, kendilerine dokunduğu kadardır. “Kendileri” de, birey değil, doğrudan şirketler, holdingler, bankalar vb.dir. “Terör”, eğer bu kurumları vurur ve bu kurumların işleyişini engellemeye ya da bozmaya yönelirse, işte o zaman “ekonomi aktörleri” için “baş sorun” haline gelir. Bu durumda da, yeniden “eski” günlere dönebilmek için “terörün bir an önce sona erdirilmesi” talebinde bulunurlar. Bunun ötesinde ve dışında insanlara, bireylere yönelik “terör” onlar için “fiyatlanacak” bir şey değildir. Hele ki, “terörle mücadele” adı altında devletin yaptıkları (başka insan hakları ihlalleri) “piyasa aktörlerini” hiç ama hiç ilgilendirmez. Hatta bu “terörle mücadele” bağlamında “yeni fırsatlar”ın çıktığı bile söylenebilir.
Örneğin, bugün Recep Tayyip Erdoğan iktidarı olanca yıkıcılığı ve zalimliği ile “hendek savaşı”na girişmiştir. Bunun sonucu olarak binlerle ifade edilen ölümler ortaya çıkmıştır. Ama bunun yanında operasyon yürütülen ilçelerde ve mahallelerde akıl almaz yıkımlar meydana gelmiştir.
Numan Kurtulmuş’un verdiği son “veri”lere göre, “operasyon”un tamamlandığı ilan edilen beş ilçede (Sur, Silopi, Cizre, İdil ve Yüksekova) toplam 6.320 bina yıkılmıştır. “Birim olarak yani daire ölçeğinde 11 bin birim”dir.
“Ekonomi aktörleri” bu verilerden yola çıkarak, (bölgede daire fiyatlarının ortalama 200.000 TL olduğu varsayarsak) 11.000 x 200.000 = 2.200.000.000 TL’lik bir “iş potansiyeli” olduğunu düşünecektir.
Bu “sonuç”, son bir yıldadır inşaat sektöründe görülen durgunlukla birleştirildiğinde, inşaat sektörü için ek bir “kaynak” ortaya çıkmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “gözdesi” olan inşaat sektörünün hacmi açısından bakıldığında (180 milyar TL ve 1 milyon daire) bu miktar küçüktür. Hatta “devede kulak” gibi görünebilir. Ama burada sözünü ettiğimiz “terörle mücadele” ya da “terör” karşısında “iş dünyasının” ya da “ekonomi aktörleri”nin yaklaşımıdır. Onlar “pürüpak maddeci”dirler. Olaylara sadece parasal açıdan bakarlar. Ta ki, olaylar kendilerinin paralarına, cüzdanlarına dokunana kadar.
Diğer yandan, A. Davutoğlu ile birlikte “liberal islamcılar” ekonominin “dümeni”nden tasfiye edilmişlerdir. Bunun ilk sonucu da, Recep Tayyip Erdoğan’ın “vatana ihanet”le suçladığı Merkez Bankası’nın (yeni başkanıyla) faizleri (küçük de olsa) düşürmeye başlamış olmasıdır.
Bu durum “ekonomi dünyası” açısından çok da “sıcak” karşılanmamış olmasına rağmen, “piyasalarda” önemli bir “tepki”ye yol açmamıştır. Bu “tepkisizlik”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “faiz teorisi”nin kabul gördüğü anlamına da gelmemektedir.
Söz konusu olan “gözde”nin (inşaat sektörü) son bir yıldır giderek derinleşen bir durgunluk içine girmiş olmasıdır. Daha da önemlisi, konut kredilerinin geri ödenmesinde “sıkışıklık” ortaya çıkmıştır. Diğer ifadeyle, konut kredisi geri ödemeleri giderek daha büyük miktarlar yapılamaz hale gelmiştir.
“Gözde sektör”ü canlandırmak, yani inşaat sektörünün düşen kârlarını artırmak gerekli olmuştur. Bunun yolu da “inşaat maliyetlerinin aşağıya çekilmesi”nden geçmektedir. Ve herkesin bileceği gibi de, “maliyet” denilince tuğla, çimento, taş vs.den daha çok “faizler” akla gelmektedir.
Yüksek faiz, konut satışları üzerinde etkili olduğu gibi, inşaat sektörünün maliyetleri üzerinde de etkili olmaktadır. Bu çift yönlü basınca karşılık olarak faiz oranlarının düşürülmesi belli bir “rahatlık” (“yetmez, ama evet”) getirecektir.
Öte yandan konut kredilerinin geri ödemelerinde meydana gelen “sıkışıklık” da düşürülen faiz oranlarıyla nispi olarak geçiştirilebilecektir.
Bunların yanında ve “parallel”inde faiz oranlarının düşürülmesi tüketici kredileri, otomobil kredileri, tatil kredileri vb. ile kredi kartı kullanan “orta sınıf” üzerinde etkili olmak durumundadır. Bu da AKP’nin iktidarını sürdürebilmesi için gerekli “oylar”dan bir bölümünün garantiye alınması anlamına gelmektedir. (Üstelik bu “orta sınıf”ın büyük bir bölümü laiklik temelinde AKP karşıtıdır.) Bu güvencenin “ekonomi aktörleri”nin dilinde ifadesi “siyasal istikrar”dır, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarının sürmesi anlamına gelir.
Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “enflasyonun nedeni yüksek faizlerdir; faizler düşürülürse enflasyon da düşer” nutukları atarsa atsın, “ekonomi aktörleri” açısından bunun zerrece önemi yoktur. Ama “siyasal istikrar” denilince aynı “aktörler”in boyunları kıldan incedir.
Ülkenin ekonomik verileri kadar, dünyadaki ekonomik gelişmeler de “dış borç” yükü altında olan ülkeler için “iyi sinyaller” vermemektedir. Herhangi bir zamanda, herhangi bir nedenle “dış borçlanmaya dayalı ekonomi” şirazesinden çıkabilir. Ayrıca emperyalist ülkelerin alacağı (hiç kuşkusuz gizli olacaktır) bir kararla da ekonomi şirazesinden çıkartılabilir.
Böylesine ipin ucunda olan bir ekonomiye sahip bir ülkenin insanları da, herşeye kısa vadeli bakma alışkanlığı edinmişlerdir. Uzun vadede yaşam standartlarının ve gelirlerin yükselmesi yerine, kısa vadede ortaya çıkacak “avantalar” peşinde koşma bu ülke insanlarının “karakteri” haline getirilmiştir.
Üstelik “milli gelir”, geçen yıl olduğu gibi bu yılda düşme eğilimindedir. Dolardaki yükseliş “ralli” yapmasa da, süreklilik göstermektedir. Tüketicisinden üreticisine hemen herkesin ve her kesimin “ithal bağımlısı” olduğu bir ülkede, dolardaki yükseliş, zaman içinde kendisini hissettirecek sonuçlar üretecektir. (Ama “zaman içinde”.)
Özcesi Türkiye ekonomisi “tıkırında” değildir ve iç pazar tıkanma noktasına gelmiştir. Bu tıkanıklık belli ölçülerde “kamu harcamaları” yoluyla aşılmaya çalışılsa da, pek çok sektör açısından fazla bir değere sahip değildir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Afrika, Latin-Amerika “gezileri” iç pazarda tıkanıklık yaşayan bazı sektörlere yeni “pazarlar” bulma hevesinin ürünüdür.
Bunların üstüne “tüy” diken olay ise, “Rusya krizi” ve bunun sonucu olarak da tarımda ve özellikle de turizmde görülen belirgin bir gerilemedir.
Cari açığını sürekli olarak “net hata/noksan” kalemi üzerinden Katar ve Suudi’lerin el altından gönderdikleri paralarla kapatan Recep Tayyip Erdoğan iktidarı için, cari açığın kapatılması (ve elbette “net hata/noksan” kalemindeki dalavereleri gizlemek) açısından önemli bir “kalem” olan turizm gelirlerindeki düşüş önemlidir.
Elbette Recep Tayyip Erdoğan “Türkiyesi”nin “cihanşümul” bir devlet olduğuna inananlar açısından bunların pek de önemi yoktur. Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı rüşvetler bile “yeter” diye kendilerini teselli edebilir!
Ama “ekonomi dünyası”nın su katılmamış “maddeciliği” bu türden “iman” ve “inanç”la hiçbir ilişkisi yoktur. “Terörle mücadele” adı altında yıkılan binalardan bile kâr elde etmeyi düşünebilecek bir “dünya”, kendi kaba gerçekçiliği içinde yolunu bulmak durumundadır.
Hem zaten ülkede bir ekonomik kriz patlak verse bile, bunu çok da önemsememek gerekir. Ne de olsa, “kriz” denilen şey “yeni fırsatlar” demektir.
Böylece değişik sınıf ve tabakaların içinde yer aldığı ve kendi ölçeklerinde siyasal yönetimden pay aldıkları “güçler ayrımı” dönemi, yeniden ve bir kez daha yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki hareketle sona erdirilmeye çalışılırken, bundan zarar görecek ve bu nedenle buna karşı “direnebilecek” tek kesim küçük-burjuvazinin orta ve sol kesimleri olmaktadır. (Gezi Direnişi, başlangıç olarak, bu kesimlerin öncülüğünde ortaya çıkmıştır.)
Emperyalizm açısından, özel olarak da Amerikan emperyalizmi açısından yürütmenin güçlendirilmesi ve mutlak bir güç haline getirilmesi kendi işlerinin çok daha kolay ve hızlı biçimde yürütülmesini sağlayacağı için “özel olarak” bir sakınca getirmemekten öte, çıkarınadır. Siyasal anlamda “laik ve ulusalcı” kesimlerin siyasal yönetimden dışlanması da, emperyalizmin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarının daha rahat ve daha hızlı gerçekleştirilmesine hizmet edecektir. Gerek “I. Körfez Savaşı”nda, gerek “1 Mart tezkeresi”nde açık biçimde görüldüğü gibi, bu “orta sınıf”ların Türkiye’deki gücü emperyalizmin çıkarlarını baltalayabilmiştir. Bu nedenle de gücünün kırılması ve hatta siyasal yönetimden tümüyle dışlanması, uzun zamandır Amerikan emperyalizminin hedeflerinden birisi olagelmiştir.
Bu kesimlerin gücü v“temsili demokrasi” (“parlamenter sistem”) ve güçler ayrımından gelmektedir. Dolayısıyla siyasal güçlerinin kırılması da bunların ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak yürütme gücü” oluşturmaya ve yer yer bunu fiilen yapmaya yönelik çabaları emperyalist sistem açısından istenen bir durumdur. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel “karizması”na dayanılarak yapılacak bir “sistem değişikliği”, gelecekte doğrudan emperyalizmin “kendi has adamları” aracılığıyla kullanabileceği bir sistemi ortaya çıkaracaktır. Olağan şartlarda ve hatta askeri darbe koşullarında bile kolayca gerçekleştirilemeyecek olan böylesi bir sistem değişikliğinin islamcılar aracılığıyla gerçekleştirilmesi emperyalizmi hiç de rahatsız etmemektedir.
Bugün emperyalizmin Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak güç” sahibi olmasından duyduğu “kaygı”, sadece islami kökeni ve buna dayanan söylemidir. Cüneyt Zapsu’nun bir zamanlar açıkça ifade ettiği gibi, Recep Tayyip Erdoğan “çukura” (“kanalizasyon”a) süpürülmeyip “kullanılacak” biri olduğu sürece, güçlü ve hatta mutlak bir yürütme emperyalizmin kısa, orta ve uzun vadeli çıkarlarıyla örtüşmektedir. Suriye politikalarında görüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “mutlak güç” sahibi olursa olsun, her durumda kolayca “tükürdüğünü yalayan” (emperyalizmin taleplerini yerine getiren) bir “profil” çizmektedir. Zaman zaman söylemsel olarak “çizmeyi” aştığı durumlarda ise, “beyzbol sopası” gösterilerek, kolayca hizaya getirilmektedir.
Bu açıdan, Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ı “deliğe süpürme”ye karar verdiğini düşünmek gerçeklikten çok, niyetlerle ilgilidir.
Hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye konusunda zikzaklar çizse de, son tahlilde emperyalizmin istediği doğrultuda hareket etmesinden rahatsızlık duyulduğunu iddia edemez. Aynı şekilde, PKK’ye yönelik “imha politikası”ndan da emperyalizmin “rahatsız” olduğuna ilişkin bir belirti de mevcut değildir. Emperyalizmi, özel olarak da Amerikan emperyalizmini “rahatsız” eden tek şey, böylesine güçlü hale gelmiş bir Recep Tayyip Erdoğan’ın denetimden çıkıp çıkmayacağıdır. Bu nedenle de, zaman zaman “balans ayarı” yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu “balans ayarı” da, her durumda “laik ve ulusalcı” kesimleri kendisine yönelik bir tehdit unsuru olarak kullanabileceklerinin gösterilmesiyle gerçekleştirilmektedir.
Herşeye rağmen, mutlak ve kesintisiz bir süreç söz konusu değildir. Olaylar hızla gelişebilmekte ve çıkarlar kolayca değişebilmektedir. Sadece son yıllardaki Suriye olaylarına ve politikalarına bakıldığında bunları görmek olanaklıdır. Dün “Esad gitmeli” diyen emperyalizm, bugün “Esadlı geçiş süreci”nden söz edebilmektedir. IŞİD “fenomeni”, bir dönemki politikalarda “müttefik” olarak görülürken, bugün “düşman” durumundadır. Çok kullanılan ve bilinen söylemle, emperyalizm “kadir-i mutlak” bir güç değildir. Herşeyi önceden planlaması ve bu plana göre herşeyi “dizayn” etmesi sözkonusu değildir. Ancak şurası kesindir ki, bugün dünya çapında olaylara yön veren belirleyici güç emperyalizmdir. Devrimci mücadelelerin şu ya da bu biçimde geri çekildiği, “toplumsal muhalefet”in şu ya da bu biçimde pasifize edildiği günümüz koşullarında bu “belirleyici güç”, gelişen olayları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecek pek çok araca ve olanağa sahiptir.
Hiç tartışmasız bu gücün kırılmasının tek koşulu devrimci mücadeledir. Elbette devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve yükseltilmesi yaşanılan süreci kökten değiştirecektir. Ancak hiç kimse hayal görmemelidir. Böyle bir gelişmenin ortaya çıkabilmesi için gidilmesi gereken çok yol, yapılması gereken çok iş vardır. Bunlar yapılmış ya da hemen yapılabilecekmiş gibi “teoriler” üretmek, sadece bu yolda ilerlemek isteyenleri aldatmaktan başka bir sonuç vermez. Üstelik bu “teori” sahiplerinin devrim kaçkınlıkları, devrimci mücadeledeki engelleyici ve saptırıcı rolleri hiç olmamışçasına ciddiye almak, devrimci mücadelenin bir süre daha geri planda kalışını sağlamaktan başka bir işe yaramayacaktır.