Önce bazı şeyleri netleştirelim:
Bir kişi, bir şirket, bir ülke, bir devlet ya da “kamu” neden borçlanmaya gider?
Bu sorunun yanıtı çok açıktır: Kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için özkaynaklarının yetersiz olması.
Burada “ihtiyaç” en geniş anlamıyla ifade edilmektedir. Örneğin, artan nüfusun (en azından asgari düzeyde) ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Bu da, en azından nüfus artış oranına paralel olarak ekonominin büyümesi demektir.
Ekonomik büyüme ise, varolan üretim araçlarının ve üretimin artması demektir. Bu büyümenin hangi yönde, hangi ihtiyaçları karşılamak için sağlanacağı ise, doğrudan ekonominin (ve doğal olarak da siyasal iktidarın) hangi sınıfın elinde olduğuna bağlıdır.
Bir ülke halkının, örneğin, varolandan daha fazla otomobile ihtiyacı olup olmadığı ve buna bağlı olarak altyapı yatırımlarının ne düzeyde yapılacağı gibi bir sorun, yalın biçimde halk arasında yapılan bir “kamuoyu araştırması” (anket) ile saptanmaz. Bu sorunun yanıtı, siyasal karar alıcıların hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiğiyle ilgilidir. Eğer otomobil üreticilerinin (ya da bizde olduğu gibi otomobil ithalatçılarının) kârlarını artırmak (ya da düşen kârlarını en azından eski boyutlara yükseltmek) “ihtiyacı” söz konusuysa ve siyasal karar alıcıları bu otomobil üreticilerinin çıkarlarını temsil etmek ve gerçekleştirmek için iktidar olmuşlarsa, doğal olarak bu yönde ekonomik kararlar alınacaktır. Sonuçta alınan kararlar, yaşanılan zaman diliminde otomobil üreticilerinin çıkarlarına (yani kârlarını artırmaya) yönelik olacaktır.
Ekonomik büyüme ya da en geniş anlamda üretimin artırılması, öncelikli olarak bu büyümeyi sağlayabilecek kaynakların varlığını gerektirir. Burada “kaynaklar” denilen şey, kapitalizm koşullarında sermayeden başka bir şey değildir. Sermaye de, üretim ve dolaşım süreçlerinin sonucunda elde edilen artı-değerin eski sermayeye katılarak büyümesi, yani birikimiyle sağlanır.
Sermaye birikimi olmadığı (ya da yetersiz olduğu) sürece, bir ülke, bir devlet, bir şirket vb. her durumda kendisine “kaynak” aramak zorundadır. Kendi sermaye birikimi yetersiz olduğu için, kaçınılmaz olarak “kaynak” (yeni ve ek sermaye) dışardan bulunmak zorundadır. Bu da (iç, yani ülke içi ya da dış, yani ülke dışı) borçlanma (yeni iktisat terminolojisiyle “finansman ihtiyacının dış alemden karşılanması”) demektir.
Elinde kendi ihtiyacından daha fazla “kaynağa” sahip olan hiç kimse, hiçbir ülke, hiçbir banka, hiçbir tefeci, hiçbir tüccar bir başkasının “iyiliği” için borç vermez. Her borç verme işlemi, kendisinin kullanacağı bir “kaynağın” başkası tarafından ve bu başkasının yararına kullanılması demektir. Böyle bir “işlemden” “kaynak fazlası” olanların, yani borç verebilir durumda olanların hiçbir kârı olmayacaktır. Tam tersine, kendisinin de kullanabileceği ve kullandığı zaman kendisine ek bir kâr getirecek olan bir “kaynak” söz konusudur ve bunun kendisinin elde edebileceği ek kâra eşit (ya da fazla) bir getirisi olması gerekir.
İşte bu getiri, yeni literatürle “borçlanma maliyeti”, klasik deyişle borç paranın faizidir.
Borç paranın faiz oranı da, her durumda borç verilen paranın (sermaye) olağan üretim süreçlerinde elde edebileceği ortalama kâr oranıyla belirlenir. (Ancak burada ilişki ters orantılıdır. Kâr oranları yükseldiği koşullarda faiz oranları düşer. Çünkü sermaye birikimi artmıştır, dolayısıyla da borç verilebilir paraya ihtiyaç azalmıştır.) Bu da borçlanmaya duyulan ihtiyaç boyutuyla doğru orantılıdır. Diğer bir söyleyişle, borç paraya duyulan ihtiyaç (talep) ile borç verilebilir paranın miktarı (arz) faiz oranlarını belirler.
Eğer söz konusu olan bir ülke ise, burada borç para, faiz, kâr doğrudan uluslararası ekonomik ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkar ve belirlenir. (Elbette soyut bir ülke söz konusu değildir. Her “ülke” belli bir nüfusa, bu nüfusun yaşam koşullarına ve siyasal yönetime sahiptir. Bu nedenle de, “bir ülke”den söz edildiğinde, o ülkenin sınıfsal yapısından ve siyasal iktidarından söz ediliyor demektir. Dolayısıyla da “bir ülke” tanımı, o ülkenin devletiyle (kamu) somut bir varlığa bürünür. Bu yüzden bir “ülkenin” ihtiyacından söz etmek, o ülkenin kamu yönetiminin belirlediği belli bir yöndeki ihtiyaçtan söz etmek demektir.)
Bir ülkenin, bir devletin ya da kamunun borçlanma ihtiyacı ne kadar yüksek ve acil ise, onun bulabileceği borç alınabilir sermayenin faizi de o oranda yüksektir. Arz aynı düzeyde kalırken talep arttığı için fiyatlar (paranın fiyatı = faiz) artar.
Bu nedenle “kamunun finansman ihtiyacı”nın boyutları ve aciliyeti hemen her durumda faiz oranlarını belirlediğinden olabildiğince asgari düzeyde tutulmaya çalışılır. Her türlü hamaset ya da milliyetçi söylemler burada devreye girer (“Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”ndan başlayıp “namerde muhtaç değiliz”e kadar uzanan bir dizi demagoji).
Borç verilebilir sermayeye sahip olanlar (ki bunlar “gelişmiş ülkeler” denilen emperyalist ülkelerdir ve sonuçta G7 olarak ifade edilen yedi ülkeden ibarettir) ellerindeki her türlü olanağı (ki bunun içinde siyasal ve askeri güç de vardır) kullanarak (ya da fırsatlardan yararlanarak) daha yüksek getiri (faiz) sağlayacak biçimde hareket ederler. Bu yüzden, herhangi bir tefeci kadar, borç isteyenlerin huyunu, suyunu, niteliğini ve kişiliğini bilmek durumundadırlar.
Bu bilme durumu (ve isteği), verilen borcun faizinin ve anaparasının geri ödenip ödenmeyeceğine ilişkin bir “kanı” oluşturmak demektir. Emperyalist ülkelerin bu konuda fazlaca bir sıkıntısı mevcut değildir. Ellerinin altında Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası finans kuruluşları vardır ve bunlar üzerindeki denetimleri mutlaktır. Bunların görevi de, emperyalist ülkelerin “yatırımları”nı garantiye almaktır. Bu nedenle, emperyalist ülkelerin (borç verilebilir sermaye sahibi ülkeler) borç talebinden bulunan ülkelerin tüm ekonomik, toplumsal, siyasal, askeri (ve elbette finansal) yapısı hakkında kesin bilgiye sahiptirler. Onların bilmediği ya da bilemeyeceği “ekonomik gerçekler” mevcut değildir.
Bu nedenle, borçlanma ihtiyacı olan bir ülkenin (devletin) ekonomik verilerle oynayarak kendi durumunu daha iyi gösterme girişimleri de bu sermaye sahiplerinin bilgisi dışında değildir. Bu açıdan, borç isteyen tarafın ekonomik verilerle oynaması, her durumda borç verenin bu “oyuna” katılmasıyla olanaklıdır.
Ancak emperyalist ülkeler, her ne kadar kendi içlerinde “entegrasyona” girmişlerse de, kendi iç çelişkileri ortadan kalkmaz. Bu nedenle bir bütün olarak emperyalist ülkelerin çıkarları ile tek tek emperyalist ülkelerin çıkarları bir ve özdeş değildir. Emperyalist ülkeler arası rekabet (çelişki) her durumda etkinliğini sürdürür. Bu açıdan da, yukarda ifade ettiğimiz “oyun”un bir bütün olarak emperyalist ülkelerin “bilgisi” dahilinde yapıldığını söylemek olanaklı değildir. Bir ya da birkaç emperyalist ülke bu “oyun”a dahil iken, diğerleri bunun dışında kalabilirler. Bu açıdan “oyun”, bazı istisnalar dışında, tekil emperyalist ülkenin dahil olduğu bir “oyun”dur.
“Oyun”un özü, bir ülkenin borçlanma ihtiyacının gerçek boyutlarının gizlenmesine ilişkindir. Borçlanma ihtiyacının olandan daha düşük gösterilmesi (istatistiksel bir oyun) yoluyla o ülkenin dış borç faiz oranlarının düşürülmesi sağlanır. Ve bu oyun, 2001 yılında Yunanistan’ın “euro bölgesi”ne katılımı sırasında büyük çapta oynanmıştır.
Diğer bir söyleyişle, Yunanistan’ın mevcut borçları ve borçlanma ihtiyacı, “borcu maskeleme” ya da “borcu gizleme” yoluyla olandan daha düşük gösterilmiştir. Bu da, Yunanistan’ın kendi başına yapabileceği bir şey değildir. Çünkü söz konusu olan uluslararası finansmandır.
Yunanistan örneğinde ortaya çıkan “aracı kurum”, dünyanın en büyük “yatırım bankası” olarak tanımlanan Goldman Sachs’tır. Diğer bir “aracı kurum” da (Goldman Sachs’a göre daha küçük oranda) JP Morgan Chase’dir.
Adlarındanda anlaşılacağı gibi, bu iki kurum “dünyanın en büyük özel finans kuruluşları” olsalar da ABD kökenli kurumlardır.
Böylece Yunanistan’ın “euro bölgesi”ne girişi için gerekli “ölçüleri” tutturabilmesi için yapılan “borç maskeleme” oyununu, Yunanistan siyasal yönetimi ile ABD’nin (ve elbette dünyanın) en büyük yatırım bankaları birlikte oynamışlardır.
Yunanistan “euro bölgesi”ne girmek isteyen taraf iken, Goldman Sachs ve JP Morgan Chase birer ABD finans kuruluşu olarak “euro bölgesi”nin dışında bir yapıdır. Oynanan oyun, deyim yerindeyse, ABD finans kuruluşlarıyla birlikte AB ülkelerine yönelik bir oyun olmuştur.
Bu oyundan AB’nin, özellikle AB’nin emperyalist ülkeleri olan Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın ve de İngiltere’nin “haberi” olmadığını düşünmek safdillik olur. Bu ülkeler Yunanistan ile ABD ortak yapımı oyundan haberdardırlar, ancak bu oyunu deşifre etmek için ne yeterli “kanıta”, ne de gerekli ortama sahip değillerdir. Dolayısıyla oyun oynanmış ve AB’nin emperyalist ülkeleri böyle bir şey yokmuşçasına davranmışlardır.
Oyun, en yalın haliyle “borç maskeleme” oyunudur. Yani alınan bir borcun, “borç değilmişçesine” mali kayıtlara geçirilmesidir.
Burada ivedi konu, Yunanistan’ın “euro bölgesine” girebilmesi için gerekli ve zorunlu olan bütçe açıklarının GSYH’nın %3’ünü geçmemiş olmasıdır.
İlk bakışta borçlanmayla, dış borçlarla bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu “kriter”, gerçekte tekil ülkelerin borçlanma ihtiyacı ve borçlarının mevcut düzeyiyle ilgilidir. Yalın biçimde ifade edersek, tekil ülkelerin bütçe açıklarının en önemli ve en büyük “kalemi”, her zaman, dış (ya da iç) borçların faiz ödemeleridir. Yüksek borçlanma ve yüksek faiz oranları, dolayısıyla yüksek bütçe gideri ve açığı anlamına gelmektedir.
Yunanistan oyununda yapılan da borçların “maskelenmesi”, yani Yunanistan’ın dış borçlarının bir bölümünün “doğrudan yatırım” vb. görüntüsü altında gizlenmesidir. Bu gizleme/maskeleme operasyonunda kullanılan “enstrümanlar” ise, Yunanistan’ın gelecek yıllara ait havaalanı ve piyango gelirlerinin “satışı”dır. Yani Yunanistan’ın havaalanı ve piyango gelirlerini teminat göstererek (ipotek) aldığı krediler, “dış borçlanma” kapsamında gösterilmediği gibi, devlet bütçesine “gelir” olarak kaydedilmiştir. Böylece Yunanistan’ın “kamunun finansman ihtiyacı” ve “merkezi yönetim”in “borç stoku” olduğundan çok daha düşük görünmüştür.
Burada “anahtar” kavram, “merkezi yönetim” ya da “genel yönetim” kavramlarıdır.
“Merkezi yönetim”den kastedilen, doğrudan devlet yönetimidir, kamu yönetimidir. Devlet bütçesi, her durumda “merkezi yönetim”in ya da “genel yönetim”in gelir-gider dengesini ifade eder.
Devletin (kamunun) borçlanma ihtiyacı da, devlet bütçesinin “performansı”yla belirlenir. Yüksek bütçe açıkları veren ülkeler, her durumda borçlanmaya gitmek zorundadırlar. Bu zorunluluk ne kadar fazla olursa, borçlanmanın “maliyeti”, yani faizi de o kadar yüksek olmaktadır.
Bu yüzden, hemen hemen pek çok ülke “merkezi yönetim”in iç ve dış borçlarını en aza indirmek (ya da oyunda olduğu gibi, en az göstermek) yönünde hareket ederler.
Bunun basit araçlarından birisi de, bazı harcama kalemlerinin “merkezi yönetim” harcamalarının dışına çıkartılmasıdır. Örneğin, AB’nin “yerel yönetimler özerklik şartı”, sanılanın aksine, “merkezi yönetim”in bütçe kalemlerini azaltmanın bir önkoşuludur.
AKP iktidarı döneminde “merkezi yönetim”den belediyelere “kaynak aktarılması” yerine, doğrudan belediyelerin yetki alanlarının genişletilmesinin arkasında yatan da budur.
Ancak yine de buradaki kalem oynatmalar tek başına yeterli değildir. Çünkü “merkezi yönetim”in bütçe açıkları ve borç stoku, şimdi yerel yönetimleri, yani belediyeleri kapsayarak “genel yönetim” bütçesi ve borç stoku haline getirilmiştir. Artık eski dönemdeki gibi doğrudan “merkezi yönetim”in bütçe açıkları ve borç miktarı değil, yerel yönetimleri de kapsayan “genel” bir bütçe açığı ve borç miktarı ölçütü ortaya çıkmıştır.
Bu ölçütle (kriter) birlikte, “genel yönetim”in bütçe açığının ve borç stokunun boyutları GSYH’ya oranlanarak belirlenmektedir.
Türkiye somutunda ele alırsak, “genel yönetim”in iç borçları 2010-2015 döneminde 93,1 milyar TL, dış borçları 134,1 milyar olmak üzere toplam 227,2 milyar TL artarken, “AB tanımlı borç stoku”nun GSYH’ya oranı 7,7 puan düşmüş görünmektedir.
(milyar TL) |
Genel Yönetim
|
Genel Yönetim
|
Genel Yönetim
|
AB Tanımlı Borç Stoku / GSYH (%) |
2002 |
152,2 |
96,2 |
248,4 |
74,0 |
2010 |
361,2 |
126,4 |
487,6 |
42,3 |
2011 |
377,9 |
156,8 |
534,6 |
39,1 |
2012 |
396,8 |
152,4 |
549,2 |
36,2 |
2013 |
416,4 |
190,6 |
607,0 |
36,1 |
2014 |
429,3 |
204,6 |
633,9 |
33,5 |
2015 3Ç |
454,3 |
260,5 |
714,8 |
34,6 |
2010-2015 |
93,1 |
134,1 |
227,2 |
-7,7 |
Net Hata/Noksan |
|||
2002 |
-758 |
2009 |
2.966 |
2003 |
4.489 |
2010 |
232 |
2004 |
838 |
2011 |
9.008 |
2005 |
1.964 |
2012 |
346 |
2006 |
-227 |
2013 |
2.796 |
2007 |
515 |
2014 |
3.366 |
2008 |
2.733 |
2015 |
11.908 |