Pratikte çalışan, yani kitle çalışması yürüten değişik örgütlerden her devrimcinin ya da halkın ifadesiyle solun en sık karşılaştığı soru, neden ayrı olunduğu sorusudur. Doğal olarak bu soruya, neden birleşmiyorsunuz sorusu eşlik eder. Bu soruların en tipik “argüman”ı, karşı-devrimin (ya da oligarşinin) çok güçlü, buna karşılık devrimcilerin (ya da solun) çok zayıf olduğudur.
Bu “argüman”ın dayanağı olan “vaka” ise, solun çok parçalı oluşu ve her bir parçanın diğer parçalarla sürekli bir rekabet ve mücadele içinde bulunduğudur. Aynı kitleye, hatta aynı tekil bireye hitap eden, onu örgütlemeye çalışan sol örgütlerin çokluğu karşısında herhangi bir kesimi seçme durumunda olmayan kitlenin ya da bireylerin hayırhah tutumu, hemen her zaman solun parçalanmışlığıyla kendisini gerekçelendirir.
Bu durum karşısında her kesim, her örgüt, her dergi çevresi ve hatta her dernek faaliyeti, kendilerinin diğerlerinden farklılığının ideolojik olduğunu söyleyerek, bu ideolojik farklılığın neler olduğunu anlatmaya koyulur. İdeolojik farklılıkların yeterince açıklayıcı ya da ikna edici olmadığı durumlarda ise, aktivizm-pasifizm devreye girer. Böylece genel olarak aynı çizgiyi savunan örgütler arasındaki farklılıklar kimin daha aktif, kimin daha pasif olduğuyla açıklanmaya çalışılır.
Giderek bu açıklama yolları, kimin daha çok insana/kitleye sahip olduğuna ilişkin söylemlere yerini bırakır. Herhangi bir mitingde, herhangi bir protesto eyleminde yahut 1 Mayıs’ta kimin ne kadar “kitle”ye sahip olduğu sayısal olarak ortaya konularak, kendilerinin “doğru yol”da oldukları kanıtlanmaya çalışılır. İdeolojik yan, yani başlangıçta farklılığın temeli olarak ortaya konulan özellikler ikinci plana atılır. Bunun sonucunda da, örgütlerin, hareketlerin, partilerin vb. “kitle ilişkisi” (nicelik) tek ölçü olarak ortaya çıkarken, bireyler ve bireysel ilişkiler belirleyici olmaya başlar.
Artık örgütlerin, hareketlerin, partilerin vb. ideolojik çizgileri, buna bağlı devrim stratejileri, yani devrimin yolu sorunu önemini yitirir, çalışma alanındaki bireyin çevresinde yarattığı etki, o çevrenin o bireye biçtiği değer öne çıkar. Burada öne çıkan şey, şu ya da bu örgütün ideolojik çizgisi, stratejisi, örgütlenme anlayışı vb. değil, şu ya da bu örgütten olduğunu söyleyen bireyin kişisel konumu, prestiji, daha da önemlisi o kitle içinde sürekli varoluşu, onlarla birlikte oluşudur. O çalışma alanında ya da o kitle içinde bulunmamak bir zaaf ve ideolojik çizginin yanlışlığının bir kanıtı olarak kabul edilir.
Hiç tartışmasız bu ve benzeri durumlar tümüyle legal alanlarda ortaya çıkar. Legal, yani mevcut düzenin yasaları çerçevesinde faaliyet yürütülen sendikalarda, mahallelerde, üniversitelerde ve okullarda etkin ve etkili olmak çizginin “doğru”luğunun ölçütü haline gelir. Ama aynı legal alanda birden çok çevrenin, örgütün, hareketin, partinin vb. varoluşu, kaçınılmaz olarak solun parçalanmışlığı ve bölünmüşlüğü sorununu ortadan kaldırmaz. Tersine bu sorunu daha farklı bir boyutta ve daha farklı biçimde yeniden üretir.
Şimdi sorun, legalitenin sınırları içinde ve aynı ortamda yer alan “kitleselleşmiş” çevrelerin vb. neden ayrı olduklarını açıklamaya gelir. Böylece bir kez daha “aktif/pasif” tutumlar öne çıkmaya başlar. Doğal olarak ülkede ve dünyada gelişen her siyasal olay karşısında “bir” tutum almak ve bu tutumu en “aktif” biçimde ortaya koymak, legal alanların olmaz-sa-olmaz koşulu haline gelir. Bir bakıma, “nerede hareket, orada bereket” tutumu, legalizmin en tipik olgusu olur. “Kitle” sürekli hareket halinde tutulur. Legal alanlardaki “köşe başları” tutulduğundan, devrimci mücadeleye sempati duyan, devrimci mücadeleye katılmak isteyen kişiler bu alanların içindeki şu ya da bu kesimle ilişkiye geçer. Legal alandaki şu ya da bu “köşe başını” tutmuş olmak, kendi başına ve kendiliğinden yeni unsurlar bulmayı sağlar. Böylesine doğal ve kendiliğinden bir “kadro” potansiyeline sahip bu legal alanlar artık herşey haline gelir. Hiçbir kesim, çevre, örgüt vb. böylesine kendiliğinden bir potansiyeli terk edemez.
Ülkenin somut koşulları, siyasal gelişmeler daha farklı bir çalışmayı, daha farklı bir örgütlenmeyi ne kadar gerektirirse gerektirsin, böyle bir gereklilik ne kadar saptanmış (sözde, teoride) olursa olsun, bu alanlar terk edilemez. Bir başka ifadeyle, bu legal alanlar, bu örgütlenmeler, hareketler vb. için “kazanılmış mevziler”dir. Bu “kazanılmış mevziler”in terk edilmesi demek, kendi varlık koşullarını yitirmek demektir.
Bu “kazanılmış mevziler”i, buralardaki “gücü” korumak o çevreler için yaşamsal öneme sahip olması, giderek bu alanlarda faaliyet yürüten “diğer” sol güçlerin (çevre, örgüt, hareket vb.) etkili olmasının engellenmesini, varsa güçlerinin kırılmasını gündeme getirir. Böylece bir kez daha solun bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı sorunu ortaya çıkar.
Eğer legal alanda belli bir kesimin “gücü” etkin ve belirleyici konumda ise, bunun karşısında bu alanlarda varolmak ve gelişmek isteyen göreceli olarak daha zayıf “güçler” solun birliğinden, birleşik mücadeleden, etkin “gücün” hegemonyasından vb. söz ederler. Bunun sonucu olarak da “ortak hasıma karşı birleşik mücadele” adı altında birlikler kurmaya, ittifaklar oluşturmaya yönelirler. Bu yolla da, solun çok parçalı oluşundan yakınanlara kendilerinin ne kadar birlik yanlısı olduğunu da kanıtlamaya çalışırlar. Ama eşitsiz gelişim kendi yolunda ilerler. “Ortak hasıma” karşı birlik oluşturanların içinden birileri göreceli olarak daha fazla gelişme göstermeye başlar başlamaz, ilk iş olarak birlikten ayrılır. Göreceli olarak daha gelişkin ve “güçlü” olduğu için de, bu kesimin ayrılması birliğin sonunu getirir. Kalanlar, eski “argüman”ları biteviye yineleyerek “birlik” sözünü dillerinden düşürmeseler de, olan olmuştur. Sol, bir kez daha ayrışmış ve bölünmüştür.
Bir kez daha solun neden çok parçalı olduğu, neden ayrıştığı, neden birleşemediği sorusu ortaya çıkar.
Bu döngü sürekli yinelenir. Her seferinde “ortak hasıma”a karşı “birlik” olmaktan, birlikte hareket etmekten, “birleşmek”ten söz edilir. Her seferinde, “zayıf” güçlerin birleşmesi gerektiğine ilişkin teoriler ortaya atılır. Bunu “birlik girişimleri” izler. Bloklar oluşturmak için, güç birlikleri kurmak için yapılan girişimler bir süreliğine gündem oluşturmaya başlar. Güçlerin birliğiyle ortaya çıkacak yeni olanaklardan ve fırsatlardan söz edilir. Umutlar yeşerir. Böylece bir kez daha döngünün başına dönülür. Aynı döngü aynı biçimde işler ve sonuçta bir kez daha ayrışma ortaya çıkar.
Solun tarihi, neredeyse birleşmenin, ayrışmanın, yeniden birleşmenin ve yeniden ayrışmanın tarihidir. Ama yakından bakıldığında, soldaki birlik-ayrışma döngüsünde en tipik olan, örgütlerin birliği değil, örgütler arası birliktir. “Birlikçi” sol örgütler, örgütsel varlıklarını koruma ve kollama temelinde “birlik” oluşturma yönünde hareket ederler. Bu nedenle, en belirgin “birlik” tipi, “güç ve eylem birliği”dir. Genellikle “maoist” kesimlerin kendi dışlarındaki “revizyonist, oportünist ve küçük-burjuva devrimcileri”yle kurdukları ilişkilerde gündeme gelen bu “güç ve eylem birliği”, bir zamanların popüler söylemiyle, “eylemde birlik, ajitasyon ve propagandada serbestlik” temelinde oluşturulmaya çalışılır. Ama her durumda, herhangi bir kitle eyleminde ya da protestoda, her kesim kendi yapısıyla, ilişkisiyle, “kad-ro”larıyla ve kendi “bayrakları” etrafında bir araya gelir. “Eylem” süresince, bir yandan önceden belirlenmiş “ortak sloganlar” atılırken, diğer yandan her kesim kendine özgü “sloganları” olabildiğince öne çıkarmaya çalışır. Bu nedenle, “kortej”in en önünde yer almaya çabalarlar. Kimin “pankartı”nın kimin önünde ya da arkasında yer alacağı sorunu, bu “güç ve eylem birliği”nin çözmek zorunda kaldığı en “güç” sorun haline gelir.
Böylece “güç ve eylem birliği”, belli bir alanda çok sayıda insanın bir araya gelmesini sağlayan bir nicelik gösterisine dönüşür.
Yıllarca denenmiş ve her seferinde yeniden ayrışmalara yol açmış bu “birlik” anlayışı, giderek yerini daha “farklı” birlik arayışlarına bırakmıştır.
Bu yeni “birlik” arayışının tipik özelliği, her örgütün, çevrenin, hareketin, partinin vb. kendi örgütsel yapısını koruyarak, bir “çatı” örgütü altında bir araya gelmelerini sağlamak olmuştur.
Bu “yeni birlik” anlayışı, ilk kez “sosyalist aydınlar”ın çağrısıyla Temmuz 1989 yılında başlayan “Kuruçeşme Toplantıları”nda ortaya atıldı. Bu anlayışa göre, “solun birliği”, kendisini solda tanımlayan örgütlerin ve tekil bireylerin katılabileceği bir üst yapıyla, bir platformla ya da bir “çatı partisi”yle gerçekleşmelidir. Bu yapıda, örgütler, örgütsel varlıklarını korumakla birlikte içinde yer alınan “çatı”nın iradesine bağlı olacaklar ve kararlar, örgütlerin ve tekil bireylerin “demokratik katılımı”yla alınacaktır.
Bir bakıma “sol aydınlar” ile “sol örgütleri” bir ve aynı potada “birleştirmeyi”, ama sonal olarak “sol örgütleri” eritmeyi hedefleyen bu “birlik” anlayışı, ülkedeki “sol politik mücadeleyi” tek elden ve tek merkezden yönetmeye aday legal bir parti oluşturmayı amaçlar. Bu anlayışın en tipik özelliği, tekil bireyler (“sol aydınlar”) ile örgütleri bir ve eşit kabul etmesidir.
2011 yılında kurulan HDK pratiğinde en gelişmiş halini alan bu anlayış, 80’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde esen glastnost-perestroyka rüzgarlarıyla ortaya çıkmış ve doğrudan leninist parti örgütlenmesine karşı geliştirilmiştir. Temelinde, “dünya komünist hareketi”nden kopmuş küçük-burjuva aydınlarını “komünist partisi”ne yeniden kazanmak amacıyla bu aydınlara parti içinde özgürlük (özerklik) tanınması ve bu yolla partiye katılımlarının sağlanması yatar.
Kuruçeşme Toplantıları kendi içinde bir “mutabakata” ulaşmadan, 1990 başlarında dağılırken, “sol aydınların”, “aydın” denilen tekil bireylerin (legal ya da illegal) siyasal örgütlerle eşitlenmesini sağlayarak ve leninist parti örgütlenmesini önemsizleştirerek “büyük” bir “başarıya” imza atmıştır. Böylece hiçbir ideolojik çizgiye, stratejiye, örgütlenme anlayışına sahip olmayan tekil bireyler (“sol aydınlar”), sanki tek başlarına bir “örgüt”müşçesine kabul edilir olmuştur.
Bu anlayışın hararetli savunucularından olan bir “örgüt şefi” şöyle diyebilmiştir: “... İdeolojik-teorik üretim, bir parti ya da örgütün kapasite ve hiyerarşik sınırları içinde değil, marksizm-leninizmin geniş sınırları içinde yapılmalı ve parti-örgüt bu geniş malzeme içerisinde kendine uygun olanı seçme olanağına kavuşmalıdır.”
Sonuçta, örgüt ya da parti denilen şey, belli ve belirlenmiş bir devrim anlayışı etrafında örgütlenmiş insanların birlikte hareket ettikleri, mücadele yürüttükleri bir yapı olmaktan çıkartılmaya çalışılmıştır.
Ve herkesin bilebileceği gibi, bu anlayış çevresinde toplaşanlar, bir süre sonra ayrışmışlar ve değişik adlarla legal partiler kurmuşlardır. Ocak 1991’de 1960’ların ünlü TİP oportünisti Sadun Aren’in[1*] başkanlığında TİP-TSİP ve TKP’nin kalıntılarıyla SBP (Sosyalist Birlik Partisi), 1994’de yine Sadun Aren’in başkanlığında SBP’lilerle KSD ve Metin Çulhaoğlu’nun “Sosyalist Politika” dergisi çevresinin katılımıyla BSP (Birleşik Sosyalist Parti) ve 1996 yılında Sadun Aren’in onursal başkanlığını yaptığı, ağırlıklı olarak DY kalıntılarının içinde yer aldığı ÖDP oluşturulmuştur.
Her ne kadar “Kuruçeşme Toplantıları”n-da ortaya atılan “birlik” anlayışı birleştirici olmamışsa da, bağımsız bireyler ile örgütleri özdeşleştiren niteliği kalıcı sonuçlar üretmiştir.
Bu anlayışın tutmaması üzerine bir kez daha “klasik” birlik arayışlarına geri dönülmüştür.
Bir yandan “komünistlerin birliği” adıyla ayrışmış “komünist”lerin, yani Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin çizgisinde yer alan ayrı yapıların birliğini oluşturma girişimleri yapılırken, diğer yandan eski tarzda “güç ve eylem birliği” girişimleri olanca hız ve bereketiyle sürdürülmüştür.
“Dergiler Platformu” türü “birlik” girişimlerini “Devrimci Seçim Bloku” girişimi izlemiş ve 1993 Haziran’ında PKK’nin içinde yer aldığı “Devrimci Demokratik Güç Birliği”ne gelinmiştir. Hepsi bir dizi “birlik toplantıları” düzenlemişler ve birkaç ortak bildiri yayınlamanın ötesine geçememişlerdir.
Tüm bu yeni ve eski tarz “birlik” girişimlerinin başarısız kalması karşısında, bir kez daha herkes kendi anlayışı çerçevesinde örgütlenmeye gitmeye başlamıştır. Bu örgütlenmelerin tipik özelliği ise, bir dergi etrafında legal olarak örgütlenmek ve değişik adlarla “kültür merkezleri” kurmak olmuştur.
Türkiye solunun müzmin/kronik ayrışma-birleşme-yeniden ayrışma ve yeniden “birlik” olma halleri, nihayetinde, illegal örgütlerin neredeyse tümüyle tasfiye edilmesine, marksist-leninist örgütlenme anlayışının bir tarafa bırakılmasına ve her türden marksist-leninist ilkenin “işe yaramaz” ilan edilmesine ulaşmıştır.
Adı ister “platform” olsun, ister “güç birliği”, “blok” ya da HDP örneğinde olduğu gibi “parti” olsun, her durumda marksist-leninist ilkelerin dışlandığı yapılaşmalar ya da yapılaşma girişimleri başlı başına bir “mevlana tekkesi” oluşturmaktan öteye geçmemiştir. Yüz bin kere tövbe edenler, mevleviler gibi dönmekten başı dönenler, her türden bireyselleşmiş bireyler, kendilerini bulunmaz hind kumaşı zannedenler, tek dertleri kendi dergilerinin ya da oluşumlarının adının duyrulması olanlar, kendilerine sol bir meşruiyet bulmaya çalışanlar, “Marks da benim gibi düşünmeyiversin” diyenler, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeç-meyen”ler, gününü gün edenler, “zamanın ruhu”na uygun olarak legalizmin kanatları altında anı yaşayanlar, velhasıl kelam bilcümle revizyonistler, oportünistler, dönekler, devrim kaçkınları bu tekkelerin sürekli müdavimleri olup çıkmışlardır.
Bu kadar “birlik” oluşumu, bir o kadar “birlik” girişimi ortalıkta dolaşırken, ister istemez “sol neden birlik olmuyor” sorusu da kolayca yanıtlanabilir olmuştur.
Kim ki solun bölünmüşlüğünden, neden birlik olamadığından söz ederse, hemen bu “birlik” oluşumları ve girişimleri karşı-kanıt olarak sunulabilmektedir. Elbette bu türden “ilkesiz birlik”lere katılmayanlar, büyük bir “günah” işlemişçesine “birlik karşıtı” olmakla kolayca suçlanabilmektedir.
Bugün Türkiye solunda, devrimci hareketinde yasal-olmayan, illegal olan pek az örgütlenme kalmıştır. Bu illegal örgütler, hiç tartışmasız legalist “birlik” girişimlerine çağrılmazlar. Ne de olsa kurulması planlanan “birlik”ler baştan ayağa legal oluşumlardır. Bunların içinde adına uygun illegal örgütler, bir tehlike unsuru olarak kabul edilir. İllegaliteden vazgeçmeyen, tüm örgütsel çalışmasında illegaliteyi temel alan bir örgüt, ne kadar “legal” olanaklara sahip olursa olsun, bu legal ve legalist “birlik”lerde yer alamazlar. Bu durum silahlı devrimci mücadeleyi savunan örgütler için de geçerlidir.
Bu legalist “birlik”çilerin ortak bir diğer özelliği de, şıracının tanığı bozacı olur örneği, birbirlerini meşrulaştırmaları ve birbirlerini aklamalarıdır.
Her türden ve her cinsten dönek, devrim kaçkını, kendi örgütüne ve yoldaşlarına ihanet etmiş olanlar onların arasında kendisine rahat ve huzurlu bir “yuva” bulur. Dönekler, yani “sol”dan sağa ya da neo-liberal sol’a geçenler; kendi örgütlerinin çizgisini bir çırpıda “yanlışlayanlar”; kendi örgütlerini kolayca feshedenler; her türlü örgütlülüğü “ağır” bir yük gibi boyunlarında taşıdığını ilan edip, bu “yük”ten bir an önce kurtulmayı yeğleyenler; örgütlülüğün karşısında örgütsüzlüğün propagandasını yapanlar ve nihayetinde “bağımsız sosyalist aydın” olarak “sol piyasa”da kendisine kariyer yapanlar; işte tüm bunlar yeni “yuva”larında rahat ve huzur içinde yaşarlar. Eski örgütsel yapıların üst, orta ve alt düzey yöneticileri, teorisyenleri, şefleri ve ünlü silahşörleri bunların en ön saflarında yer alırlar.
Francis Fukuyama “tarihin sonu”nu ilan ettiği gibi, bunlar da “örgütlerin sonu”nu ilan ederler. Elbette onların “örgüt” diye bir kenara attıkları ve bir kenara atılmasını istedikleri örgüt, marksist-leninist örgütten başka bir şey değildir. Onlar için, demokratik merkeziyetçi, yukarıdan aşağıya örgütlenen, asgari marksist-leninist formasyona sahip ve fiilen bir örgüt biriminde çalışan kadrolardan oluşan, illegal ve gizli marksist-leninist örgüt,[2*] “bireysel özgürlükleri” ortadan kaldıran, politik olmaktan çok “askeri” olan bir yapıdır. Doğal olarak böyle bir örgüt, “bireysel özgürlüklerin” savunucusu, kolektif çalışmadan çok, tekil/bireysel çalışmayla karakterize olan “demokrat” bireysel aydınlar için dar ve sıkıcıdır.[3*]
Özetle söylersek, 90’larda ortaya çıkan yeni “birlik” arayışları ve anlayışları, devrimci örgütlerin tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Her “birlik” girişimi ya da her kurulan “birlik”, yeni bir ayrışmanın başlangıç noktası olsa da, leninist örgütlenme anlayışının bir bütün olarak reddedilmesi hepsinin ortak paydası olmuştur.
Şüphesiz solun “birlik olamamanın müzmin tarihi” belli bir yerde sona ermemektedir. Kendilerini hiçbir ilkeye bağlı hissetmeyenler, doğal olarak her başarısız “birlik” girişimlerinden bir süre sonra bir başka paydaşlarla yeniden “birlik” oluşumlarına gidebilmektedirler. Bunun için her dönemin ya da bir zamanların “şöhretler”inin içinde yer aldığı “birlik” girişimlerine bakmak yeterlidir.
Her yeni “birlik” girişimi, solun çok parçalılığından/bölünmüşlüğünden yakınan ya da bu çok parçalılığı en temel sorun olarak gören kesimlerde büyük umutlar yaratır. “Birlik” girişimlerinin istenen ve beklenen sonuçları vermediği her durumda, yeni girişimlerle yeni umutlar yaratılır. Bunun her zaman bir alıcısı, bir “müşterisi” vardır.
Bugün “yeni” umut, “Birleşik Muhalefet Hareketi” diye başlayan, daha sonra “Birleşik Haziran Hareketi” adını alan yeni “birlik” girişimidir. Bir bütün olarak eski DY kalıntıları ile SİP-TKP’sinin bölüntülerinin “ittifakı” olan bu son “birlik” girişimi, estirilen tüm medyatik rüzgarlara rağmen amorf/biçimsiz, amaçsız ve ilkesiz “birlik” arayışlarının en sonuncusudur.