Bugün içinde yaşadığımız somut koşullarda, herhangi bir ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve askeri olay ya da olgu, genel olarak emperyalist sistemin, özel olarak verili bir ülkedeki mevcut düzenin sınırları içinde ve bu sınırlar içinde yer alan güçlerin karşılıklı ilişki ve çelişkileriyle ele alınır ve açıklanır.
Örneğin, IŞİD olayında, Suriye ve Irak’ta yer alan güçler ne kadar çok ve bunların karşılıklı ilişkileri ne kadar çok yönlü ele alınırsa alınsın, her durumda emperyalist sistem ve emperyalist ülkelerin genel ve bölgesel çıkarları hesaba katılmaksızın açıklanamaz. Diğer yandan, IŞİD’in kendisi başta olmak üzere tüm yerel ve bölgesel güçler de yine emperyalist sistemin içinde yer alan güçlerdir. Durum böyle olduğu için, IŞİD olayından zarar görenlerin de, IŞİD karşıtı güçlerin de ve bizatihi IŞİD’in kendisinin de emperyalizmle ve emperyalist ülkelerle, şu ya da bu oranda, doğrudan ya da dolaylı olarak bir ilişkisi vardır. Bu nedenle, “denk-lem”in bir tarafına IŞİD, diğer tarafına ister PYD ya da Kuzey Irak Özerk Kürt Yönetimi yahut Suriye’deki Esad/Baas rejimi, Irak’daki şii yönetimi konulsun, her durumda emperyalizm ve emperyalist ülkeler (bir zamanların moda sözcüğü ile “yeni dünya düzeni”) “denklem”in asli unsuru, hatta doğrudan “denklem” oluşturucusu olarak karşımıza çıkar.
IŞİD olayının ortaya çıkışına yönelik tahliller de, IŞİD olayının geleceğine ilişkin yapılan öngörüler de, bu “denklem” içinde yer alan unsurlar çerçevesinde yapılır.
Bir başka örnek olarak Türkiye’deki siyasal durumu ve siyasal gelişmeleri verebiliriz.
Burada “denklem”in bir tarafında (ister şeriatçı, ister islami-faşist olarak tanımlansın) AKP yer alırken, diğer tarafından parlamentodaki muhalefet partileri başta olmak üzere tüm AKP karşıtı kesimler yer alır. Bu “denklem”de, AKP ve AKP’nin karşısındaki güçlerin en temel ve ortak özelliği, mevcut sistemin/düzenin şu ya da burasında yer alan güçler olmalarıdır.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde açık biçimde görüldüğü gibi, her aday, 12 Eylül anayasasının meşruiyetini sağladığı mevcut düzenin yasallığı içinde yer alan güçlerin adayı olarak ortaya çıkmıştır. Bunların “dışında” olduklarını ilan ederek seçimi “boykot” eden kesimler de (SİP-TKP’si, Halkevciler, ÖDP vs.) mevcut düzen sınırları içinde “muhalefet” konumunda kalmayı sürdürmüşlerdir.
“Ne olacak bu memleketin hali?” sorusunu soranlar da, AKP iktidarının şeriat devletine doğru ilerleyişinin durdurulması gerektiğini düşünenler de, laiklik savunucuları da, kendisini “solda” tanımlayanlar da ve “sol” parti ve örgütler de kendilerini “denk-lem”in bir tarafı olarak tanımlasalar da, emperyalizmin bölgesel çıkarlarının getirdiği ilişkileri, Amerikan emperyalizminin emperyalist sistemdeki başat konumunu görmezlikten gelemezler.
En tipik ve en çok kabul gören, AKP iktidarının Amerikan emperyalizminin ekonomik, siyasal ve askeri çıkarlarının bir ürünü olduğu belirlemesidir. Bu nedenle, AKP’nin iktidar oluşu kadar iktidarda kalışının da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ve bu çıkarlarını “realize” etme koşullarına bağlı olduğu kabul edilir. Böylece Amerikan emperyalizmi ile AKP iktidarının karşılıklı ilişkisi ve çelişkisi, tüm süreçte sürekli gözetilen ve izlenilen ana unsur durumundadır.
İşte bu “denklem” içinde, AKP iktidarından “kurtuluş”un, her ne kadar “muhalefet” güçlerinin birleşik ve birlikte mücadelesiyle olacağı iddia edilirse edilsin, genel kanı, Amerikan emperyalizminin tutumuna bağlı olduğudur.
Bu değerlendirmelerimize karşı çıkanlar, “hayır, biz öyle değiliz”, “biz bu denklemin dışındayız” diyenler elbette olacaktır ve vardır da. Bu kesimlerin yanıtlaması gereken soru, mevcut AKP iktidarının nasıl devrileceği (ya da AKP iktidarından nasıl kurtulunacağı) sorusundan çok, AKP iktidarının yıkıldığı koşullarda kimin iktidar olacağıdır.
Kendisini “solda” tanımlayan, “solcu” olarak gören, kendisini “sosyalist”, “komünist”, “marksist” vb. ve hatta “devrimci” olduğunu söyleyen hemen herkesin bu soruya yanıtı, “gönlünden geçeni” söylemekten ibarettir. Yani “demokratik” ya da “sosyalist” bir devrimdir. Bu devrim de, SİP-TKP’sinin “Devrimden Sonra” adlı sinema filminde olduğu gibi, ülkenin insanlarının bir sabah uyandıklarında öğrendikleri bir şeydir.
Siyasal mücadele mevcut düzenin yasallığı içinde ele alındığı gibi, siyasal mücadelenin araçları da bu yasallığın çerçevesi içinde ele alınır. AKP iktidarı 12 Eylül anayasasından gelen bir yasallık içinde hareket ettiği sürece de “yasadışı” mücadele araçları sadece soyutlama düzeyinde (ki bu bile cesaret istemektedir) ifade edilebilmektedir.
Oysa sözünü etmiş olduğumuz siyasal olaylar ve gelişmeler, geçmişte, örneğin 1980 öncesi dönemde ele alınmış olsaydı, hiç tartışmasız, “sol”da yer alan herkes devrimden yola çıkarak ve devrimi hedefleyerek, devrimci mücadeleden ve silahlı mücadeleden söz ediyor olurdu. Bunlar ne kadar “ortak” söylemler olursa olsun, her durumda yine de farklılıklar, ayrışmalar olurdu. Kimisi silahlı devrimci mücadele için öncelikle toplumsal muhalefetin gelişmesinin ve birleşmesinin beklenmesini savunurdu, kimisi ise, doğrudan silahlı devrimci mücadelenin toplumsal muhalefeti birleştireceğini ve geliştireceğini savunurdu. Kimileri silahlı mücadelenin nesnel ve öznel koşullarının olgunlaşmasını beklemekten, kimileri silahlı mücadelenin değişik biçimlerinden (örneğin silahlı ayaklanma, barikat savaşı vb.) birisini esas alırdı. Ama her durumda, mevcut düzenin şiddet yoluyla devrileceği tartışmasız kabul edilirdi.
Böylece bir tarafında mevcut düzenin (ve emperyalist sistemin), diğer tarafında düzen karşıtı güçlerin yer aldığı bir “denklem” söz konusu olur. Bugün varolmayan tek şey, gerçek “denklem”in karşıt ucu olan devrimci mücadele, özel olarak silahlı devrimci mücadeledir.
Bugün, 12 Eylül öncesinden farklı olarak, hiç kimse silahlı devrimci mücadeleden söz etmiyor değildir. Silahlı mücadeleyi savunan örgütler ya da yapılar olduğu gibi, “silah”ın halihazırdaki ilişkiler içinde belli bir işleve sahip olduğunu (en azından “çözüm süreci” açısından) savunanlar da vardır. Ama silahlı mücadeleyi savunanlar da, savunurmuş gibi görünenler de, silahlı devrimci mücadelenin somut tarihsel koşullarda nasıl gerçekleştirileceği ve nasıl sürdürüleceği konularına fazlaca ilgi duymamaktadırlar. Yine de “silah”ı, bir ajitasyon ve propaganda aracı olarak gören ve bu görüş açısından zaman zaman “silahlı eylem” yapan kesimler mevcuttur. Günümüzün en önemli sorunlarından birisi de, bu tür anlayışla yapılan “silahlı eylemler”in silahlı devrimci mücadele olduğu zannedilmesidir.
Sözün özü, bugün Türkiye’deki siyasal gelişmeler içinde yer almayan ve yer verilmeyen tek şey, silahlı devrimci mücadeledir. Silahlı devrimci mücadelenin, yaşanılan tüm siyasal sorunların temel çözücüsü olduğu gerçeği görmezlikten gelinmektedir. Bu görmezlik durumu, silahlı devrimci mücadelenin zorluğu ve gerektirdiği fedakarlıkların göze alınamamasıyla da ilintilidir.
AKP iktidarı karşısında “tüm güçler”in birliğinden, beraberliğinden, birleşik mücadelesinden söz edenlerin bile devrimden, devrimci mücadeleden söz etmemeleri yaşanılan somut tarihsel koşulların en tipik özelliğidir. Bir diğer tipik özellik ise, devrimin, devrimci mücadelenin ve bunun özel biçimi olan silahlı devrimci mücadelenin ne olduğunun bilinmemesi, daha tam ifadeyle, bu kavramların içeriklerinin boşaltılmış olmasıdır.
Devrim kavramı, en sıradan malların reklamlarında bile kullanılan basit bir “farklılık” ile özdeşleştirilebilmiştir. Bu bağlamda devrim, herkesin kendi öznel dünyasında bile yapabileceği bir “yenilenme”, “değişiklik” durumudur. Böylece “yeni veya önemli ölçüde değiştirilmiş mal ya da hizmet, yeni bir pazarlama yöntemi, yeni bir organizasyon yöntemi”, kısacası “inovasyon” olarak tanımlanan şey ile devrim neredeyse özdeşleştirilmiştir.
Burada yapılması gereken ilk şey, içeriği boşaltılmış ya da gerçek içeriklerinden soyutlanmış kavramları yerli yerine oturtmaktır. Bu yapılmadığı sürece, ister devrimden söz ediliyor olsun, herhangi bir şeyi değerlendirebilmek, tartışabilmek ve yapabilmek olanaksız olacaktır.
Bilimsel olarak kavram, nesnel gerçekliğin insan beyninde yansıma biçimidir. Dolayısıyla, kullanılan kavramlar, aynı zamanda kişinin ya da ortaya konulan düşüncenin nesnel gerçekliği nasıl kavradığını, algıladığını ortaya koyar. Bu yüzden, her dünya görüşü ya da siyasal görüş, kendi kavrayışını belli kavramlarla, kavramlar dizgesi ile ortaya koyar. Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği belirlenmiş sözcükler, böylece belli bir görüşün ifade edilmesinin temel araçları durumundadır ve bu yolla kavram haline gelirler. Tanımlanmamış ve her istenildiğinde değişik anlamlara sokulabilen kavramlar, kaçınılmaz olarak belirsizliği ortaya çıkarır ve bu tür kavramlarla ortaya konulan görüş ve düşünce her yöne çekilebilir bir nitelik kazanır. Bu da, her türden oportünizmin, legalizmin kendisini kolayca gizleyebilmesini olanaklı kılar.
Devrim, ister demokratik halk devrimi, ister sosyalist devrim olsun, her durumda kurulu düzenin topyekün, yani altyapısından üstyapısına kadar yıkılması ve yerine yeni bir sosyo-ekonomik düzenin, yeni ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel vb. bir düzenin kurulmasıdır. Bu nedenle, devrim kavramı, her durumda mevcut kurulu düzenin ne olduğunun, neden yıkılması gerektiğinin ortaya konulmasını ve bunun yerine geçecek olan “yeni”nin ne olacağının belirlenmesini (devrim programını) gerektirir.
İkincisi, devrim, devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin ortaya konulmasını gerektirir. Bu yönüyle devrim, devrim stratejisine bağlı olarak yürütülen bir mücadele süreci olarak karşımıza çıkar.
Ama devrim, sıradan bir “yenilik”, “farklılık” ya da “inovasyon” olarak “algı”landığı sürece, bırakın yeni toplumsal düzen kurmayı, AKP iktidarından “kurtulma” yolu olarak bile görülmeyecektir.
Devrim kavramının içeriği böylesine boşaltılınca, kaçınılmaz olarak devrimci mücadelenin de, silahlı devrimci mücadelenin de içeriği boşaltılmıştır.
Kendisine devrimci diyen birisinin ya da bir örgütün yürüttüğü mücadele “devrimci mücadele” olarak tanımlanırken, silahlı devrimci mücadele de, kendisine devrimci diyen herhangi bir kişinin yaptığı “silahlı eylem” olarak kabul edilebilmektedir. Böylece içeriği boşaltılmış kavramlara dayanarak, bu kavramların popüler etkilerini gözeterek belli bir söylem geliştirilebilmektedir. Günümüz somutluğunda bunun en tipik örnekleri, IŞİD, “Rojava Devrimi” ve Kobanê olaylarında ortaya çıkmıştır.
Bu olaylarda görüldüğü gibi, en basit askeri gerçekler kolayca ajitasyona kurban edilebilmekte, Suriye’de merkezi otoritenin gücünü yitirmesiyle ortaya çıkan iktidar boşluğu “devrim” olarak tanımlanabilmektedir. İnsanların İstanbul’dan son model “klimalı” otobüslere törenle binerek, (zorunlu askerlik yasası nedeniyle askere gider gibi) silahlı çatışmaların yaşandığı, daha açıkçası insanların yaşamlarını yitirdiği Kobanê’ye “IŞİD’le savaşmak için” sınırları “aşması” ve birkaç saat sonra aynı yerden geri dönmeleri kolayca yüceltilebilmektedir. Daha da trajik olanı, insanların inşaat vincini izlermişçesine Kobanê’deki çatışmaları evlerin çatısından “naklen” izlemeleridir.
Her şey yerli yerine oturtulmalıdır.
Siyasal mücadele, bir iktidar mücadelesidir. İktidarın şu ya da bu yolla, yasal ya da yasadışı araçlarla ele geçirilmesi ve ele geçirilen iktidar aracılığıyla kendi programını uygulama olanağına sahip olmasıdır.
Devrimci mücadele, siyasal mücadeledir. Mevcut siyasal iktidarın (emperyalizmin ve oligarşinin egemenliğinin AKP hükümeti aracılığıyla sürdürülmesi) yıkılması ve yerine devrimci bir halk iktidarının oluşturulmasını hedefler.
Silahlı mücadele, askeri bir mücadeledir, askeri savaştır. Her askeri mücadele gibi, bir askeri gücün diğer (düşman) bir askeri gücü yenilgiye uğratmayı, düşmanın askeri gücünü imha etmeyi, kısacası savaşamaz hale getirmeyi amaçlar.
Askeri savaş, düzenli ordular arasında olabileceği gibi, düzenli ordular ile gayri-nizami (düzensiz) askeri güçler arasında da olabilir. Gayri-nizami savaşın en tipik biçimi gerilla savaşıdır. Hareketli savaş, gerilla savaşının bir üst evresini oluşturur.
Silahlı devrimci mücadele, politikleşmiş bir askeri savaştır. Bu savaşta, askeri savaşın bir biçimi (gerilla savaşı), devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülür. Amaç, mevcut düzene karşı olan ve bu düzenin yıkılması için mücadeleye hazır olan güçlerin örgütlenmesiyle sınırlı değildir. Politikleşmiş askeri savaşın temel amacı, bir yandan kitlelerle temas kurarak, siyasi gerçekleri açıklayarak halk kitlelerini bilinçlendirmek, diğer yandan bilinçlenen kitleyi örgütlemektir. Böylece gerilla savaşı, mevcut düzenin değişmesi gerektiğinin bilincinde olan kitlelerin siyasal-kitlesel mücadele biçimi olarak ortaya çıkar. Bir diğer ifadeyle, gerilla savaşı, kitlelerin mevcut düzene karşı ya da gelişen olaylara karşı tepkilerini dışa vurdukları bir politik kitle mücadelesidir.
Yasal ya da barışçıl kitlesel eylemler (ki genellikle gelişen olaylara karşı bir “protesto” niteliğine sahiptir) de politik kitle mücadelesinin bir biçimidir, ancak ikincil niteliktedir. Bu ikincil politik kitle mücadele biçimleri, mevcut düzenin yasallığı içinde kalabileceği gibi, bu yasallığın aşıldığı ve kendi kendine bir meşruiyet elde ettiği koşullarda da sürdürülebilir. Ama her durumda mevcut siyasal iktidarın yasal ya da yasal görünüme büründürülmüş şiddeti ile yüzyüze gelecektir. Bu nedenle de, daha ilk andan itibaren mevcut siyasal iktidarın zor ve şiddetine karşı alternatif örgütlenmelere sahip olmak zorundadır.
İşte bu alternatif örgütlenmenin en gelişmiş ve örgütlü hali gerilla savaşıdır.
Silahlı devrimci mücadele ya da bunun bir biçimi olan gerilla savaşı, bir günde, bir gecede ya da birkaç haftada örgütlenebilen bir savaş değildir. Devrimci politik amaçlarla, yani siyasi gerçeklerin açıklanmasının bir aracı olarak ele alınan gerilla savaşı, belli bir hazırlığa ve ön örgütlülüğe sahip olmaksızın yürütülen tekil silahlı eylemler düzeyine indirgenemez. Aynı şekilde, gerilla savaşı, yasal ya da barışçıl kitle eylemleri gibi gelişen siyasal olaylara karşı bir “protesto”yu ifade eden silahlı eylemlere de indirgenemez.
Silahlı devrimci mücadele ve onun bir biçimi olarak gerilla savaşı, belli ve belirgin bir stratejiye, politikleşmiş bir askeri savaş stratejisine bağlı olarak sürdürülmek durumundadır.
Gerilla savaşı, küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru ilerleyen bir savaş sürecidir. Bu mücadele süreci, kaçınılmaz olarak bir hazırlık aşamasını içerir. Hazırlık aşaması, gelecekteki gerilla savaş alanlarında gizli örgütlenmeyi ve gerilla güçlerinin ön eğitimlerini, teknik hazırlıklarını kapsar.
Legalizmin ideolojik hegemonyası altında “barışçıl/legal” mücadele araçlarıyla mevcut iktidarın yıkılabileceği “umudu”, her şeyden önce gerilla savaşını frenler, hazırlık aşamasının uzamasına ve kendi içinde tahribata uğramasına yol açar.