Seçimler, geniş halk kitlelerinde bir şeylerin değişebileceği beklenti ve umutlarının arttığı, bu yolla mevcut toplumsal-siyasal sisteme (bir süreliğine de olsa) bağlandığı ve sistemin kendi işleyiş kurallarına daha fazla uyduğu bir ortam yaratır.
Öte yandan seçim ortamlarında ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz beklentiler, kitlelerin politikayla daha fazla ilgilenmesine yol açtığı gibi, kendi içlerinde bölünmesine, ayrışmasına ve hatta uzun süreli kutuplaşmasına da yol açar.
Olağan zamanlarda siyasetle fazlaca ya da hiç ilgilenmeyen insanlar, seçimlere katılarak (oy vererek) ülkenin siyasal yapısının biçimlendirilmesine katkıda bulunurlar. Oy tercihleri de, siyasete ne kadar uzak olduklarına göre belirlenir. Etkili bir siyasal reklam, hoş bir müzik klibi, siyasetçiye ilişkin yaratılmış olan "algı", oy tercihlerini belirleyebildiği gibi, "hasımlar", "ötekiler" vb. söylemler de oy tercihini belirleyebilmektedir. Siyasetten uzak insanların oy tercihlerini değiştirmeye yol açan en temel etmen ise, ortaya çıkacak seçim sonuçlarının o güne kadar sürdürdükleri ve fazlaca da hoşnutsuz olmadıkları yaşamlarını alt-üst edebileceğine ilişkin bir beklentinin yaratılmasıdır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın "sert", "uzlaşmaz" söylemleri, böylesi bir beklenti yaratmak üzere kurgulanmıştır. Kimilerinin "toplumu kutuplaştırma siyaseti" olarak tanımladıkları bu "beklenti yaratma" yöntemi, apolitik kesimlerin seçimlere katılımını ve oy tercihlerini birincil dereceden belirleyebilmektedir. Bu da, sistemi sahiplenme, sisteme aidiyet ve sisteme bağlı kalma tutumlarını pekiştirmeye hizmet etmektedir.
Seçimler, diğer yandan iktidar olmanın "nimet"lerinden yararlanan kesimlerin varolan çıkarlarını korumaları yönünde bir harekete yol açar. "Muhalif" kesimler açısından ise, seçimler, varolan iktidardan kurtulmanın somut ve gerçek bir aracı olarak görünür. Bu da, sisteme bütünsel olarak "muhalif" olanların bir süreliğine sisteme tabi olmalarını getirir.
Bir başka açıdan, seçimler, mevcut toplumsal yapıdaki değişik sınıf ve tabakaların siyasal düzeylerini ölçmenin bir aracıdır. Marks'ın deyişiyle, bu da seçimlerden beklenebilecek tek şeydir.
Ülkemizde seçimler, ister genel seçimler olsun, ister yerel seçimler olsun, her zaman siyasal iktidar ile toplumsal muhalefet arasında bir hesaplaşma ortamı olmuştur. Bu nedenle de, sistem toplumsal muhalefeti değişik yol ve araçları bertaraf edemediği, pasifize edemediği koşullarda seçimlere giderek, toplumsal muhalefeti bir süreliğine sistem içi değişim beklentisine yöneltir.
Bu sistem içi değişim beklentisi, "sol" yapıların ve örgütlerin değişik gerekçelerle (örneğin, "taktik hevalım" mantığıyla ya da "geniş halk kitleleriyle bağ kurmak için legal olanaklardan yararlanma" adına) seçimlere katılımıyla önemli ölçüde meşruluk kazanır.
Herşeye karşın seçimler, mevcut sistemin siyasal güçleri arasındaki iktidar olma mücadelesinin sahnesidir. Bu nedenle de, seçim ortamları, hemen her zaman sistemin kurulu siyasal partileri arasında kıyasıya bir mücadeleye yol açar. Seçimlerin niceliğe dayanan yapısı nedeniyle, her düzen partisi daha büyük bir niceliğe ulaşmak için değişik "politikalar" oluşturur, vaatlerde bulunur. Bu mücadelede en etkin araç ise, "medya"dır. "Medya"yı, özellikle televizyonları böylesine etkin bir araç haline getirense, yaşamın her anında ve her yerde insanlara ulaşabilmesi ve etkileyebilmesidir.
Yerleşik kurallara göre seçimler belli ölçüde siyasal iktidarı belirleyebildiği için, değişik sınıf ve tabakalar seçim sath-ı mailinde boy gösterirler. Hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında tek başlarına ya da koalisyonlar yoluyla iktidar olamayacak siyasal güçler, temsil ettikleri sınıf ya da tabakaların "kapalı kapılar arkasında" yapılacak pazarlıkta ellerini güçlendirmeyi amaçlar. Numan Kurtulmuş'un HAS partisi örneğinde görüldüğü gibi, %1 oy bile alamamış bir siyasal güç değişik hesaplar ve pazarlıklar sonucu iktidar "nimetlerinden" yararlanabilecek duruma gelebilmektedir.
Bütün bunlar, küçük siyasal partiler için, birkaç milletvekilliği ya da belediye başkanlığı kazanmak, bunlar olmazsa birkaç belediye meclis üyeliğine sahip olmak için yapılır. Bunların ne kadar yeterli olacağı ise, temsil ettiği kesimin niceliğine ve gücüne bağlıdır.
"Büyük kitle partileri"nin seçimlerdeki "hesaplaşma"ları, her durumda seçim sonuçları yoluyla iktidarın el değiştirmesi için yapılır. Ancak Ukrayna'daki "Turuncu Devrim"de görüldüğü gibi, bu mutlak bir durum değildir. Uluslararası güçlerin devreye girmesiyle seçim sonuçları ne olursa olsun iktidar değişikliği yapılabilmektedir. Bu da, seçimlerin eskisi kadar belirleyici olmadığını gösterir. Yine de seçimler umutların yeşertildiği, beklentilerin yükseltildiği, sistem içi değişimin olabileceğinin düşünüldüğü bir ortam olma özelliğini sürdürebilmektedir.
Yerel seçimler (genel seçimlerden farklı olarak), küçük çıkar çevrelerinin kendi çıkarlarını "realize" edebilecekleri seçimlerdir. Bu nedenle de, yöresel ölçekte küçük çıkar çevrelerinin etkinliği artar ve sonuç üzerinde belirleyici olmalarına yol açar. Kazanılan belediye başkanlığı ya da belediye meclis üyeliği, doğrudan "çarşı esnafı"nın ya da "küçük sanayi bölgesi" işverenlerinin çıkarlarının yöresel ölçekte "realize" olmasını sağlar. Bu nedenle de, yöresel ölçekte küçük siyasal partilerin ya da bağımsız adayların seçilme olasılıkları yüksek olur.
Herşeye karşın seçim mücadelesi düzenin "büyük kitle partileri" arasında yürür. Ancak yerel seçimlerde yöresel etmenler etkin olduğundan "büyük kitle partileri", her durumda yöresel çıkar çevrelerinin istemlerini göz önüne alırlar. Bu da, yöresel düzeyde birbirinden farklı ittifakların kurulmasına yol açar.
Seçimler, "düşmanımın düşmanı dostumdur" anlayışının alabildiğine geçerli kılındığı bir mücadeledir de. Bu mücadelede, her partinin kendi başına alacağı oy kadar, karşıt partinin alamayacağı oy da önem kazanır. Bu da, "oyların bölünmesi"ne yönelik değişik siyasetlerin ve taktiklerin üretilmesini getirir. Öte yandan da, seçimler, "ortak düşmana/hasma karşı ortak mücadele" adı altında yeni ve geçici ittifakların önünü açar. Bu durumda, "ortak düşman/hasım" da, kendi karşıtlarının bir araya gelmesini ve ittifak kurmalarını önlemek için karşı hamleler yapar. Özellikle aday belirleme koşullarında bu karşılıklı hamleler olağanüstü boyutlara ulaşır ve nedeneyse gündemin ilk maddesi haline gelir.
Bugün ülkemizdeki "büyük" siyasal güçlere bakıldığında, seçimlere ilişkin tüm siyasetlerin, mantıkların, zihniyetlerin, taktiklerin alabildiğine kullanıldığı görülecektir. Kendisini "solcu" olarak lanse eden ya da sola "göz kırpan" siyasal hareketler de aynı ve eşdeğer anlayış ve yöntemlerle seçim çalışmalarını sürdürürler. Böylece neredeyse "amaca varmak için her araç mubahtır" sözünde ifadesini bulan Makyavelizm tüm seçime katılan partilerin temel felsefesi haline gelir.
30 Mart yerel seçimlerinde bir "iktidar hesaplaşması" yapılmaktadır. AKP, seçimlerden elde edeceği "başarı"yla, gerek 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarının yarattığı tahribatı bertaraf etmek, gerekse Recep Tayyip Erdoğan'ın "devlet başkanı" olma "hayali"nin önünü açmak istemektedir. Küçük-burjuvalar ülkesinde "güce tapma" ya da "güçlünün yanında yer alma" toplumsal zihniyetinin egemenliği hesaba katıldığında, AKP'nin ve Recep Tayyip Erdoğan'ın seçim hesapları içinde, kendi gücünü "koruduğu" sonucunu almak önem kazanmaktadır. AKP, seçimlerden "muzaffer" çıkarsa, bu sonuçlar yoluyla "cemaat"le olan hesaplaşmasına bir nokta koyabileceğini ummaktadır.
CHP ve MHP ise, elde edecekleri belediye başkanlıklarının sağlayacağı "yarar"lardan öte, siyasal düzendeki ağırlıklarını pekiştirmek istemektedirler. Tek başlarına AKP'nin "%50" çoğunluğunu alt edemeyeceklerini çok iyi bilmektedirler. AKP, kendi içinde parçalanmadığı sürece CHP ve MHP'nin tek başına ya da koalisyon yoluyla hükümet olabilmesi "imkansız" görünmektedir. Bu "imkansızlık" karşısında, CHP ile MHP'nin seçimlerde yapacakları bir ittifakın yeni "imkanlar" yarattığı da açık bir gerçektir.
Örneğin, 2009 Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçim sonuçları böyle bir "imkanı" ortaya koyar görünmektedir.
2009 seçimlerinde Ankara'da İ. Melih Gökçek 940 bin oy alırken, CHP adayı Murat Karayalçın 764 bin ve MHP adayı Mansur Yavaş 668 bin oy almıştır. Bu sonuçlara göre, olası bir CHP-MHP ittifakının Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın kazanması "imkan" dahilindedir. (Hemen ekleyelim ki, 2011 genel seçim sonuçları açısından benzer bir "imkan" oldukça zor görünmektedir.) İşte bu "imkan" 2009 seçimlerinde MHP adayı olan Mansur Yavaş'ın CHP adayı olarak 30 Mart seçimlerine girmesinin önünü açmıştır.
Aynı durum değişik kentler için de geçerlidir. Bunun "özel" istisnası İstanbul'dur.
İstanbul'da, Ankara gibi bir zımni ittifak tek başına yeterli görülmemektedir. AKP'nin karşısında CHP, MHP, Saadet Partisi ve BDP/HDP "ittifakı" bir "imkan" yaratabilmektedir. Ankara'dakine benzer (Mustafa Sarıgül üzerinden) zımni bir CHP-MHP ittifakının, 2009 yerel seçim sonuçlarına göre, SP ya da BDP/HDP katılmaksızın başarılı olması "imkansız"dır. 2011 genel seçimleri açısından ise, bu dört partinin "ittifakı"nın başarılı olması bile tek başına yeterli görülmemektedir.
Ortada bir "imkan" vardır ve ilk kez iki parti seçim sürecinde gayr-ı resmi olarak bir "ittifak" oluşturmaktadır. Ancak kağıt üzerinde bir "imkan" olarak görünen şey, somut gerçeklikte farklı sonuçlar da üretebilme potansiyeline sahiptir.
Herşeyden önce CHP kitlesi ile MHP kitlesi arasında "tarihsel husumet" ve "doku uyuşmazlığı" vardır. Her iki kesimde de böylesi zımni, gayr-ı resmi "ittifak"a karşı olan pek çok insan bulunmaktadır. Bunların bu "ittifak"ı protesto etmek amacıyla oy kullanmamaları beklenen sonucun alınmasını engelleyebilir. Bunun yanında, AKP "medya"sının ve demagogların, CHP ile MHP kitlesi arasındaki "doku uyuşmazlığı"nı öne çıkartarak bu gayr-ı resmi "ittifak"ı işlevsiz hale getirmeye çalışacaklardır. Bu da, CHP-MHP "ittifak"ının, AKP'yi siyaseten zayıflatmak ve giderek iktidardan indirmek olan temel amacının ve nedeninin ikinci plana atılmasına yol açacaktır.
Bütün bunlara ve AKP'nin karşı-propaganda ve demagojisine BDP/HDP "bileşenleri"nin, özellikle de "uyanık taksi şoförü" demagogu Sırrı Süreyya Önder'in CHP karşıtlığına dayanan "seçim propagandası" eklenmelidir. ("Medyatik" bir haber olarak, İstanbul adaylarının "twitter karnesi"ne göre, Sırrı Süreyya Önder'in tweet'lerinde en çok yer verdiği kelime CHP olmuştur.) Bunun doğrudan AKP tarafından desteklendiği de açıktır. Sırrı Süreyya Önder'in yeniden "İmralı ziyaretçisi" listesine alınması da bunu göstermektedir.
Yine de seçimlere ilişkin ve seçim dönemleriyle sınırlı değişik parti ya da yapıların "seçim ittifakı" ya da "seçim bloğu" oluşturma "taktik"i "sol"a ya da "sol görünümlü" partilere ve yapılara aittir. Ancak bu kez bazı şeyler biraz değişmiştir.
Eski seçim dönemlerinde "sol medya"da bolca konuşulan, anlatılan ve söylenen "seçim ittifakları", bu kez fazlaca "dil"lendirilmemektedir. Bunun temel nedeni, BDP'nin "Türk versiyonu" olarak oluşturulan HDP'nin daha ilk andan itibaren "sol" parti ve yapıların ittifakı olarak ortaya çıkmasıdır. Bu da soldaki "ittifak", "blok", "çatı partisi" vb. söylem ve tartışmaların bir kenara bırakılmasını getirmiştir.
Bugün için BDP/HDP "formülü"nün ne kadar "işe" yarayacağı belirsizdir. BDP'nin (doğal olarak HDP'nin de) bazı anketlerde oy oranının %9'lar olarak görünmesi, ilk bakışta bu "İmralı formülü"nün "tuttuğu" biçiminde değerlendirilebilir. Ancak BDP'nin oylarında meydana gelecek artışın temelinde, Türkiye Kürdistanı'nın "artık kaçınılmaz" olduğuna ilişkin Kürt seçmen kitlesinde ortaya çıkan "algı" yatmaktadır. Bu "algı"nın, daha önceki seçimlerde AKP'ye oy vermiş Kürt seçmenlerinin bu seçimlerde BDP'ye oy vermeleri sonucunu doğurması beklenmelidir.
HDP'nin, özellikle de Sırrı Süreyya Önder'in "köpürttüğü" olay ise, hiç tartışmasız Gezi Direnişi ve bunun Sırrı Süreyya Önder tarafından oya "tahvil" edilebileceğidir. Apolitik bir kitle tarafından gerçekleştirildiği üzerine övgüler düzülen Gezi Direnişi'ne katılanların böylesine "çantada keklik" olarak görülmesi, Sırrı Süreyya Önder'in söylemiyle, olsa olsa "ambulansın arkasına takılan uyanık taksi şoförü"nün "algı"sı olarak düşünülebilir.
30 Mart yerel seçimlerinin diğer bir güncel konusu, AKP-Cemaat çatışmasının seçim sonuçlarına nasıl yansıyacağıdır. Özellikle "dindar" kesimlerin blok halinde AKP'ye oy verdiği yörelerde ve semtlerde alınacak sonuçlar, "cemaat"in niceliksel gücünün ölçülmesinde kullanılabilecek bir ölçüt olarak görülmektedir.
Tüm bunların yanında, hatta üstünde olan olgu ise, sol kitlenin her seçim sonrasında yaşadığı demoralizasyon ve tekil aydınların yaşadığı "kişisel bozgun" havasıdır. Gezi Direnişi, kısa bir süre için sol kitlenin moralinin yükselmesine ve kendine olan güveninin artmasına yol açmışsa da, Direniş'in geri çekilmesi ve sönümlenmesi, Direniş öncesindeki moralsizlik ortamına geri dönülmesine yol açmıştır. Bu nedenle 30 Mart seçim sonuçlarının yaratacağı olası bir demoralizasyon karşısında, "moral bir güç" olarak Gezi Direniş'i "Ruhu"nun fazlaca etkisi olmayacaktır.
Bugün, yani seçim sath-ı mailine girilmişken, "sol"da konuşulanlar, tartışılanlar, özellikle de CHP-MHP'nin gayr-ı resmi "ittifakı"na ve "Mustafa Sarıgül Vakası"na ilişkin saptamalar ve eleştiriler ne kadar tutarlı olursa olsun, sonuçta seçim sonrasında ortaya çıkacak olan demoralizasyon karşısında fazlaca da anımsanmayacaktır.
Tüm bunlardan sonra, gerçekten devrimci mücadelede yer almak isteyenler, hatta kendisini şöyle ya da böyle devrimci olarak tanımlayanlar şu soruyu (her seçim öncesinde sorulduğu gibi) soracaklardır: Peki, ne yapmalı?
Yanıtı yalındır: Kim ne söylerse söylesin, sen bildiğin yolda ilerle!