Ekonomi denildiğinde, bunun hangi açıdan ele alındığının ortaya konulması gerekir. Eğer “ekonomi tıkırında” denildiğinde, bundan sermaye sınıfının işlerinin iyi gittiği anlaşılıyorsa, doğal olarak “ekonominin halleri”nden söz edildiğinde de, bu sermaye sınıfının durumundan söz edilmek durumundadır.
Yok ekonomik durumun iyi ya da kötü olarak değerlendirilmesinde kullanılan ölçüt eğer “halkın yaşam koşulları” ise, doğal olarak halk kitlelerinin durumunun irdelenmesi gerekir.
Ekonomi denildiğinde, tüm bunları kapsayan genel bir çerçeve (“makro ölçek”) ele alınıyorsa, bu durumda da “ulusal ekonomi” ya da “makro ekonomi” gündeme gelir.
Bugün, Türkiye ekonomisinin “AB ülkelerinden bile” daha “iyi” durumda olduğunu, “tüm makro göstergelerin” çok “iyi” olduğu, halkın yaşam koşullarının hiç de “kötü” olmadığı, belli kesimlerin “alım gücü” düşse de, genel olarak tüketimin olanca hız ve bereketiyle sürüp gittiği söylenebiliyorsa, bunun nedeni ekonomik durumun değerlendirilmesinde kullanılan farklı ölçütlerdir.
Bugün hemen herkes ekonominin iyi durumda olduğuna inanmaktadır. Ancak Türkiye’deki ekonomik büyümenin “hormonlu” olduğu, yani yapay olduğu, ekonomik faaliyetin yapay uyarıcılarla sürdürüldüğü de bir gerçektir. Dolayısıyla “herkese göre” “iyi” durumda olan ekonomi, gerçekte ya da ekonomi-politiğin bakış açısından, sadece krizlerin ertelenmesine (ya da “ötelenmesine”) dayalı yapay bir canlılık içindedir. Bu nedenle de, iç ya da dış koşullar nedeniyle krizlerin “ötelenemediği” durumda büyük bir ekonomik krizin patlak vereceği kesindir.
Bu saptama, bir çeşit “kriz kahinliği” olarak “algı”lanabilmektedir ve bu “kriz kahinleri” de, AKP iktidarı tarafından “felaket tellalığı yapmak”la suçlanmaktadır. Bu “suç”lamalar için de TÜİK verileri kullanılmaktadır.
Halkın yaşam koşullarının “iyi ya da kötü” olduğunun saptanmasında kullanılan en temel verilerden birisi, şüphesiz iş ve işsizlik istatistikleridir.
İşgücü, İstihdam ve İşsizlik
2005-2011 (.000) |
|
Kurumsal olmayan nüfus
|
İşgücü
|
İstihdam Edilen
|
İşsiz
|
İşsizlik Oranı
|
2005
|
67.227
|
22.455
|
20.067
|
2.388
|
10,6
|
2006
|
68.066
|
22.751
|
20.423
|
2.328
|
10,2
|
2007
|
68.901
|
23.114
|
20.738
|
2.376
|
10,3
|
2008
|
69.724
|
23.805
|
21.194
|
2.611
|
11,0
|
2009
|
70.542
|
24.748
|
21.277
|
3.471
|
14,0
|
2010
|
71.574
|
25.873
|
22.972
|
2.901
|
11,2
|
2011
|
72.724
|
26.939
|
24.486
|
2.454
|
9,1
|
* TÜİK verilerinde kullanılan “kurumsal olmayan nüfus”, Üniversite yurtları, yetiştirme yurtları (yetimhane), huzurevi, özel nitelikteki hastahane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan nüfustur.
|
Bu verilere göre, Recep Tayyip Erdoğan’ın “teğet geçtiği”ni söylediği 2007 “
mortgage krizi” koşullarında (2008-2009) işsiz sayısı yaklaşık bir milyon kişi artarken, 2010-2011 yıllarında işsiz sayısı bir milyon kişi azalmış görünmektedir. Üstelik aynı dönemde ayrıca “yeni işgücü”nden iki milyon kişi de iş bulmuş görünmektedir. Bu da halkın yaşam koşullarının
iyileşmesi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla “Türkiye’nin makro ekonomik verileri”nin “çok iyi” olduğu bile söylenebilir.
TÜİK’in 1995-2004 yıllarına ilişkin “iş ve işsizlik” istatistikleri ise şöyledir:
İşgücü, İstihdam ve İşsizlik
1995-2004 (.000) |
|
Kurumsal olmayan nüfus
|
İşgücü
|
İstihdam Edilen
|
İşsiz
Sayısı |
İşsizlik
Oranı |
1995
|
60.864
|
22.567
|
20.912
|
1.655
|
7,3
|
1996
|
62.019
|
23.003
|
21.548
|
1.455
|
6,3
|
1997
|
63.154
|
22.724
|
21.082
|
1.643
|
7,2
|
1998
|
64.290
|
23.949
|
22.334
|
1.615
|
6,7
|
1999
|
65.422
|
23.222
|
21.507
|
1.715
|
7,4
|
2000
|
66.187
|
23.078
|
21.581
|
1.497
|
6,5
|
2001
|
67.296
|
23.491
|
21.524
|
1.967
|
8,4
|
2002
|
68.393
|
23.818
|
21.354
|
2.464
|
10,3
|
2003
|
69.479
|
23.640
|
21.147
|
2.493
|
10,5
|
2004
|
70.949
|
24.297
|
21.870
|
2.428
|
10,0
|
Ancak bu verilerde bazı “gariplikler”in bulunduğu açıktır.
Herşeyden önce 2004 yılında “kurumsal olmayan nüfus” 70,9 milyon olarak görünürken, 2005 yılı verilerinde 67,2 milyona gerilemiş görünmektedir. Yaklaşık 3,5 milyon kişi “buharlaşmış”tır. Yine 2004 yılı verilerindeki “işgücü” sayısına (24,3 milyon) ancak 2009 yılında ulaşılmış (24,7 milyon) görünmektedir. Ve birden, 2010 ve 2011 yıllarında “istihdam edilenler”in sayısı toplam 3,2 milyon artarak “patlama” yapmıştır. Bir bakıma 2004 ile 2005 yılı arasında birden “buharlaşmış” olan “işgücü” ve “istihdam edilenler” 2010 ve 2011 yılında yeniden “vücut” bulmuştur! Şüphesiz, “Allahın işine akıl sır ermez”!
Bu verilerdeki oynamalar ve zıplamalar, 2009 yılına kadar tarımda çalışan nüfusa ilişkin “IMF kriterleri”ne uyulmasından kaynaklanmaktadır. Bu da, tarımda “ücretsiz aile işçisi” tanımının IMF tarafından kabul edilmemesinin ürünüdür. 2010 ve 2011 yıllarında işgücünde ve istihdamdaki “patlama” yeniden “ücretsiz aile işçisi” tanımına geri dönülmesinin ürünüdür. Üstelik bu kez, bu tanım sadece tarıma ilişkin olmayıp, “tarım dışı” kesimler için de kullanılmaktadır.
Diğer yandan 1995-2004 dönemindeki işsizlik oranları, AKP dönemindeki işsizlik oranlarından çok daha düşüktür. Buradan yola çıkıldığında, 1995-2004 döneminde nüfusun önemli bir kesiminin
sürekli gelir sahibi olduğu, ama AKP dönemindeki yüksek işsizlik nedeniyle halkın gelir kaybına uğradığı hemen görülmektedir.
Öte yandan son iki yılın (2010-2011) enflasyon rakamlarına bakıldığında, ÜFE (Üretici Fiyatları Endeksi) %8,87’den %13,33’e, TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) ise, %6,40’dan %10,45’e yükselmiştir. Diğer bir ifadeye, 2011 yılında enflasyon, ÜFE’de %50,3, TÜFE’de %63,3 artmıştır.
Ancak yapılan “seçim anketleri”nde, AKP döneminde “
halkın memnuniyeti”nin geçmişe göre çok daha fazla
arttığı görülmektedir. Halkın gelirlerinde artış olmamasına karşılık, tüketim düzeyinin yükselmesinden kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, AKP döneminde halkın toplam
gelirinde önemsenebilecek bir artış olmadığı halde,
tüketim gücünde önemli bir artış ortaya çıkmıştır. Bu da kredi kartları ve tüketici kredileriyle, yani borçlanma yoluyla “yapay” olarak gerçekleştirilmiştir.
Bu durum Eurostat ve OECD tarafından gerçekleştirilen “
Gerçek Kişisel Tüketim” düzeyine ilişkin verilerde çok açık biçimde ortaya çıkmıştır. Bu verilerde “satın alma paritesi” ölçüt olarak alınmıştır. Buna göre, 38 ülke arasında kişi başına gelirin en yüksek olduğu ülke Lüksemburg, en düşük olduğu ülke ise Arnavutluk’tur. Türkiye ise, bu sıralamada 31. sırada yer almaktadır.
AB27=100
|
2010
|
Lüksemburg
|
271
|
Norveç
|
181
|
ABD
|
148
|
İsviçre
|
147
|
Hollanda
|
133
|
İrlanda
|
128
|
Danimarka
|
127
|
Avusturya
|
126
|
İsveç
|
123
|
Belçika
|
119
|
Almanya
|
118
|
Finlandiya
|
115
|
İngiltere
|
112
|
İzlanda
|
111
|
Fransa
|
108
|
Japonya
|
106
|
İtalya
|
101
|
İspanya
|
100
|
Kıbrıs
|
99
|
Yunanistan
|
90
|
Slovenya
|
85
|
Malta
|
83
|
Çek Cumhuriyeti
|
80
|
Portekiz
|
80
|
Slovakya
|
74
|
Macaristan
|
65
|
Estonya
|
64
|
Polonya
|
63
|
Hırvatistan
|
61
|
Litvanya
|
57
|
Letonya
|
51
|
Türkiye
|
49
|
Romanya
|
46
|
Bulgaristan
|
44
|
Karabağ
|
41
|
Makedonya
|
36
|
Sırbistan
|
35
|
Bosna-Hersek
|
31
|
Arnavutluk
|
28
|
OECD verilerine göre, “satın alma gücü” açısından Türkiye’de “
gerçek kişisel tüketim” 27 AB ülkesi ortalamasının yarısı düzeyindedir. Bu gerçeğe rağmen, AKP’den ve ekonomik durumdan “halkın memnun olduğu”ndan söz edilebiliyorsa, bunu tek nedeni
tüketici kredileriyle ve taksitli ya da taksitsiz
kredi kartlarıyla yapılan tüketimdir.
2011 yılında bankaların verdiği toplam kredi miktarı
326 milyar dolardır. Bunun
90 milyar doları tüketici kredisi olarak kullanılmıştır. Tüketici kredilerinin de, 39 milyar doları “konut kredisi” ve 33 milyar doları “ihtiyaç kredisi” olarak kullanılmıştır. 2011 yıl sonu itibariyle, 14 milyon kişinin toplam 164 milyar TL (
97,6 milyar dolar) tüketici kredisi borcu bulunmaktadır. Kişi başına ortalama tüketici kredi borcu 11 bin TL’dir (6.500 $).
2011 yılında
50 milyon kredi kartıyla yapılan
toplam harcama miktarı 263 milyar TL olurken, kart başına
aylık “işlem tutarı” 500 TL olmuştur.
Görüleceği gibi, “halkımız”ın 14 milyonu 11 bin TL borçlu olduğu halde, kredi kartlarıyla aylık olarak 500 TL’lik ek bir tüketim “gücü”ne de sahiptir.
Aylık asgari ücretin brüt olarak 837 TL. ve net olarak 658 TL. ve aylık ortalama brüt ücretin 1.779 TL. ve ortalama net ücretin 1.245 TL. olduğu göz önüne alındığında, sadece kredi kartlarıyla yapılan harcamalar yoluyla gelirin %40’dan fazlasının tüketildiği açıktır. Açık olan diğer bir gerçek ise, tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla sağlanan “fazla tüketim”in, hiç de AKP iktidarının ekonomiyi “iyi” yönetmesinden ve “geliştirmesi”nden kaynaklanmadığıdır. Bu “fazla tüketim”, doğrudan doğruya bankaların “kredi hacmi”yle gerçekleştirilmektedir. Bankaların bu kredi hacminin dayanağı da, yurt dışından alınan “krediler”, yani
dış borçlardır.
Dış Borçlar
|
|
2009
|
2010
|
2011
|
Kısa Vadeli
|
49.711
|
78.215
|
89.154
|
Uzun Vadeli
|
219.083
|
211.807
|
220.440
|
Toplam
|
268.794
|
290.022
|
309.594
|
Bankalar
|
58.008
|
82.880
|
91.775
|
Özel Şirketler
|
114.018
|
106.335
|
111.993
|
Özel Sektör Toplamı
|
172.026
|
189.215
|
203.768
|
Yukardaki tablodan da görüleceği gibi, 2011 yılında Türkiye’nin toplam 309,6 milyar $ dış borcunun %65,8’i (203,8 milyar $) özel sektörün dış borçlarıdır. Toplam dış borcun %29,6’sı ise, yani
91,8 milyar $’lık bölümü bankaların dış borcudur. Bankaların bu dış borç miktarı, 2011 yıl sonunda 14 milyon kişinin bankalara toplam 164 milyar TL (
97,6 milyar dolar) tüketici kredisi borcuna neredeyse eşittir.
Şüphesiz, bu koşullarda Türkiye’nin, Yunanistan gibi dış borçlarını ödeyemez hale geldiği koşullarda, bu dış borçlar doğrudan “tüketici halkımız” tarafından ödenecektir. Zaten bankalara olan borçları “borç”tur, er ya da geç ödenecektir. Bu açıdan “gavur”dan alıp “Ali”ye veren bankalar alacak-verecek dengesini tutturmuş görünmektedirler.
Kriz koşullarında, yüz binlerce kişi işini kaybederken, aynı zamanda faiz oranları da yükselecektir. Bu da bankaların alacaklarını tahsil edememesi, dolayısıyla borçlarını ödeyemeyerek iflas etmesinden başka bir şey değildir. Bankaların iflası ise, artık o “mutlu ve güzel” tüketim günlerinin geride kalması demektir. Bir de buna “borçlu”nun işsiz kalması, yani tümüyle gelirini yitirmesi eklendiğinde, ortaya çıkacak “manzara” hiç de “iç açıcı” değildir.
Ancak Türkiye ekonomisinin sorunu, sadece “özel sektör”ün dış borçlarını ödeyemez hale gelmesi değildir. Bu “özel” borçların yanında, “kamu”nun, yani devletin ödemeler dengesi açığını kapatması için “döviz”e gereksinmesi vardır.
2011 yılında dış ticaret açığı, yani ithalat ile ihracat arasındaki fark,
105,9 milyar dolara çıkarak rekor kırmıştır. 2011 yılının Kasım ayı itibariyle 70 milyar dolar olan cari işlemler açığının, bu rekor düzeydeki dış ticaret açığıyla birlikte
80 milyar doların üzerinde gerçekleşeceği hesaplanmaktadır. Dolayısıyla “kamu”nun bu düzeyde
dış finansmana ihtiyacı bulunmaktadır.
|
İthalat
(Milyon $) |
İhracat
(Milyon $) |
Dış Ticaret Açığı
(Milyon $) |
Cari Açık
(Milyon $) |
2003
|
69.340
|
47.253
|
-22.087
|
-7.515
|
2004
|
97.540
|
63.167
|
-34.373
|
-14.431
|
2005
|
116.774
|
73.476
|
-43.298
|
-22.198
|
2006
|
139.576
|
85.535
|
-54.041
|
-32.249
|
2007
|
170.063
|
107.272
|
-62.791
|
-38.434
|
2008
|
201.964
|
132.027
|
-69.937
|
-41.959
|
2009
|
140.928
|
102.143
|
-38.785
|
-13.991
|
2010
|
185.544
|
113.980
|
-71.564
|
-47.101
|
2011 Kasım
|
213.010
|
130.266
|
-82.744
|
-70.241
|
2011 Toplam
|
240.833
|
134.954
|
-105.879
|
?
|
Öte yandan ülke içinde tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla yapılan “harcamalar” büyük ölçüde ithal ürünlerin tüketimine yöneliktir. Dolar kurunda meydana gelen her artış, ithal edilen malların fiyatlarının yükseltilmesine, dolayısıyla da enflasyonun artmasına yol açmaktadır.
2011’in Ocak ayında 1,564 TL. olan dolar kuru, 2011’in sonunda 254 kuruş artarak 1,818’e yükselmiştir. Yani 2011 yılında dolar %16,2 değer kazanmıştır. Bunun fiyatlara yansıtılması durumunda, enflasyon oranı %25’ler düzeyine yükselecektir. Merkez Bankası’nın birbiri ardına “piyasalara müdahale” etmesinin arkasında yatan gerçek de, enflasyondaki kaçınılmaz yükseliştir.
Doğal olarak enflasyondaki yükseliş, faiz oranlarının yükselmesine ve kaçınılmaz olarak tüketici kredi borç “bakiye”lerinin katlanmasına yol açacaktır. Ayrıca faiz oranlarındaki yükseliş kredi kartlarının kullanımını da büyük ölçüde etkileyecektir. Böylece gelirden fazla yapılan “tüketim”in de sonuna gelinmiş olunacaktır. Üstelik sadece “fazla tüketim”in sonuna gelinmekle kalınmayacak, aynı zamanda gelirler ya tümüyle yitirilecek (işsizlik) ya da enflasyondaki artış nedeniyle “reel” olarak azalacaktır. Bu da 2001 krizinden çok daha şiddetli bir kriz demektir.
İşte bu “gelişme dinamikleri” karşısında Merkez Bankası “agresif” biçimde dolar kuruna müdahale ederek, piyasalara dolar satmaktadır. Bu da Merkez Bankası’nın IMF talimatlarıyla kısa vadeli dış borçların karşılığı olarak tutmakla “yükümlü” olduğu rezervlerinin erimesine neden olmaktadır.
Merkez Bankası verilerine göre, 8 Temmuz 2011 tarihinde
93,903 milyar dolar olan rezervi, 20 Ocak 2012 itibariyle
75,297 milyar dolara inmiştir. Yani yaklaşık altı ayda Merkez Bankası’nın rezervleri 18,606 milyar dolar erimiştir. Tüm bu “agresif” müdahalenin sonucu ise, dolar kurundaki 25 kuruşluk düşme olmuştur. (Bu düşüşte, ABD Merkez Bankası’nın –FED– “3. Parasal Genişleme”ye gideceği, yani piyasalara karşılıksız dolar süreceği beklentisi etkili olmuştur.)
Tüm “gayretler”, tümüyle ithalata bağımlı ve tüketici kredileriyle “çarklar”ın döndürüldüğü bir ekonominin “Yunanistan gibi” bir krize girmesini önlemeye yöneliktir. Ama “kriz” kaçınılmazdır. Yapılabilecek şey, krizin şiddetini azaltmak ve krize yumuşak geçiş yapmaktan ibarettir.
Elbette böyle bir kriz koşullarında “halkın memnuniyeti”nden söz etmek olanaksız olacaktır. Kriz, sözcüğün tam anlamıyla, tüketici kredileriyle ve dış borçlanma yoluyla sağlanan “nispi refah” döneminin de sonudur. Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “teğet bile geçmeyecek” dese de, “
nispi refah”ın sona ermesi “halkın memnuniyeti”nin de sonu olacaktır.
Bu gelişmenin nasıl bir siyasal sonuç ortaya çıkartacağını bugünden söylemek olanaksızdır. “Ekonomik krizle gelenler, ekonomik krizle giderler” yargısı da çok kesin değildir. Asıl önemli olan, “sağ seçmen kitlesi”nin ve genel olarak da “halkımız”ın gelişmeleri nasıl “algı”layacaklarıdır.
Her ne kadar cinsiyet ayrımcılığının ötesinde kadınların aşağılanmasının açık bir ifadesi olsa da, “bir kümeste 40 yıl tavuk gibi yaşamaktansa, horoz gibi bir gün yaşamak” zihniyetinin, her durumda krizlerden “ders” alınmasını önleyeceği de unutulmamalıdır.