Terör,
Milliyetçilik,
Sınır Ötesi Harekât ve
Kürt Sorununa
Feodal-Tacir Çözümü
Her an, herşeyin olduğu bir ülkede, birden herşey yön değiştirdi.
Önce Kuzey Irak ve PKK sorunu vardı. Genelkurmay başkanı 14 Nisan'da bu konuda tedbirler alınmasını, siyasal karar verilmesini söylüyordu. Artık Kuzey Irak'a yapılacak bir operasyon an meselesiydi, tek sorun AKP'nin "siyasi karar" vermesine kalmış gibiydi.
Ardından "sanal muhtıra" geldi.
Birden Kürt sorunu, "terör" sorunu, PKK sorunu gündemden çıkmış, yerini laiklik/şeriatçılık sorunu, "laik cumhuriyet"in tehdit altında oluşu öne çıkmıştı.
Cumhuriyet mitingleri başladı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılamaması üzerine "erken seçim"e gidildi.
Gündem değişmişti: Genel seçim.
22 Temmuz seçimleri, "laik cumhuriyet"in şeriatçı tehdit altında olduğu korkusu içinde gerçekleşti. Seçimlerden AKP "açık ara" birinci parti olarak çıktı.
"Laik cumhuriyet" ve şeriatçılık gündemin ilk sırasındaki yerini koruyordu.
A. Gül, MHP'nin oylamaya katılma kararıyla birlikte "gül gibi" cumhurbaşkanı seçildi.
Doğan medya grubu "Malezya"yı keşfetti. Artık hergün, her saat, her yerde "malezyalaşmak"tan söz edilmeye başlandı.
21 Ekim "referandum"u ne denli unutulmuş olursa olsun, siyasal gündem aylardır belli bir "istikrar" içinde, laiklik ve "laik cumhuriyet"in tehdit altında oluşuyla belirlenmişti.
Her an, herşeyin olabildiği ülkede böylesine görece bir "istikrar"lı siyasal gündemin oluşmasıyla birlikte, kısa vadeli politikaların yerine orta ve uzun vadeli politikalar, taktikler, stratejiler belirlenmeye başlandı.
"Laik cumhuriyet" yanlıları AKP'nin şeriat düzenine yönelik atacağı adımları "yakın izlemeye" alırken, genelkurmay aynı "yakın izleme" içinde "post modern" ya da "post-post modern" bir askeri darbenin koşullarının oluşmasını beklemeye koyulmuştu.
Ve laiklik/şeriatçılık ekseninde aylardır süre giden siyasal gündem birden değişti.
Tarih: 21 Ekim, Dağlarca komando taburuna PKK baskını.
Aylardır süregiden laiklik/şeriatçılık eksenindeki "istikrar"lı siyasal gündem birden değişerek, "terör", "terörizmle mücadele", "sınır ötesi harekât", Kürt sorunu, Barzani, Talabani, Kuzey Irak "Kürt Federe Devleti" gündemin ilk sırasına yükseldi.
Her yere bayraklar asıldı, mitingler yapılmaya başlandı. 2005 Nevroz'unda Mersin'de "bayrağın ayaklar altına alınması"yla başlayan bayrak asma dönemine yeniden dönüldü. Bir kez daha "vatan, millet, bayrak" hamasetiyle "milliyetçilik" dalgası yükselişe geçti.
17 Ekim günü tezkere çıkartıldı. Artık "sınır ötesi harekât" TBMM'nin onayı ile yasallaştırılmış oldu.
Kuzey Irak'da "üslenen" PKK kamplarına yönelik "sınır ötesi harekat" tezkeresiyle birlikte "hedef" büyütüldü. Artık "sınırlı" bir operasyon, Barzani ve Talabani yönetimini hedef alan bir "gözdağı" operasyonuna dönüştü.
"Türkiye kararlı"ydı, Kuzey Irak'daki "terör yuvaları" temizlenecekti, ama "temizlik" Barzani ve Talabani'nin yönetimini de hedeflemişti artık.
1997 yılında Suriye'ye karşı uygulanan "stratejik tehdit ve gözdağı" operasyonu, Kuzey Irak için yeniden uygulamaya konuldu.
Günlerce "sınır ötesi operasyon", bu operasyonun "hedefleri" "medya"da yazıldı-çizildi.
Tüm bu gelişmeler olurken, AKP yönetiminin askeri operasyona "sıcak bakmadığı"na ilişkin haberler, yorumlar ve yorumların yorumları "medya"da geniş ölçüde yer aldı.
Artık siyasal gündem, sadece "terör" olmaktan çıktı, AKP yönetiminin "sınır ötesi harekat"la birlikte insiyatifi "askerlere" kaptırıp kaptırmayacağı tartışması başladı.
"Medya", geçmiş dönemlerden farklı olarak, gelişen olaylar karşısında "senaryo"lar yazmak yerine, olayların gelişiminin "olası" nedenleri ve sonuçlarını tartışır hale geldi.
"Sınır ötesi harekat", buna karşı AKP'nin "sıcak bakmayışı" ve nihayetinde Amerika'-dan "icazet" alınması gereğiyle birlikte "siyasal gündem", Tayyip Erdoğan'ın Amerika "seferi"ne odaklandı.
Ve beklenildiği gibi oldu, ABD, "başkan Bush"un ağzından her ne kadar PKK'yi "düşman" ilan etmiş olursa olsun, "sınır ötesi ha-rekat"a "karşı" olduğunu açıkça ortaya koydu.
"Anlık istihbarat", "sıcak istihbarat" söylemleriyle Tayyip Erdoğan'ın Amerika "seferi" sonuçlanırken, Kuzey Irak'a yönelik operasyon ABD'nin onay vermemesiyle Meclis'ten çıkan "tezkere"nin yazıldığı Resmi Gazete'nin kağıdı üzerinde kaldı.
Kimilerine göre "kış" koşulları nedeniyle, kimilerine göre Barzani ve Talabani "hizaya" geldiklerinden, kimilerine göre ise "zaten" ABD onaylamadığı için "sınır ötesi harekat" gündemden çıktı.
Ama...
21 Ekim'den itibaren yükselen "milliyetçi" dalga ve "bayrak asma" yarışının kitlelerde yaratmış olduğu tepki ve beklenti varlığını sürdürüyordu. Şimdi sıra, bu "yükselen" tepkileri ve beklentileri pasifize etmeye gelmişti.
İşte bu pasifikasyon çerçevesinde DTP "hedef tahtası"na yerleştirildi. DTP'nin "hedef tahtası"na yerleştirilmesiyle birlikte de, gündem "Kürt sorunu" çerçevesine oturtuldu.
DTP'nin kongresinde "demokratik özerklik" talebinin "resmi" hale getirilmesiyle birlikte, eski defterler açıldı. "Bölgesel özerklik" ile "kültürel özerklik" arasında gidip gelen tartışmalar yeniden başladı.
Laiklik/şeriatçılık gündeminden "terör" ve "Kürt sorunu"na hızla geçişle birlikte "ezber"ler bozuldu, eski "ezber"ler tekrarlanmaya başlandı.
"24 sınır ötesi harekât"tan sonra 25. harekât, DEP'in kapatılmasıyla başlayan "parti kapatma" yönteminin DTP'ye uygulanması, "Kürt sorunu"nun çözümü için "kültürel özerklik"in tanınması "istemi" vb. "eski yöntem ve söylemler" ortalığa atıldı.
Ve şimdi Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının Kuzey Irak "Kürt devleti" dahil olmak üzere, bütün olarak Kürt sorununa ilişkin "gizli planı" olduğu tartışılmaya başlandı.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı "sorun"un "sivil anayasa" çerçevesinde çözüleceği iddiasını yinelerken, bir kez daha "sivil anayasa"yı gündemin ilk sırasına çıkartmaya başladı.
27 Nisan "sanal muhtıra"sından beri süregiden AKP-Genelkurmay arasındaki açık çatışkıda, şeriatçı tehlike ve PKK eylemleriyle genelkurmayın insiyatifi ele geçirmeye yönelik attığı adımlar karşısında AKP'nin "sivil anayasa"yla geliştirdiği "karşı adım" bir kez daha "yerinde say, uygun adım marş" dönemine geri dönüşün kapısını açtı.
Ne PKK'nin karakol baskını ve baskında askerleri "esir alması" ilk kez oluyordu, ne de Kuzey Irak'da PKK kampları ilk kez oluşturulmuştu. Ne Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı "şeriat" düzeni isteminden vazgeçmişlerdi, ne de yeni keşfetmişlerdi. Kuzey Irak'da "federe Kürt devleti" ne ilk kez oluşturulmaya çalışılıyordu, ne de ilk kez Barzani ve Talabani "devlet" yöneticisi olmuşlardı. "Kürt sorunu", PKK'nin "siyasallaşma süreci", legal bir parti oluşturması ne ilk kez oluyordu, ne de yeni başlamıştı.
Sorunlar ve olaylar, yıllardır varlığını sürdürüyordu. Sadece belli zamanlarda gündemin alt sıralarına itiliyor, kimi zaman gündemin ilk sırasına çıkıyordu. Ama her durumda varlığını sürdüren sorunlar ve olaylardı.
Tıpkı ekonomik sorunlarda olduğu gibi, tıpkı bireysel/kişisel sorunlarda olduğu gibi, siyasal sorunlar da çözülmedikleri sürece sürekli "ötelenen" sorunlar olarak varlıklarını sürdürürler. "Anı yaşamak", "soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmemek" mantığı ile, gelişen ve çözülmesi zorunlu hale gelen her sorun "ötelen"miş ve "ötelen"diği sürece bir yana atılmış, unutulmuştur. Ama varlıklarını sürdürdükleri için, her an yeniden kendisini "varlaştırma"nın koşulları içinde olmuşlardır.
Bugün PKK "sorunu", Kürt "sorunu" ve nihayetinde "laiklik" sorunu, sürekli "ötelenen" sorunlar olarak ülkenin gündemini sürekli belirleyen sorunlar durumundadır. Çözülmedikleri, nihai olarak çözümlenemedikleri sürece, varlıklarını sürdürecek, yeni çatışmalar ortaya çıkartacaklardır.
Sorun, sorunları "öteleme" anlayışı, "öteleme" ile "unutma" alışkanlığıdır. Sorunun, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, ulusal sorun olup olmamasının önemi yoktur. Önemli olan, sorunun doğru saptanması ve çözümlenmesidir. Bu yapılmadığı sürece, her yapılan "öteleme", sorunu geçiştirmek, bir süreliğine gündemden uzaklaştırmaktan başka bir sonuç vermez.
Gerek laiklik sorunu, gerek Kürt sorunu (genel çerçevesi ile ifade edersek "ulusal sorun"), emperyalist-kapitalist ülkelerin gelişiminin tarih-öncesinde yer alan sorunlardır.
Gerek laiklik, gerek ulusal sorun, burjuvazinin feodalizme karşı mücadele sürecinde çözümlenmiş ve çözümlenmesi zorunlu olan sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Genelleştirirsek, bu sorunlar, burjuva demokratik devrim sorunudur ve bu devrim gerçekleşmediği sürece çözümlenmemiş olarak varlıklarını sürdürürler.
Burjuva toplumu için laiklik "iç" birliği, ulusal sorun "dış" birliği ifade eder. Her ikisi, ne denli birbirinden ayrı ve ayrıksı görünürse görünsün, bir bütün oluştururlar. Biri olmadan öteki olamaz.
Laiklik, feodalizmin, feodal kurumların, özel olarak da dini kurumların devlet düzeninin dışına çıkartılmasıdır.
Ulusal sorun ise, yine feodal yerel devletçiklerin tasfiyesi, merkezi bir devletin oluşturulması ve bu devlet sınırları içinde burjuvazinin bütünüyle egemen olması demektir.
1789 Fransız Devrimi'yle başlayan ulusal-devletlerin oluşması ve gelişmesi süreci, tümüyle feodalizmin tasfiyesi ve burjuvazinin egemen sınıf olarak ortaya çıkmasının tarihidir.
Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkemizde ise, burjuvazi, kendi iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizmin ürünü olmamıştır. Burjuvazi iç dinamikle gelişen kapitalizmin ürünü olmadığı gibi, kapitalizme geçiş süreci gecikmiş ve Batı-Avrupa ülkelerinin emperyalist aşamaya geçtikleri bir tarihsel döneme kalmıştır. Gerek emperyalist ülkelerin burjuvazisinin devrimci niteliğini yitirmiş olmaları, gerekse dış dinamikle gelişen kapitalizmin ürünü olan yerli (işbirlikçi) burjuvazinin kendi devrimini yapmaya "muktedir" olamayışı, kaçınılmaz olarak tarih-öncesinde kalmış sorunları (laiklik ve ulusal sorun) çözümsüz bırakmış, sürekli "öteleme" içinde geçiştirmiş ve günümüze kadar taşımıştır.
Bu yüzden, sorunların gerçek ve kalıcı çözümü, ülkenin demokratik devrimini tamamlamasına bağlıdır.
Bu, PKK'nin "globalizme" adapte edilmiş "demokratik cumhuriyet projesi"nin de, "laik cumhuriyet"in de gerçekliğidir.
Ancak, burjuva demokratik devrimi, ne kadar tamamlanmamış olarak kalmışsa da, her durumda, içinde yaşanılan tarihsel süreçte burjuvazi tarafından gerçekleştirilmesi olanaksız bir devrimdir. Bilinmesi, unutulmaması ve altı çizilmesi gereken gerçek, burjuvazinin devrimci niteliğe sahip olmadığıdır. Dışa bağımlı kapitalizmin ürünü olan "yerli" burjuvazinin işbirlikçi niteliği de, bu tarihsel gerçeğin yanına konulduğunda, ülkemiz için, bu sorunların çözümünü gerçekleştirecek olan demokratik devrimin işçi sınıfının omuzlarına yüklendiği açıktır.
Yıllardır söylediğimiz gibi, sorun, işçi sınıfının öncülüğünde, işçilerin, köylülerin ve küçük-burjuvazinin birleşik mücadelesiyle demokratik devrimin (ki bu niteliği ile "demokratik halk devrimi" halini alır) tamamlanması sorunudur.
"Devrim" sözcüğünü ulu orta kullanmayı seven, ama gerçek bir devrimden söz edildiğinde "tüyleri diken diken" olan küçük-burjuva aydınlarının, Kürt sorunu karşısında "siyasal çözüm", "demokrasi içinde çözüm", "barışçıl çözüm" vb. adını verdikleri her türlü "çözüm", tarih-öncesinde kalmış bir diğer sorunun, laikliğin etkisi ve gölgesi altında çözümsüzlükten başka bir şey değildir.
Laik ve demokratik bir cumhuriyet, bir devrim sorunudur. Mevcut düzenin topyekün değiştirilmesi sorunudur. Böyle bir değişimin nesnel koşullarının olması dışında, bu değişimi geçekleştirmek isteyen öznel güçlerin varlığını öngerektirir. İşte bu topyekün değişimi isteyen ve bu değişimi gerçekleştirmek için mücadele eden öznel güçlerin varlığıdır ki, toplumun bir bütün olarak bir araya gelmesini, birlikte ve topyekün olarak sorunların çözülmesini sağlayabilir.
Kürt sorunu, kapitalist gelişmenin tarih-öncesinde kalmış sorundur. Yani kapitalistleşme sürecine geç ve dış dinamikle girmiş bir ülkenin sorunudur. Batı-Avrupa ülkelerinde 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında çözümlenmiş olan ulusal sorunlar, ülkemizin tarihsel gelişimi içinde "ötelenmiş" sorundur. Bu, "gecikmiş burjuva demokratik devrim" koşullarında ulusal sorun (Kürt sorunu), bir tarafın "istemi"nin "üstten" kabul edilmesiyle çözümlenir bir sorun değildir. Bir başka ifadeyle, "devletin elitleri"nin ya da "sivil-askeri bürokrasinin", yahut "statükocuların" ikna edilmesiyle, ikna edilemedikleri yerde "yenilgiye" uğratılmasıyla çözümlenemez.
En basit gerçek, "statükocu" ya da "devlet elitleri", Kürt sorunu karşısında ne denli milliyetçi ve şovenist olurlarsa olsunlar, laiklik konusunda da o denli jakobendirler. AKP "medya"sının ve ideologlarının dillerinden düşürmedikleri "statükocu"ların, "devlet elitleri"nin ya da "derin devletin", Kürt sorunuyla "yenilgiye" uğratılmaları, aynı zamanda laik-cumhuriyetin "sahipsiz" kalmasına yol açacağı da açıktır.
Ne laiklik demokratik bir ortam yaratır, ne Kürt sorununun "yukardan aşağıya çözümlenmesi" demokratik bir cumhuriyetin kurulmasına yol açar. Her ikisi de, toplumsal çelişkileri daha da sertleştirerek, kimi durumda onlarca yıl sürecek bir çatışmayı, kanlı bir süreci başlatabilir.
Ortak amaçlar için bir araya gelmiş ve ortak amaçlar için mücadele eden insanlardır ki, ortak ve bileşik bir yaşamı, toplumsal oluşumu ve devlet düzenini oluşturabilirler. Bu olmadığı sürece, bir tarafın iradesinin diğer tarafa zorla kabul ettirilmesi durumu ortaya çıkar ki (ki Kürt sorunu olarak zaten mevcuttur), ulusal sorunların her türlü "zor" yoluyla çözümlenmesinin olanaksız olduğu gerçeği ile çatışır.
Bir başka tarihsel ve nesnel gerçek de, ulusal sorunların, feodalizme karşı burjuvazinin "birleşik pazar" oluşturma zorunluluğu temelinde köylülüğün toprak istemi ile çakışmasıdır.
Bu çakışma nedeniyle, burjuva demokratik devriminde, burjuvazi köylülüğü yedekleyebilmiş ve kendi askeri gücü haline getirebilmiştir. Çok açık tanımıyla, ulusal sorun, aynı zamanda bir köylü sorunudur ve köylülük tarafından "toprak sorunu" olarak algılandığı ölçüde milliyetçilik sorunudur. Her durumda, milliyetçilik, burjuvazinin "birleşik pazar" isteminin ideolojisidir. Dolayısıyla köylü kitlelerinin "toprak istemi"yle birleşerek, onları burjuvaziye yedekler.
Burada söz konusu olan, "ulus"un "ortak çıkar"larının savunucusu olarak ortaya çıkan burjuvazidir.
Burjuvazi ise, küçük, orta ve büyük burjuvazi olarak farklı kesimlere bölünmüştür. Genel ifade içinde burjuvazi sözcüğü, her durumda büyük burjuvaziyi, yani sanayici kapitalist ile tarım burjuvazisini içerir. Tüccar ise, sanayici kapitalistin "dağıtım" işlerini gören "kapitalist tüccar" olduğu ölçüde, burjuvazinin bir parçasını oluşturur.
Ancak, gerek küçük, orta ve büyük burjuvazi olarak burjuvazinin farklı kesimleri, gerekse sanayici kapitalist ile tarım ve ticaret burjuvazisinin çıkarları belirli sürelerle ve belirli amaçlar çerçevesinde birbiriyle çakışır. Çakışmanın olmadığı her durumda, bu kesimler arasındaki çelişkiler keskinleşir ve burjuvazinin değişik kesimleri birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girerler.
Sanayici kapitalist ile tarım burjuvazisi, doğrudan doğruya "toprak"la ilişki içindedirler. Sanayinin kuruluşu bir "toprak" gerektirdiği gibi, ücretli işçinin bu "toprak"larda yaşıyor olması gerekir. Bu "toprak"lar, sürekli ve istikrarlı olarak var olmalıdır. Aksi halde, ne sanayici kapitalist, ne tarım burjuvazisi, belirsiz, tartışmalı ve sürekli el değiştiren "toprak" parçasına yatırım yapmaz.
Ticaret burjuvazisi ise, belli ölçülerde ülke iç pazarında sanayi ve tarım burjuvazisine bağımlı olsa da, "uluslararası ticaret"in gelişmesine bağlı olarak, kendisini ulusal bir temel üzerinde çalışmaya "mahkum" etmez. Özellikle emperyalist aşamada "yerli" ticaret burjuvazisi, işbirlikçi-sanayi burjuvazisinin dışa bağımlı yapısının getirmiş olduğu uluslararası mal dolaşımı içinde yer aldığından, kozmopolitik niteliği çok daha fazladır. Ancak bu "kozmopolitizm", emperyalist burjuvazinin (ki 1990'lardaki söylemle "globalizm") sermaye ihracı temelinde ulusal sınırları ve ulusal devletleri aşan, onların "dar" çerçevesi içinde hareket etmekten uzaklaşan, özcesi "çokuluslu" şirketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte "uluslar-üstü" niteliğinden farklıdır.
AKP'nin çıkarlarını temsil ettiği "feodal-tacir"ler ise, bir yandan ticaret burjuvazisinin "uluslararası" hareketi içinde yer alırken, diğer yandan "ümmetçi" bakış açısıyla "kozmopolitik" bir bakış açısına sahiptir. Sanayi burjuvazisi ne denli "toprak" temelinde üretimle ilgiliyse, feodal-tacir, sadece "toprak dışı" mal ticaretiyle ilgilidir. Özellikle iç pazarın başka ulusal sermayeler tarafından denetim altına alındığı koşullarda (emperyalist sermaye), feodal-tacirler için uluslararası mal ticareti yaşamsal öneme sahip olur. Bu da onların "toprak dışı" (ex-territorial) ilişkiler içinde olmasını getirir.
Bugün, Kürt sorunu karşısında AKP'nin (onun temsil ettiği şeriatçı sermaye kesimlerinin) "toprak dışı kültürel özerklik"e yönelik "çözüm" önerilerinin temelinde feodal-tacirlerin ticari ilişkileri ve bundan doğan zihniyetleri egemendir.
AB üyeliği sürecinde yaşandığı gibi, "AB üyeliği"nin her türlü "ulusal" sınırların, "ulusal değerlerin" ve hatta "ulusal bayrak"ın öneminin olmadığı bir "birlik" anlamına geldiği şeklindeki propagandalar ne denli gerçeğe aykırıydıysa, bugün AKP'nin feodal-tacir zihniyetinin, ümmetçilik temelindeki "kürt sorununa çözüm"ü de o denli gerçeğe aykırı bir propagandadır.
Bugün DTP'nin son kongresinde "resmileştirilen" "demokratik özerklik" ile AKP'nin feodal-tacir zihniyeti arasında büyük bir yakınlık ortaya çıkmıştır. Bu yakınlık, bir "taraf"ın "özerklik" istemine denk düşerken, diğer "taraf"ın laiklik karşıtı eyleminde Kürt halkını yedekleme istemine denk düşmektedir.
AKP "medya"sının ve ideologlarının yoğun propagandası altında, bugün için Kürt sorununun "özerklik" temelinde çözümünün karşısındaki tek engel "kemalist"ler, "ulusalcılar", faşist milliyetçiler ve "Türk" silahlı kuvvetleri olarak sunulmaktadır. Kürtler arasında büyük taraftar bulan bu propaganda, Kürt sorunun çözümünde AKP'yi "tek umut" haline getirdiği ölçüde, PKK'nin varlık koşullarını da tehdit edecek niteliktedir.
AKP'nin amacı, bu propaganda temelinde Kürt sorununu ticarileştirerek "ötelemek"tir. "Öteleyebildiği" ölçüde Kürtler arasında "tek umut" olmayı sürdürebilecek ve yerel seçimler sayesinde bunu "seçim zaferine" dönüştürecektir. "Ötelenmiş" ve ticarileştirilmiş Kürt sorunu, "terörün sonu" olarak sunularak, AKP'nin devlet aygıtı üzerindeki egemenliğini kalıcı hale getireceği hesaplanmaktadır.
Yapılacak olan tek şey, ticari ilişkilerle yeni işbirlikçiler yaratmak, mevcut Türkiye oligarşisinin Kürt işbirlikçilerinin elindeki "serveti" yeni işbirlikçilere dağıtmak (Uzanlar vb. olaylarında olduğu gibi), Kürt ticaretini ve tüccarını "gençleştirmek"ten ibarettir.[1] Tüm bu ilişki ve çelişkiler içinde, Kürt ulusal sorununun gerçek ve kalıcı tek çözümü, ülkenin demokratikleştirilmesi, bunun için demokratik halk devriminin yapılması, bağımsız ve demokratik bir Türkiye'nin yaratılması olduğu bir kez daha açığa çıkmaktadır.
Ancak devrimciler, Marksist-Leninistler, ne denli ulusal sorunun "ulusların kaderlerini tayin hakkı" temelinde[2], ama demokratik halk devrimin gerçekleştirilmesiyle çözüleceğini söylerlerse söylesinler, "taraflar" her durumda kendi çıkarlarını azamileştirme ve tek yanlı olarak gerçekleştirme peşindedirler. Kürt solunda yer alanlar, onlarca yıl öncesinde "ayrı örgütlenme" yolunu seçerek, birleşik ve ortak bir mücadelenin sürdürülmesinin koşullarını ortadan kaldırmışlardır. Bu yüzden, bugün, ne kadar birlik ve ortak mücadeleden söz edilirse edilsin, "taraf"lardan birisi on yıllar öncesinden "tercih" ettiği bir yolda gitmeyi sürdürdüğü sürece, Kürt ulusal sorununun gerçek ve kalıcı çözümüne ulaşılmayacaktır. Ulaşılmadığı ölçüde, "orta yolcu" her türlü "çözüm" önerileri taraftar bulmayı sürdürecektir. Bunlar ise, sadece sorunu "ötelemek"ten başka bir sonuç vermeyecektir.
Yine de, birleşik ve ortak bir demokratik halk devrimi mücadelesi örgütlemekten başka seçenek yoktur. Ve bunun yolu ise açıktır:
"Birlik gereğini ne kadar çok kavrarsak, tam birlik olmadıkça otokrasiye karşı uyuşumlu bir saldırıya girişmenin olanaksızlığına ne kadar daha fazla inanırsak, bizim siyasal sistemimizde merkezi bir mücadele örgütüne gerek olduğu o kadar daha çok ortaya çıkacak ve bizler 'basit', ama aldatıcı ve temelde alabildiğine yanlış olan çözümlerle tatmin olmaya o kadar az eğilim göstereceğiz. Birbirimizi yabansılamanın verdiği zararlar kavranmadıkça, proletarya partisi kampında bu yabansılamaya, her ne pahasına olursa olsun, kesinlikle son verme isteğini taşımadıkça, 'federasyon' için incir yaprağına hiç de gerek yoktur; ilgili 'taraflar'dan birinin çözmeyi gerçekten arzulamadığı bir sorunu çözmeye çabalamanın hiçbir yararı yoktur. Durum bu olduğuna göre, otokrasi tarafından ezilen bütün ulusların proletaryalarının otokrasiye ve giderek daha fazla birlik haline gelmekte olan uluslararası burjuvaziye karşı verdikleri mücadelede, başarı için merkeziyetçiliğin temel zorunluluk olduğunu, bırakalım, deneyimlerden ve asıl hareketten çıkarılacak dersler kanıtlasın."[3] (abç)
(Lenin)
[1] TMSF başkanı Ahmet Ertürk 20 Kasım tarihli basın toplantısında, Halis Toprak’a ilişkin olarak, “Toprak Grubunun, ‘sözün tükendiği, hiçbir anlam ifade etmediği’ bir grup haline dönüştüğünü, o konuda çalışmalarının devam ettiğini ve gelişmelerin yakında görüleceğini” söylemiştir. [2] Bugün, PKK tarafından tümüyle bir yana bırakılmış bir “çözüm”dür. “Globalizm” propagandasına ve Amerikan emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesine çok büyük “önem” atfeden PKK ve A. Öcalan, ulus-devlet döneminin sona erdiği iddialarını esas alarak, ulusların kaderlerini tayin hakkını bir yana itmişlerdir. Bu da “bağımsız Kürdistan”dan belli bir ulusal sınıra sahip olmayan “demokratik federasyon”a geçişin gerekçesi yapılmıştır. Ancak ulusların kaderlerini tayin hakkı sadece PKK tarafından bir yana itilmiş değildir. Legalize ve legalleşmiş sol, neredeyse bir bütün olarak ulusların kaderlerini tayin hakkını bir yana bırakmıştır. Ulusların kaderlerini tayin hakkının, her ulusun ayrı bir devlet kurma hakkı olması ile “devlet kurması”nı birbirine karıştıran sol, ayrılmayı mutlaklaştırdığı inancıyla ulusların kaderlerini tayin hakkını reddetmektedir. Örneğin SİP-TKP bu konuda şöyle söylemektedir: Kimse ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ diye dinselleştirilmiş bir tarih üstü saçmalığı önümüze koymaya çalışmasın.” (9 Kasım 2007, Sanal “Sol” gazete.) PKK diliyle ifade edersek, “Türk solu” böyle olunca, zaten “taraf”lardan birisi ulusal sorunun çözümünde tümüyle devre dışı kalmaktadır. “Diğer taraf”, yani PKK de benzer tutum içinde olunca, artık sorunun gerçek ve kalıcı çözümünün esasını oluşturan ulusların kaderlerini tayin hakkından söz etmek “boş işler”le uğraşmak anlamına gelmektedir. Bu durum karşısında devrimcilerin yapacağı şey, ulusların kaderlerini tayın hakkını, tarihselliği içinde ve tarihsel deneyimlerle birlikte yeniden yerli yerine oturtmaktır. Bir gün mutlaka “hak” ile “hakkın kullanılması”nın farklılığı anlaşılacaktır. [3] "Programımızda Ulusal Sorun", İskra, n° 44, 15 Temmuz, 1903. (V. I. Lenin, Collected Works, Vol. 6, pp. 454-63, Moscow, 1964. – Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 20, Sol Yaynıları, 1993.)