Irak,
Bölgesel ve Emperyalistler Arası
Çelişkilerin Katalizatörü mü?
"Bugün herkes Amerikan emperyalizminin Irak'a ne gün saldıracağını beklemektedir. Bu beklenti öylesine olağan hale gelmiştir ki, yürütülen tüm diplomatik görüşmeler sadece Amerikan emperyalizminin saldırı gününü erteleme çabası olarak görülür olmuştur. Kimilerine göre, Amerikan emperyalizmi Irak'a Aralık ayında saldıracaktır. Bir başkasına göre ise, saldırı Aralık-Şubat 2003 arasındaki bir tarihte gerçekleşecektir. Saldırı tarihine ilişkin rivayetler muhtelif de olsa, ortak tek nokta bu saldırının mutlak olduğudur.
Globalleşen dünyanın yeni 'sol'unun temsilcisi olarak sunulan Tony Blair ve 'şahin' W. Bush'un Irak'a yönelik saldırıyı haklı ve meşru gösterebilmek amacıyla ortaya attıkları iddialar ne denli düzmece, yüzeysel ve bir askeri saldırıyı hiçbir biçimde meşrulaştıramayacak nitelikte olsalar bile, saldırının kaçınılmazlığı herkes tarafından kabul edilir olmuştur."
Bundan dört ay önce 69. sayımızda yayınlanan Irak yazısı bu satırlarla başlıyordu. Ve Şubat 2003'e girildiğinde Amerikan emperyalizminin Irak'a yönelik saldırısı birkaç haftalık bir olgu haline gelmiştir.
Aradan geçen dört ay içinde Amerikan emperyalizmi askeri yığınağını "medya"da fazlaca yer almayacak şekilde tamamlarken, yer yer yayınlanan "savaş senaryoları"yla, savaştan çok "savaş sonrası"na ilişkin kamuoyu hazırlanmaya başlanmıştır.
Ancak Amerikan emperyalizmi, kamuoyu oluşturmak amacıyla milyonlarca doları "medya"ya aktarmasına rağmen, kendisinin büyük askeri gücü karşısında, değil Saddam'ın, hiç bir ülkenin "birkaç gün" ya da "hafta"dan daha fazla dayanamayacağı propagandası yapmasına rağmen, dünya kamuoyunda istediği oluşumu sağlayamamıştır.
Hernekadar Amerikan emperyalizmi "kendi savaşı"na destek verecek bir kamuoyu sağlayamamışsa da, dünya çapında savaş karşıtı gösteriler, geniş halk kitlelerinin sessizliği içinde küçük umut damlaları olarak kalmıştır.
Amerikan emperyalizminin Irak'a yönelik saldırısının nasıl olacağı, Irak'ın nasıl işgal edileceği, işgal sonrasında oluşturulacak yönetimin ne olacağı fazlaca önemli değildir. Irak'a ister kuzeyden ve güneyden aynı anda saldırılsın, ister kuzeyden Türkiye oligarşisinin ordusuyla birlikte saldırı düzenlensin ya da Kuzey Irak'taki kürt grupları doğrudan savaşın içinde yer alsın, mevcut durumda hiç birşeyi değiştirmeyeceği gibi, gelecekteki gelişmeleri de belirlemeyecektir. Bu konuda ülkemiz "medya"sında Amerikan emperyalizminin dolarlarıyla yayınlanan haberlere bakıldığında ise, neredeyse herşey savaş sonrasında Irak'ın paylaşımı için "masaya oturmak", "masada yer almak"la bağlantılı hale getirilmiştir.
Kıbrıs'tan AB'ye kadar tüm uluslararası konularda egemen olan küçük-burjuva anlayışla "medya"da yayınlanan düzmece "savaş sonrası senaryoları", "ne kadar savaşa destek verirsen, o kadar alırsın" mantığıyla kamuoyuna sunulmaktadır. Ekonomik kriz içinde bulunan, halkın artan oranda yoksullaştığı ve özellikle de küçük-burjuvazinin mülksüzleştirildiği bir dönemde, T. Özal'ın "bir koyup üç alma" mantığı, tüccar zihniyetiyle "ucuza alıp, pahalıya satma" mantığına dönüştürülmüştür. ("Yap-işlet-devret")
Bugün 3 Kasım seçimlerinin muzaffer "demokrat müslüman kardeşlerimiz", "günah bizden gitti" söylemiyle Amerikan emperyalizminin yanında savaş hazırlıklarını tamamlarken, Tayyip Erdoğan, "Irak harekatının başında 'denklem dışı kalınması' halinde harekâttan sonraki gelişmeleri yönlendirecek konumda olmanın da mümkün olmayacağına" ilişkin fetva vermeye başlamıştır. "Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları ve hatta Allah muhafaza güvenliği tehlikeye girebilir. Ülke çıkarlarını korurken çetin gerçeklerle yüzyüze geldiğimizi, ülkenin çıkarlarına halel getirmemek için zor kararlar vermek zorunda olduğumuzu herkes biliyor. Herkes bilmelidir ki, bizim ahlaki önceliğimiz tabii ki barış ve tüm insanlığın selametidir. Ama siyasi önceliğimiz biricik Türkiyemiz ve Türkiye'nin bekasıdır."[1*] Irak'a yönelik askeri saldırı henüz başlamadan Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Amerikan emperyalizminin yanında saf tutmaları, savaşın ilk somut sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Artık AKP etrafında toplanmış hiçbir şeriatçı, "demokrat müslüman", kendi ideolojilerinin ve siyasal görüşlerinin tutarlılığından söz edemeyeceklerdir. Devrimci mücadelenin ağır baskı koşulları altında tutulduğu ve "eski solcular"ın "globalizm" söylemiyle emperyalizmin saflarına geçtiği bir süreçte, "elde kalan tek temiz ve namuslu kesim" olarak kendilerini sunan şeriatçıların "zafer günleri" fazla uzun sürmemiştir.
Irak saldırısı daha başlamamışken ortaya çıkan ikinci olgu ise, ülkemizdeki şeriatçıların, tüm "ümmetçi" söylemlerine karşın milliyetçi ve şovenist olduklarıdır.
Böylece şeriatçılığın sınıfsal temelini oluşturan küçük ve orta sermaye kesimlerinin sınıfsal niteliği de belirgin biçimde görünür olmuştur. Ve kimilerinin savladığı gibi, bu küçük ve orta sermaye kesimlerinin, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde görülen anti-emperyalist "milli burjuvazi"yle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Bu kesimler, eski dönemin milli burjuvazisi gibi, kendine ait milli (ulusal) pazara sahip olmaktan çok, emperyalizmle işbirliği yaparak kendini güçlendireceğini düşünmektedir. Bu nedenle, şeriatçılıkta kendini siyasal olarak ifade eden küçük ve orta sanayi ve tüccar sermayesi, emperyalizmin mevcut işbirlikçilerinin yerine kendilerinin geçirilmesini istemektedirler. Bu yüzden, emperyalizmin her türden isteğini canla-başla karşılamak ve hatta olabildiğince daha fazlasını gönüllü olarak yapmak durumundadırlar. Onların, emperyalizmin işbirlikçisi olabilmek için yapamayacakları şey yoktur.
Bugün, ülkemiz siyasetinde meydana gelen gelişmeler, asıl olarak oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların kendi içlerindeki çelişkilerin keskinleşmesini getirmektedir. Diğer bir ifadeyle, 3 Kasım seçimleri öncesinde kendilerini AKP çevresinde toplayan bu sömürücü sınıflar, yeniden ayrışma sürecine girmişlerdir.
Irak saldırısında Amerikan emperyalizminin yanında yer alarak, kendilerine yeni "pazar" bulacağını sanan ve asıl olarak AKP yönetiminde ağırlıklı yere sahip olan kesimler, işgalci Amerikan askerlerine bisküvi, fındık, fıstık satarak gelişeceklerini ve Musul-Kerkük petrollerinden alınacak komisyonla büyüyeceklerini düşünmektedirler.
Diğer yandan, bugüne kadar "müslüman kardeş" edebiyatıyla kendini avutan, dünya fiyatlarının altında verdikleri fiyatlarla "müslüman ülkeler"e mal satan kesimler, Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı ve işgaliyle birlikte bu pazarlardan da olacaklarından korkmaktadırlar.
Turizm alanında faaliyet gösteren "şeriatçı" ve "laik" tüm kesimler ise, bu savaşta en ağır faturayı kendilerinin ödeyeceğini çok iyi bilmektedirler.
Tüm bu kesimler, T. Erdoğan'ın "Denklemin dışında kalan karar mekanizmasında da yer alamaz" tehdidini ne kadar ciddiye alırlarsa alsınlar, karşı karşıya oldukları durumdan kurtulamayacaklarını hissetmektedirler. Oysa ödeyecekleri bedel, tahminlerinden çok daha fazla olacaktır.
Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı ve saldırı sonrasındaki işgal "senaryoları"nın tozu dumanı arasında gözlerden kaçan "küçük" olgular vardır. İşte bu "küçük" olgulardan birisi Avustralya'nın Amerikan emperyalizminin her türden savaşında ve savaş çığırtkanlığında ön saflarda yer almasıdır.
1915'te İngiliz emperyalizmiyle birlikte Anadolu topraklarını işgale gelen ANZAK'ların torunları, 1960'larda Vietnam Savaşı'nda Amerikan emperyalizminin saflarında savaşmışlar ve bugün Irak saldırısında "özel güçler"iyle ön saflarda yer almaktadır.
Avustralya tarihi, tarihin en büyük acılarını çekmiş, aşağılanmış bir halkın, dünyanın mazlum, acı çeken halklarına karşı yürütülen emperyalist savaşların ön saflarında yer almasının tarihidir. Bir taraflarıyla İngiliz aristokrat kültürünün parçası olmakla övünen, diğer taraflarıyla "yeni Amerikalı" olduklarını düşünen ve bu yüzden saldırgan, pervasız Amerikalı tipine özenen Avustralyalılar, dünyanın uzak bir köşesinde bulunmanın avantajıyla dünya halklarının dikkatlerini fazlaca çekmemişlerdir. Ama bugün, Amerikan emperyalizminin yanında yer alan İngilizlerle birlikte fiili savaş gücü olarak Irak saldırısında ve işgalinde yer alan üçüncü ülke durumundadır.
Olaylara "global" baktığını sanan küçük-burjuva diyecektir ki, Avustralya'nın "küçük bir askeri birlikle" bu savaşta ve işgalde yer almasının ne önemi var?
Olay basittir!
Eğer Tayyip Erdoğan'ın söyledikleri doğruysa, yani "denklemin dışında kalan karar mekanizmasında da yer alamaz"sa, bugün Irak'ın yağmalanmasını ifade eden "masa"nın üç sahibi bugünden bellidir: Amerika, İngiltere ve Avustralya.
Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Orta-Doğu'ya ilişkin planları ve tasarıları yeterince bilinmektedir. Bu nedenle paylaşım "masası"ndan (tabii olursa) neler alacakları bugünden bellidir. Belli olmayan ise Avustralya'nın ne alacağıdır.
Konuyu algılayabilmesi için "globalist" küçük-burjuvanın, durup geçmiş yılları anımsaması gerekmektedir. İnsanların dünü ve yarınını önemsememeyi bir marifet zanneden bu "globalist" küçük-burjuva, şüphesiz biraz zorlanacaktır. Yine de, bu ülkenin, "bu coğrafyanın" bir yerinde GAP adında bir şeyin olduğunu anımsayabilir. Ve o zaman, GAP'la Avustralya'nın yakın ilgisini de anımsama olasılığı vardır.
GAP olayıyla ilgisi olan herkesin çok iyi bildiği gibi, GAP'ın tamamlanamamasında en önemli güçlerden birisi de Avustralya'dır. Amerika, İngiltere ve Avustralya'da faaliyet yürüten uluslararası gıda tekelleri için GAP, kendilerinden başka kimseye yar edilemeyecek kadar büyük bir projedir. İşte gözleri Musul-Kerkük petrolünden başka birşey göremeyecek kadar körleşmiş olanlar, Irak'ın işgali ile ortaya çıkacak büyük "Mezopotamya" topraklarını da görememektedirler.
Bu öylesine çok yönlü bir paylaşım ortaya çıkarmaktadır ki, "bağımsız" ya da "bağımlı" Kürdistan'ın kurulup kurulmayacağını da belirleyecek niteliktedir.
"Globalist" küçük-burjuva anımsayamasa da, Avustralya, GAP'ın tümüyle işletilmesine talip olmuştur. Bu talepleri yerine getirilmediği için, Avustralya, tüm uluslararası ilişkileri kullanarak GAP'ın finansmanı için kredi verilmesini bugüne kadar engellemeyi başarmıştır.
Şüphesiz "globalist" küçük-burjuvanın anımsamakta zorlandığı GAP-Avustralya ilişkisi, bölgede "yaşayanlar" tarafından çok iyi bilinmektedir. Her yeni Avustralya büyükelçisinin ilk iş olarak GAP bölgesini "ziyaret" etmesi ve bu "ziyaret" sırasında "yerel yöneticiler"le "sıcak görüşmeler" yapması, neredeyse alışılmış haberler durumundadır. Örneğin, 2001 yılının Ekim ayında yayınlanan haberde şunlar söylenmektedir: "GAP Bölgesi, bugünlerde Avustralya'nın yeni büyükelçisi Jonathan Philip'i ağırlıyor. Ankara'daki yeni görevine Temmuz ayında başladığı öğrenilen Jonathan Philip'in gezisini, bölgeyi tanımak için yaptığı belirtiliyor.
İsrail ve ABD'li girişimcilerin yaptığı ziyaretlerin ardından, Türkiye'ye yeni atanan Avustralya Büyükelçisinin de Diyarbakır'a gelmesi, şu tür değerlendirmeleri gündeme getirdi:
'Bütün bu ziyaretler, GAP'ın yakın gelecekte büyük yatırımlara gebe olduğunun göstergesi sayılabilir.'" Gerçekte ise, dünya tarımsal üretiminin uluslararası tekellerin tam denetimine geçirilmesi anlamına gelen "su kaynakları sorunu", Irak'ın işgali ile birlikte önemli bir aşamaya gelmiş olacaktır. Fırat ve Dicle'nin kullanımı, daha tam deyişle, Fırat ve Dicle sularıyla sulanacak tarımsal arazilerin ortaya çıkartılması ve bunların denetime alınması, Orta-Doğu petrolünün denetime alınması kadar büyük bir değişim anlamına gelmektedir. Ama bu değişimden "kârlı" çıkacaklarını sananlar da vardır.
Örneğin GAP'ın ve bir bütün olarak Fırat ve Dicle sularının Amerikan emperyalizmi ve ortakları tarafından (burada Avustralya taşaron olacaktır) denetime alınmasının Kürtler açısından "büyük bir avantaj" olacağını düşünenler de vardır. Bu düşünce sahipleri, Irak petrolünün (Musul-Kerkük'ün) denetiminin Kürtlere bırakılmayacağını da çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla petrol dışında kalan Fırat ve Dicle'nin denetimiyle, hem ekonomik olarak, hem de siyasal olarak Kürt burjuvazisinin güçleneceğini düşünmektedirler.
Bu ve benzeri düşünceler, emperyalizmin ne olduğu konusunda hiçbir fikre sahip olmayan, emperyalizmin girdiği ülkelere "medeniyet" getirdiğini sananlarındır. İçlerinde "akıllı" olanları ise, emperyalizmin bu kaynakları "yerel otoritelere" bırakmayacağını, ancak "yerel otoriteler"in emperyalizmin işbirlikçisi burjuva haline gelebileceğini, dolayısıyla bu yönde girişimde bulunanın bu işten "kârlı" çıkacağını düşünmektedirler.
Öncelikle bilinmesi gerekir ki, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleri ile işgal edilmiş toprakların sömürgeleştirilmesi yöntemleri bir ve aynı değildir. Birincisi, gelişen ve gelişme potansiyeline sahip anti-emperyalist ve ulusalcı hareketleri pasifize etmek amacıyla "yerli" işbirlikçilerin görüntüsel mülkiyetine dayanırken, ikincisi, doğrudan askeri bir işgale dayandığı için, böyle bir "görüntüye" ihtiyacı yoktur.
İkinci olarak, Fırat ve Dicle, sanıldığı gibi, sadece Kürtlerin sahip oldukları ve Kürdistan devleti kurulduğunda tümüyle kendilerine ait olacak bir su kanalı değildir. Bunun böyle olmadığını anlamak için, sadece Atatürk barajı ve bu barajdan verilecek su miktarı nedeniyle meydana gelen anlaşmazlığın Türkiye ile Suriye'yi savaşın eşiğine getirdiğini anımsamak bile yeterlidir. Bu çatışmada Irak'ın bugüne kadar bir taraf olmamasının nedeni ise, suya dayalı tarımsal üretiminin büyük boyutlarda bulunmamasından kaynaklanmaktadır.
Bugün Irak'ın işgalinin ortaya çıkaracağı ilk büyük paylaşım ve çatışma dinamiği petrolden çok, su kaynakları ve bu kaynakların denetimi konusunda olmaktadır.
Avustralya, gerek Anadolu'daki, gerekse Irak'taki mevcut ve potansiyel tüm tarımsal üretim alanlarının işletilmesine adaydır. Bunu gerçekleştirebildiği oranda, bugün elinde tuttuğu dünya yün üretim tekelini daha da güçlendireceğini ve büyük emperyalist ülkeler safına katılacağını hesaplamaktadır. Böylece, Uzak-Doğu'da Japonya'nın pazarlarını ele geçireceğini düşünmektedir.
Bu hesaplarda, "bu coğrafyanın" insanlarına biçilen "rol" ise, bu tarımsal işletmelerde düşük ücretli işçi olarak çalışmaktır.
Ancak, emperyalizmin tüm hesaplarında olduğu gibi, bu paylaşım hesabında da "hesaba katılmayan", tarihin yapıcısı ve devindiricisi olan sınıf mücadeleleridir. Irak'ın işgali, ulusal ya da dinsel görünüm altında da olsa, bölgedeki sınıfsal çelişkileri olabildiğince keskinleştirecektir.
Su kaynakları denetim altına alınmış ve çevresi askeri olarak kuşatılmış bir Suriye, Irak işgalinden sonra ortaya çıkacak ilk büyük çatışma alanı olacaktır (Burada anımsatalım ki, GAP'ın en büyük "destekçileri"nden bir diğeri de İsrail'dir).
İkinci çatışma dinamiği ise, işgal edilmiş topraklarda yaşayan Arap nüfusun ucuz işgücü olarak kuzeydeki tarımsal topraklara göç ettirilmesidir. Bu da, uzun dönemli bir ulusal-ırksal çatışma dinamiği anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü, Amerikan emperyalizminin "haydut devletler"inden birisi olan İran'ın destabilize edilmesidir (istikrarsızlaştırılması).
Ve nihayet, Orta-Doğu'daki tüm "gerici Arap rejimleri"nin doğrudan emperyalizmin "sömürge valileri" tarafından yönetilmesi gündemdedir. Şüphesiz "globalist" küçük-burjuva ile ulusal sorunlarının emperyalizmin işbirlikçiliği ile çözüleceğini düşünen Kürt milliyetçileri, Irak'ın işgali ile "bölgedeki gerici rejimlerin çökeceği ve demokrasinin geleceği" hayalini kurmaktadırlar. Oysa ki, sözkonusu olan "gerici rejimler"in yıkılarak yerlerine "demokrasi" kurulması değil, bu ülkelerin doğrudan yönetimidir. Tarihi yeniden okuduklarında göreceklerdir ki, emperyalizm girdiği hiç bir ülkede "demokratik" bir yönetim kurmamıştır ve kuramaz da. Bu emperyalizmin doğasına aykırıdır.
İşte bu çatışma ve istikrarsızlık potansiyelini içinde taşıyan Irak savaşı ve işgali, aynı zamanda emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin keskinleşmesine neden olmaktadır.
Bilindiği gibi, 1997 yılında başlayan Asya Krizi, giderek dünya emperyalist sisteminin bütününü kapsayan genel bunalıma dönüşmüştür. Düne kadar, eşitsiz ve sıçramalı gelişim yoluyla Amerikan emperyalizmini pek çok alanda geçmiş olan Japonya, bu genel bunalımdan en çok etkilenen ilk emperyalist ülke olmuştur. Nerdeyse ülke içinde üretim ve tüketim durmuş, ihracat orta büyüklükte bir Avrupa ülkesinin seviyelerine düşmüştür. Alınan tüm önlemlere rağmen, bugün Japon ekonomisi durgunluktan (resesyon) çıkabilmiş değildir. Ve şimdi, geçmiş yılların diğer gelişen emperyalist gücü Almanya resesyona girmiştir.
Sosyalist sistemin varlığını sürdürdüğü koşullarda emperyalistler arasındaki entegrasyon, genel bunalım koşullarında resesyona giren emperyalist ülkenin diğerleri tarafından desteklenmesini gündeme getiriyordu. Ancak 1997'den sonra gelişen olaylar, resesyon içindeki emperyalist ülkenin yalnız bırakıldığını ve tecrit edildiğini göstermektedir. Bugüne kadar Japonya'ya karşı uygulanan emperyalist ülke politikaları, bugün Almanya için gündemdedir. Artık Amerikan emperyalizminin "sosyalizm denizinde ada" olma korkusu kalmamıştır.
Almanya, Japonya olayından korkmakta ve bu duruma düşmemek için yeni ilişkiler ve ittifaklar geliştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi ile çıkarları çelişen her kesim ve her ülkeyle bağlar kurma eğilimindedir. Ama, öte yandan bunları somutlaştırabilmek için, gerekli araçlara ve bakış açısına sahip değildir. Bu da Almanya'da iktidarda bulunan SPD-Yeşiller koalisyonunun ne yapacağını bilmeyen, belirsiz politikalarına yansımaktadır.
Diğer yandan ise, Amerikan emperyalizminin "globalizm" uygulamalarından büyük ölçüde etkilenmiş ve giderek kendi iç pazarında güç kaybına uğramış olan Alman sermaye kesimleri, bir yandan milliyetçi-ırkçı söylemi geliştirirken, diğer yandan Irak saldırısı ve işgalinin ortaya çıkaracağı "yeni dünya"da yer kapamama telaşına girmiştir. Daha tam deyişle, düne kadar emperyalist paylaşımdan ne kadar pay alacağının kaygısı taşıyan Alman iç pazarına üretim yapan sermaye kesimleri, bugün paylaşımdan pay verilmeyeceği kaygısına kapılmıştır. Bu da, Almanya'da sağ partilerin artan oranda Amerikan yanlısı politikalara angaje olmaları sonucunu doğurmaktadır.
Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı ve işgaline karşı Almanya'nın Fransa ile geliştirdiği görüntüsel "ittifak" sonrasında İngiltere'nin yedi "AB ülkesi"yle birlikte[2*] Amerika'yı destekleyen bildiri yayınlamaları Avrupa Birliği'nin geleceğini belirsizleştirmiştir. (Bir zamanların dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in deyişiyle, "Amerika, Avrupa'nın altını oymuştur".)
Bugün emperyalist ülkeler arasındaki "komünizme karşı" olma ekseninde kurulmuş olan eski dengeler bulunmamaktadır. Bu dengelerin yeniden nasıl kurulacağı ise belirsizlik içindedir. Şu ya da bu bakış açısıyla "dünyanın geleceğine" ilişkin oluşturulan "senaryolar" ise, varolan olguları, özellikle emperyalizm olgusunu çarpıttığından hiç bir değere sahip değildir. Bunlar içinde en popüler olanı, sol adına ortaya atılan ve pek çok kesim tarafından "mantıklı" bulunan dünyanın Roma İmparatorluğu dönemindeki gibi "Amerikan İmparatorluğu" tarafından yeniden dizayn edildiği "senaryosu"dur. Ülkemizdeki sol yayınlara bakıldığında, en sık karşılaşılan sözcük de "Amerikan imparatorluğu" olmaktadır.
Örneğin, Ekmek ve Adalet, "Amerikan saldırganlığına karşı yapılan eylemlerde, çeşitli nedenlerle, bilinçli ya da bilinçsiz en çok atılan sloganlardan biri 'savaşa hayır' ve 'yaşasın barış'!" diye bir saptama yaptıktan sonra şöyle yazmaktadır: "Örneğin neden, somut durumu ifade eden, 'Amerikan saldırganlığına hayır' ve 'halklar Amerikan imparatorluğuna karşı direnmelidir' veya benzer anlamlar ifade edecek sloganlar haykırılmıyor?"[3*] Görüldüğü gibi, "Amerikan imparatorluğu", neredeyse sorgulanmaksızın benimsendiği gibi, sloganlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Negri'nin "İmparatorluk" kitabının İngiliz finansmanıyla yayınlanmasıyla birlikte yaygınlaşan bu görüşe göre, dünya "Amerikan İmparatorluğu"nun egemenliğine girmektedir. Buna göre, artık emperyalist aşama sona ermiş, doğrudan emperyal aşamaya gelinmiştir! Doğal olarak, bu "teori", tüm emperyalist ülkeleri ortadan kaldırmakta ve giderek "Amerikan imparatorluğu"nun eyaletleri olarak tanımlamak durumundadır. Bunun doğal ve mantıki sonucu ise, emperyalistler arası çelişkinin ortadan kalktığıdır.
İşte böylesi teorilerin ortalıkta uçuştuğu bir dönemde Irak olayı, bir kez daha emperyalizm olgusunu ve emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiyi görünür hale getirmiştir. Olgusalcı küçük-burjuva sosyolojisiyle ekonomik ve siyasal olayları değerlendirmeye kalkanlar, gelişen olayları kavrayamamış ve bu nedenle soyut "senaryolar"la günleri geçirmişlerdir. Bugün her şey somuttur. Amerikan emperyalizmi "sosyalizm denizinde ada" olmamak amacıyla II. yeniden paylaşım savaşından sonra yürüttüğü dünya jandarmalığı döneminde kaybettiği ve aslında kendisine ait olduğunu düşündüğü dünya pazarlarını yeniden ele geçirmeye yönelmiştir. Kendisinin "komünizme karşı savaşın"da büyük askeri harcamalar yaparken, diğer emperyalist ülkelerin bu harcamalara yeterince katkı vermediğini, bunun sonucu olarak diğerlerinin ekonomik olarak güçlendiklerini düşünmektedir.
Bu bakış açısıyla, Amerikan emperyalizmi, elindeki askeri gücü kullanarak, 1991 sonrasına ilişkin yapılmış paylaşımda kendine düşen alanlarda, kesin ve mutlak egemenlik kurmak istemektedir. Bu nedenle, Taliban, Usame bin Ladin gibi eski anti-komünist "dostları"yla işe başlamış ve sıra İran'a karşı bir güç olarak kullandığı eski "dost" Saddam'a gelmiştir.
Günümüzdeki gelişmelerin yanlış değerlendirilmesinin ve olmadık "senaryolar" yazılmasının bir nedeni de, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan pazarların emperyalist ülkeler tarafından nasıl paylaşıldığına ilişkin bir bilginin kamuoyuna yansımamış olmasıdır.
İlk görünen, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasından sonra, "sosyalist blok"un Avrupa kesimirir AB'nin emperyalist ülkelerine bırakıldığı ve alt sınırının Kosova-Makedonya olarak çizildiğidir.
Ancak gelişmeler göstermektedir ki, emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşımına ilişkin "mutabakat" çok net değildir. Yeni pazarlar, emperyalist ülkelere yakınlığa bağlı olarak dağıtılmış olmakla birlikte, diğerlerine "açık kapı" bırakılmıştır. Bu nedenle, örneğin, Amerikan emperyalizmi Kafkas bölgesinde belirleyici bir güç durumundayken, Almanya, Gürcistan aracılığıyla Kafkas bölgesinde etkili olmaya çalışmaktadır. Benzer bir durum Avrupa için de sözkonusu olmaktadır. Almanya, AB'nin "en büyük ve en etkili ülkesi" konumuyla "arka bahçesi" olarak düşündüğü Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan'da Amerika'nın görünmeyen gücü son yayınlanan sekizler bildirisiyle ortaya çıkmıştır.
Emperyalistler arasındaki "gizli anlaşmalar"ı bilmek durumunda değiliz. Ancak bunların bilinmesi de çok önemli değildir. Görünen tek gerçek, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleştiğidir. Dünya ekonomik bunalımı koşullarında bu çelişkilerin gelişme dinamikleri çok daha hızlı olmaktadır. "Tek kutuplu dünya", bir kez daha emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin belirleyici olduğu bir süreç oluşturmaktadır. Irak'a yönelik askeri saldırıyı haklı ve meşru gösterebilmek amacıyla yürütülen her türlü propaganda ve dezinformasyon faaliyetleri, aynı zamanda gelecekteki iç çatışmalar için dünya kamuoyunu hazırlamaya hizmet etmektedir.
Günümüzde bu gelişmelerin daha hızlı yaşanacağı ülke ise Almanya olmaktadır. Gerek emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin keskinleşmesi, gerekse içinde bulunduğu resesyon, Almanya içinde yeni politik gelişmelerin ortaya çıkmasını hızlandırmaktadır. Almanya'nın Fransa'yla kurduğu "ittifak"ın geleceği de, Alman finans-kapitalinin kendi içindeki çelişkilerinin sonuçlarına göre biçimlenecektir. Dolayısıyla, Irak saldırısı ve işgaliyle birlikte, bir yandan Orta-Doğu'da, diğer yandan Almanya eksenli Avrupa'da olayların belirleyici olacağı bir döneme girilmektedir.
İşte Amerikan emperyalizminin Irak'a yönelik askeri saldırısı ve işgal hazırlıklarının ortaya çıkardığı çelişkiler ve gelişmeler, özet olarak bunlardır.
Bütün bunlar içinde hesaba katılmayan tek güç ise, dünya devrimci hareketidir. Dünya çapında küçük-burjuva ideolojisinin soldaki egemenliğine dayanan bu olgu, emperyalistlerin daha da pervasızlaşmasına neden olmaktadır. Ama unuttukları gerçek ise, devrim mücadelelerinin kişilerin öznel istemlerine bağlı olarak ortaya çıkmadıklarıdır. Nesnel koşullar, dünya halklarının ve işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi yönündedir. Eksik olan öznel koşullar ise, yani bu mücadelenin örgütlü gücü ise, bugün sözü edilemez bir unsur olarak değerlendirilse de, dünyanın her yerinde şu ya da bu oranda vardır. Sorun, devrimci mücadelelerin örgütlü ve bilinçli olarak yürütülmesi önündeki küçük-burjuva ideolojisinin soldaki etkisini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Dünya halklarının ve işçi sınıfının, emperyalizme ve burjuvaziye karşı nasıl savaşılacağına ilişkin çok zengin deneyimi olduğu unutulmamalıdır.
[1*] Tayyip Erdoğan'ın 4 Şubat 2003 tarihli AKP grubunda yaptığı konuşma. [2*] Bu ülkeler, İngiltere, İspanya, İtalya, Portekiz, Danimarka, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti olarak beş "asil", üç "yedek" AB üyesidir. [3*]Ekmek ve Adelet, Sayı: 45, 26 Ocak 2003.