Amerikan Emperyalizminin
Sopaları
ve Sopacıları
Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı ve işgalinin Türkiye cephesi, ya da "medyatik" dille ifade edersek "Kuzey Cephesi", sözcüğün tam anlamıyla dezinformasyon faaliyetinin ötesinde oligarşik yönetimin askeri ve sivil bürokrasisiyle topyekün bir savaş olarak ortaya çıkmıştır.
Her zaman olduğu gibi, Amerikan emperyalizminin bu savaştaki temel güçleri "medyatik" güçler olmuştur. Başta Ertuğrul Özkök'ün yönetimi altında Hürriyet, Milliyet ve diğer Doğan Holding yayınları savaş cephesinde yerlerini alırken, Nuri Çolakoğlu' nun komutasında, M. Ali Birand'ın figüranlığında CNN Türk ve Ufuk Güldemir komutasında HaberTürk "derin harekât" unsurları olarak savaşa sokulmuşlardır.
Amerikan emperyalizminin Kuzey Cephesi'nin genelkurmaylığını ise TÜSİAD adına Tuncay Özilhan yaparken, Sakıp Sabancı "talih kuşu"nun kaçırılması sonrasında yaptığı açıklamalarla Tuncay Özilhan'ın yalnız olmadığını kamuoyuna göstermiştir.
Özellikle Irak saldırısının askeri bölümünün sona erdiğinin açıklanmasından sonra, "savaş karşıtı cephe"yi "cezalandırmak" söylemiyle ortaya çıkan Amerikan yönetiminin "ikinci adamları" Wolfowitz ve Grosmann'ın CNN Türk aracılığıyla yaptığı açıklamalar, "Kuzey Cephesi" savaşının bitmediğini göstermiştir.
CNN Türk'te M. Ali Birand ve Cengiz Çandar'ın "Pentagon'un beyni" olarak lanse ettikleri Wolfowitz'in sürmanşetlere taşınan "Türkiye, evet biz bu işte hata yaptık, demeli" sözleri savaşın henüz yeni başladığının bir işareti olarak değerlendirildi.
"Ve Türkiye'de bize destek olacağını düşündüğümüz, aramızdaki ittifakın çok önemli geleneksel destekçisi kurumlardan aradığımız desteği bulamadık.
Hangileri özellikle?
Tahmin ediyorum ki biliyorsunuz hangilerini kastettiğimi, ama örneğin ordu... Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamadı. Ama asıl hayal kırıklığı şuydu: Türk kamuoyu ve bunun yansıması olarak Türk hükümeti, Irak'ta neyin mücadelesinin verildiğini anlayamadı.
Türkiye'nin ulusal çıkarları ve ulusal stratejilere bakacak olursanız, özellikle sizin sisteminizde geçerli olan şu: ordunun söylemesi gereken bir şey vardı: 'Amerika'yı desteklemek Türkiye'nin çıkarınadır' demeliydi. "
Ve Wolfowitz bu sözleriyle Türkiye'deki Amerikan emperyalizmine bağımlı siyasal sistemin ne olduğunu, ana unsurunun kimlerden oluştuğunu, bugüne kadar yapılmış tüm değerlendirmelerden çok daha açık ve net olarak ortaya koymuştur.
Bugüne kadar Amerikan emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçilerinin iktidarını korumak ve kollamak amacıyla 12 Mart ve 12 Eylül'de askeri darbe yapan, milyonlarca insanı işkencelerden geçiren, yüzbinlerce insanı cezaevlerine kapatan "anlı ve şanlı Türkiye Cumhuriyeti ordusu", Wolfowitz'in açıkça ifade ettiği gibi "bizim sistemimizin" "liderlik konumunu" oluşturmaktadır. Ancak bu "liderlik", Amerikan emperyalizminin isteklerini anlamakta, "yeterince anlamakta" yetersiz kalmıştır.
Amerikan emperyalizminin "Kuzey Cephesi" savaşının birinci noktasını bu "liderlik konumu"na "yeterince" sahip çıkmayan Türk silahlı kuvvetleri" oluşturmaktadır.
"Eğer ben bir Türk olsaydım 'ne olursa olsun, son zamanlarda neler yaşadıysak yaşayalım Türkiye'nin dünyadaki en güçlü dostu, en büyük müttefiki Amerika Birleşik Devletleri' dir' diye düşünürdüm."
Evet, "ne olursa olsun" "Türkiye'nin dünyadaki en güçlü dostu, en büyük müttefiki ABD'dir" diye düşünülmelidir! Aksi halde?...
İşte "Kuzey Cephesi" savaşının gelişimini ve savaşın rotasını belirleyecek olan da bu sorunun yanıtı oluşturmaktadır.
"Şöyle bir Türkiye olmalı: Her şeye, Kuzey Irak'ta olan her şeye şüpheyle yaklaşmayan, 'Amerikalıların ne istediğini umursamıyoruz' demeyen, 'İran ve Suriye ile ne problem olursa olsun onlar bizim komşumuz' demeyen bir Türkiye olmalı. Şöyle bir Türkiye olmalı. 'Evet biz bir hata yaptık' demeli... 'Irak'taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık. Bilmedik. Ama artık biliyoruz. Nerede ne kadar yardımcı olabiliyorsak o kadar yardımcı olmalıyız Amerikalılara' demeli. Çünkü bu Türkiye'nin çıkarları için de çok önemli, Türkiye oradaki gelişmelerden en hızlı ve de en fazla yararlanacak ülke."
Böylece Amerikan emperyalizminin Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz'in (M. Ali Birand'ın sözleriyle "Pentagon'un beyni" nin) ağzından savaşın hedefleri açıkça ortaya konmuştur.
Bundan sonra, Türkiye oligarşisinin her askeri yöneticisi Amerikan emperyalizminin her istediğini, kayıtsız-şartsız yerine getirmeye hazır olmalıdır. Bugüne kadar sergiledikleri işbirlikçilik, Amerikan emperyalizmine yetmemektedir. Daha çoğu, tam ifadeyle, tümüyle işbirlikçiliğin gerekleri yerine getirilmelidir.
Bu savaşta Amerikan emperyalizminin "silahları" ise, yine Wolfowitz'in açıklamasında ifade edilmiştir: Türkiye'deki "stalinist ekonomi"ye karşı olan, popüler dille ifade edersek, "devletin küçültülmesi" yanlısı herkes.[1*]
Böylece Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan oligarşik yönetim ve onun askeri kurmayı, sözcüğün tam anlamıyla işbirlikçiliğin son sınırına ulaşmışlardır. Önlerinde hiçbir seçenek (alternatif) bulunmamaktadır. Ya Amerikan emperyalizminin konjonktürel politikalarının gereklerine her koşulda uyacaklardır, ya da...
"Ya da"...
İşte bugün için tam olarak belirginleşmeyen de burasıdır. Amerikan emperyalizminin kendi konjonktürel politikalarına mevcut siyasal-askeri yönetim kayıtsız-şartsız uymadığı ve gerekli askeri desteği vermediği koşullarda ne yapılacağı sorusu Wolfowitz'in açıklamalarında yanıtsız bırakılmıştır.
Bugüne kadar "büyük ve ulusal çıkarlar" sözkonusu olduğunda devreye giren genelkurmayınbu kez "ulusal çıkar"lar nedeniyle "çağdışı ulusal çıkarlar"a karşı devreye girmesi istenmektedir. Sorun, bunun nasıl ve kimler tarafından yerine getirileceğidir.
Burada bir dizi ilişkiler, güç dengeleri, oligarşik yönetimin kendi iç çelişkileri devreye girmekle birlikte, sorunun yanıtı yönetimin askerileştirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da, Pakistan'da Perviz Müşerref darbesi ve sonrasındaki askeri yönetimin Türkiye'ye "model" olarak biçilmesi demektir. Oysa ki, Pakistan "modeli", Türkiye'deki askeri darbelerin bir versiyonundan başka birşey değildir.
Böylece sorun, Türkiye'de bir askeri yönetimin nasıl ve kimlerden oluşturulacağı şeklini almaktadır.
Amerikan emperyalizmi, düne kadar "hizaya getirmek" istediği siyasal-sivil yöneticileri, ordunun "big stick"iyle (büyük sopasıyla) "hizaya getirirken", bugün sopanın bizzat kendisi gündeme getirilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın Avrupa konuşmalarının manşetlere taşınması, sopanın yönünü açıkça göstermiştir.[2*]
Wolfowitz'in açıklamaları ardından yapılan "yorumlar"da, ordunun "bazı üst düzey komutanları" ile "alt kademelerdeki" ABD karşıtlığından sözedilirken, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Arman'ın adının ilk başta anılması, "üst düzey komutanlar"ın kimler olduğunu daha açık hale getirmiştir.
Tüm bunların arka planında ise, Amerikan emperyalizmi ile Türkiye'nin "stratejik ittifakı" ve Türkiye'nin "stratejik müttefik" olarak "üstüne düşeni yapmadığı" yorumları yer almıştır. Böylece sorun, Türkiye'nin "jeo-politik" ve "jeo-stratejik önemi"ne, ABD ile "stratejik ittifak" konusuna kaydırılarak, "yeni askeri yönetimin" bu "stratejik ittifakı" kabul edenlerden oluşturulacağı "sinyalleri" verilmiştir.
Oysa ki, Amerikan emperyalizmi "stratejik ittifak konsepti"ni çok uzun zaman önce terk etmiştir. NATO'nun "genişlemesi" görünümü altında eski yapısının ortadan kaldırılması, Amerikan emperyalizminin "ittifak" ilişkilerini bir yana bırakmasının en açık örneği olmuştur.
"İttifaklar, çoğu zaman uluslar arasındaki kültürel bağ ve karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu resmi mutabakatlardır ve uzun vadeli bir tehdide karşı ve kapsamlı bir savunma mekanizması sağlamak için yaratılmışlardır. Buna karşın, koalisyonlar geçicidir, belirli tehditlere karşı ortaya çıkarlar ve koalisyonun maksadı tahakkuk edince dağılırlar. Koalisyonlar karakter itibariyle politik olarak zayıftırlar ve ihtiyaç dışında gelişirler, düzenli ilişkilerin yaşandığı tarihi ilişkiler olmaksızın da milletleri birleştirirler.
Yeni ve gelişmiş teknoloji teknikleri her ne kadar koalisyon ortakları ve 21. yy komutanları arasındaki iletişimi tam anlamıyla sağlasa da, koalisyon çabaları, teknik yetersizlikler, yabancı dil zorlukları, kültürel asimetriler, tarihi ve jeopolitik konuların önemsenmemesi yüzünden başarısızlığa uğrayabilmektedir. Başarılı koalisyonun ilacı teknoloji değil, koalisyon ortakları arasında kurulan iletişim ve sağlanan 'güven'dir...
Gelecek koalisyonlar, Amerikan liderlerinin başarıya ulaşmada, süregelen stratejik sonuçlara ulaşma gibi değerlerini benimseyeceklerdir. Birçok örnekte görüldüğü gibi, askeri koalisyonlara duyulan ihtiyaç her zamankinden daha çok olacaktır. Çünkü koalisyon harbi, uzun vadeli ve stratejik çözümlerin tek yoludur." [3*] (abç)
Görüldüğü gibi, Amerikan emperyalizminin yeni "ittifak konsepti", tümüyle "askeri koalisyonlar"a yönelmiştir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi için artık "stratejik ortaklık (ittifak)" sözkonusu değildir. Bu da, Pentagon uzmanlarına göre, uzun dönemli bir "tehdit" unsurunun mevcut olmamasının bir sonucudur. Böylece, emperyalist sisteme karşı sürekli bir alternatifin (sosyalist sistemin) bulunmadığı koşullarda, emperyalist ülkeler arası ilişkilerde "komünist tehdit" uzun süreli ittifakların ortak paydası olmaktan çıkartılmıştır.
Böylece Amerikan emperyalizminin, Wolfowitz'in ağzından, M. Ali Birand ve Cengiz Çandar aracılığıyla salladığı "sopa"nın "medya"da gösterildiği gibi olmadığı açığa çıkmaktadır.
Bugün tarihi azçok bilen ya da okuyan Amerikalı ya da Avrupalı herkesin bileceği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı öncesi Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşadığı savaş koşulları üzerinde inşa edilmiştir. Cezayir'den Yemene, Filistin'den Kafkasya'ya kadar geniş bir toprak üzerinde savaşmak durumunda kalmış olan Anadolu insanı, bu savaşlarda büyük kayıplara uğramıştır. Nedenini bilmedikleri ve sonuçta bir işe yaramayan, hatta Anadolu topraklarını kaybetme durumuyla yüzyüze gelen "büyük" bir imparatorluğun "torunları" dış ülkelerdeki savaşlardan uzak duran bir politikayı esas almışlardır ("Yurtta sulh, cihanda sulh"). II. yeniden paylaşım savaşında açık biçimde uygulanan bu politika, Kore Savaşı'yla birlikte terkedilmişse de, Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs işgaliyle birlikte (1964'de Johnson Mektubu'ya başlayan süreç) "milli savunma" çerçevesine dönüştürülmüştür. 1991 Körfez Savaşı'nda T. Özal'ın "bir koyup üç almak" için "savaşanların" yanında yer alma tutumu, cumhuriyet tarihinin ilklerinden olan genelkurmay başkanının istifasıyla engellenmiştir.[4*]
TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan'ın 26 Mart 2003'de Ceylan Otel'de yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, "yüzyılımızın gereklerine uygun bir ulusal çıkar tarifi yapmak yerine, geçen yüzyılın anılarıyla beslenen bir ulusçuluk"tur sözkonusu olan. Bugün hesaplaşılmak istenen işte bu "geçen yüzyılın anılarıyla beslenen" ve harp okullarında temel ideolojik eğitim unsuru olan milliyetçiliktir. Düne kadar anti-komünist amaçlar için varedilen bu milliyetçilik, bugün Amerikan emperyalizminin "askeri koalisyon" anlayışına uymamaktadır. Ancak yine de sorun, ordu içinde başlı başına bir ideolojik bakış açısı haline getirilmiş olan bu anti-komünist milliyetçiliğin nasıl etkisiz kılınabileceğidir. Kendi içinde "Atatürkçülük" (birkaç yıllık yeni söylemle "kemalizm") şeklinde bütünleştirilmiş olan bu milliyetçiliğin bertaraf edilmesi üst komuta kademesinin değiştirilmesiyle ve Amerikanın çıkarlarını kendi özçıkarı olarak kabul etmeleriyle sağlanabilecek durumda değildir. Bu amaca ulaşmak için, bir yandan tüm harp okulları ile askeri akademilerin eğitim sisteminin değiştirilmesi, öte yandan ordu içinde büyük bir tasfiye hareketinin yapılması gerekmektedir.
Amerikan emperyalizminin "sopa"sının ikinci yanı ise, sivil bürokrasi ve siyasal yöneticilerdir. Özellikle mecliste büyük bir çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar olmuş AKP'nin bulunduğu koşullarda, AKP'nin Amerikanın çıkarlarıyla özdeşleştirilmesi ve buna bağlı olarak sivil bürokrasinin (deyim uygun düşerse) "kemalist" unsurlarının tasfiyesi Amerikanın ikinci büyük önceliği durumundadır.
Hürriyet gazetesinin yayınlarında ve Ertuğrul Özkök'ün yazılarında açıkça sergilendiği gibi, Türkiye'nin Amerikan emperyalizminin istediği bir "koalisyon gücü" haline getirilmesi için, iki kesim birbiriyle çatıştırılarak sonuç alınmak istenmektedir. Bir bakıma Amerikan yönetimi, eski "iti ite kırdırtmak" politikasını uygulamaya sokmuştur.
Wolfowitz'in açıklamasında ortaya konulduğu gibi, bir tarafta "geçen yüzyılın anılarıyla beslenen" "laik-milliyetçiler", diğer tarafta "liberal-şeriatçılar" bulunmaktadır. Ordu ve sivil bürokrasi içindeki "geçen yüzyılın anılarıyla beslenen milliyetçiler"e karşı AKP'nin "liberalizm"i harekete geçirilirken, AKP'nin "şeriatçılığına" karşı ordu ve sivil bürokrasinin "laikçiliği" harekete geçirilmektedir. Ve her zaman olduğu gibi, bu "savaş" "medya" aracılığıyla yönetilmektedir.
Özellikle Doğan Holding'in yayın organlarında bir gün AKP'ye övgüler dizen sürmanşetler atılırken, ertesi gün kolaylıkla "laiklik elden gidiyor" şürmanşetleri atılabilmesinin nedeni de bu savaşın "iti ite kırdırma" taktiğinden kaynaklanmaktadır.
Bu "savaşın" galibi yoktur. Amaç, "savaşan güçler"in birbirlerini yıpratarak, tek başına bir güç olmaktan çıkartmaktır. Zayıflatılan tarafların, zayıfladıkları oranda, Amerikan emperyalizminden destek arayışına gireceği hesaplanmaktadır. AKP, "laiklik" adına yapılacak bir askeri darbeye karşı Amerikan emperyalizmini "müttefik" olarak kabul ederken, genelkurmay "şeriatçılığa" karşı Amerikan emperyalizminin "müttefik" olacağını varsaymaktadır. Böylece Amerikan emperyalizmi, taraflar arasındaki "savaşın ve barışın" anahtarı durumuna gelmektedir.
Bugün Amerikan emperyalizmi için ideal gözüken çözüm, Perviz Müşerref tipi bir yönetimdir.
İşte bu ortamda "İngiltere'nin saygın kuruluşlarından"(!) The International Institute for Strategic Studies'nin (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü-IISS) yıllık "stratejik raporu" yayınlandı.[5*]
IISS raporunun basına yansıyan bölümlerinde, "önceden harekata karşı olduğu bilinen TSK'nın, harekatın kaçınılmazlığı ve Kuzey Irak'ta bir Kürt devletine yolaçması olasılığı nedeni ile ABD'nin desteklenmesi gereğini anladığı"ndan sözedilirken, "AKP liderliğinin ise büyük bir ikilem yaşadığı" "iç siyasi kaygılar ve partinin oy tabanında yapacağı etki nedeni ile kararsızlık sergilediği" ve AKP'nin "ABD, Türkiye'nin desteği olmadan Irak'a saldıramayacağı" varsayımından hareket ettiği değerlendirmesine yer verilmiştir. IISS raporu, "eğer hükümet önümüzdeki birkaç yıl içinde herhangi bir radikal adım atarsa, Batı'da ne kadar kabul edilemez ve ne kadar zıtlaşmayı göze alan bir tavır olarak görülürse görülsün, hükümeti devirebilir" saptaması yaparak "sopa"nın bir yönünü açık biçimde ortaya koymaktadır.
Bugün bu "savaş"ın hangi aşamalardan geçeceği ve nasıl "sonuç" alınacağı belli olmamasına karşın, "savaşan" tarafları "savaştıranlar" ve bunların işbirlikçilerinin kim olduğu açıktır. Doğan Holding'in yayın organlarının başındaki Ertuğrul Özkök ve CNN Türk'ün yöneticisi Nuri Çolakoğlu ve "Yakup Cemil" rolünde M. Ali Birand, bugün devletin en üst yöneticilerini, generalleri şuçlayabilecek, aşağılayabilecek boyutta güç sahibidirler. Bu güç, Ertuğrul Özkök'te Sabah gazetesinin sahibi olma "takıntısıyla" sürerken, Nuri Çolakoğlu'nun silah satıcılığıyla elde ettiği aile çıkarlarının korunmasıyla desteklenmektedir.
"Savaştırılan" kesimlerin bilmesi gereken tek gerçek, Amerikan emperyalizminin artık Türkiye'de siyasal ve ekonomik bir istikrar arayışı içinde olmadığıdır. "Ortadoğu'da istikrarlı bir Türkiye" Amerikan emperyalizmi için bir ayakbağı durumuna gelmiştir. TÜSİAD'ın kendini akıllı zanneden "patronlar"ının bilmesi gereken ise, Amerikan emperyalizminin "yeni bir jeo-politik bölgesel güce" ihtiyacının olmadığıdır.
Şüphesiz bu "savaş"ta, olayları televizyonlar ve gazetelerden izlemekle yetinen sadece halktır. Onlar, Amerikan emperyalizminin "sopa" sının kimin başına ineceğini izlerken, bu ülkede kimin kimi yönettiğinin belirsizleştiğini de görmek durumundadırlar. Ancak dört yılda bir yapılan "demokrasi" oyununa ve "askeri darbelere" alışmış olan halka, bu süreçte hiçbir rol ve görev biçilmemiştir. Bunlar içinde tek istisna kent küçük-burjuvazisidir.
"Globalizm"e aşık olmuş kent küçük-burjuvazisi, kozmopolit kültürüyle, hayalleriyle "serbest piyasa oyuncusu" durumundadır. Onların tüm "dinleri ve imanları", vizesiz gideceklerini hayal ettikleri Avrupa ülkeleri ve doların, borsanın, bonoların inip-çıkan "seviyeleri"dir. En hoşlandıkları bilgisayar oyunu ise, dezinformasyon haberlerle "devlet yöneticilerinin" birbirleriyle tutuştukları "iktidar savaşı"dır. Dün mankenlerin "paparazi" haberlerini büyük zevkle izleyen bu kesim, bugün "siyasi paparaziler"le gününü geçirmeye çalışmaktadır. Onlar, dün "hafif frikik pozisyonunda"[6*] manken fotoğraflarının tüketicisiyken, bugün AKP'li bakanların "güzel türbanlı" eşleriyle ilgilenmektedirler.
Bu dönemin en gözde bireyi, kendi çıkarını düşünen ve bu çıkarı için her türlü aşağılanmayı kabul eden bireydir. Onur, namus gibi kavramlar beş para etmediği gibi, ulusal bağımsızlık, ulusal onur da para getirmemektedir. M. Ali Birand gibi herhangi bir gazetecinin, üstüne toz kondurulmayan devlet yöneticilerini, "toplumun en güvenilir kurumu" diyerek göklere çıkartılan ordunun generallerini kolayca aşağılayabildiği ve hiçbir tepki görmediği bir ortamda, ikinci sınıf bir Amerikan yöneticisinin tehditleri ve aşağılaması fazlaca önem taşımamaktadır.
Dipnotlar
[1*] Wolfowitz şöyle demektedir: "ABD olarak, Irak'ı demokrat, birleşik bir ülke olarak korumaya çalışıyoruz. Orayı yeniden yapılandırmaya çalışıyoruz. Stalinist ekonomiyi, 30 yıldır yaşadıkları baskı rejimini yıkıyoruz. Ayrıca oradaki bütün fırsatlar Türkiye ve tüm komşuları için büyük olanakları yaratacaktır."
[2*] Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın 15 Nisan'da Brüksel büyükelçiliğinde yapılan toplantıda Milli Görüşçülere "yobazlar" dediği 24 Nisan tarihinde Hürriyet gazetesi tarafından sürmanşetten verilmiştir. Ertuğrul Özkök de aynı günkü yazısında "kriptoyu okudum" diyerek, devletin gizli belgelerini deşifre ederken, Tuncer Kılınç'ın AB karşıtı konuşmasını öne çıkarmıştır. 25 Nisan günü Hürriyet'in sürmanşentinde bu kez Tuncer Kılınç'ın aynı toplantıda "alırsın boyayı-kağıdı, basarsın parayı" sözleri yer almıştır.
[3*] Robert H. Scales, Future Warfare, s. 191-203.
[4*] 1991 Körfez Savaşı sırasında genelkurmay başkanı olan Necip Torumtay istifa etmiş ve yerine Doğan Güreş atanmıştır.
[5*] Son dönemlerde "stratejik araştırma enstitüleri" "medya"da sıkça yer almaktadır. Özellikle CIA'nın CSIS'i Ecevit hükümetinin düşürülmesi çalışmalarında ve erken seçim konusunda önemli bir "kaynak" (dezinformasyon aracı) olmuştur. Bugün bu "kaynak" görevi, İngiliz MI-5'in IISS'ine düşmüş görünmektedir.
[6*] Doğan Holding sahibi Aydın Doğan Zaman gazetesinde yayınlanan röportajda şöyle söylemektedir:
"Aşırıya kaçmamak kaydıyla. Milliyet Gazetesi'nde derdim ki Doğan Heper'e, 'Her gün birinci sayfada güzel bir kadın görmek istiyorum.' Ama çok apaçık olmayan bir resim olmasını isterdim. Hatta, işte Atatürk kadını falan derdim. Son zamanlarda Atatürk kadını çok kapalı kaldı. Biraz da frikiki falan olsun diyordum." (Zaman, 9 Eylül 2002).