Çevrecilikten
Emperyalist Pazar Paylaşımına
ya da Alman Yeşiller Partisi'nin
Traji-Komedyası
11 Eylül olaylarının ardından başlatılan Amerikan emperyalizminin başını çektiği "terörizme karşı savaş", Ekim başında Afganistan'a yönelik Amerikan ve İngiliz askeri saldırılarıyla "beklentilere uygun" gelişim göstermiştir.
Afganistan'a yönelik ABD ve İngiliz askeri saldırılarının başlamasıyla birlikte, başta Türkiye ve Almanya olmak üzere, pek çok ülke Afganistan'a askeri birlik göndermek için kararlar almaya başlamıştır. Türkiye'nin "demokratik sol"cusu B. Ecevit hükümeti "90 bordo bereli"nin Afganistan'daki savaşa gönderilmesine karar verdiğini açıkladığında, Almanya'nın "sosyal-demokrat" başbakanı Schröder ile "yeşilci, çevre korumacı, hümanist ve pasifist" Dışişleri Bakanı J. Fischer, tüm karşı çıkışları etkisiz kılarak Afganistan'a 3.900 asker gönderme kararı aldı.
Sosyal-demokrat, "üçüncü yolcu" İngiliz İşçi Partisi'nin başbakanı Tony Blair daha olayların ilk anından itibaren ABD'nin yanında yer alarak sosyal-demokratların "terörizme karşı savaş"ta öncülüğünü de ele geçirmiş ve bu sayede İngiliz uçakları ve askerleri savaşın ön saflarında yerini almıştır.
"Terörizme karşı savaş" paravanası altında Afganistan'da başlatılan savaşın içinde yer alan ve yer almak isteyen ülkelere ve hükümetlerine bakıldığında, ilk göze çarpan olgu, çoğunluğunun "hümanist, pasifist" görünümlü sosyal-demokrat tanımlı kişi ve partilerden oluştuğudur. Böylece, bir kez daha sosyal-demokratların savaş karşısındaki konumları ve tutumları, bir başka deyişle, sosyal-demokrat partilerin ikiyüzlülükleri kamuoyunun önüne konulmuştur.
Şüphesiz tarih tekerrürden (yinelemeden) ibaret değildir. Ancak ideolojiler ve politikalar, sınıfsal konumlar değişmediği sürece, tüm tarih, aynı kesimlerin aynı olaylar karşısında benzer tutumlar sergilediklerine tanık olmuştur. İşte tarihin bu tanıklığı, Afganistan'a yönelik emperyalist saldırılarla birlikte bir kez daha olayların niteliğini ve içinde yer alanların tutumunu kavramada güvenilir bir kaynak olmaktadır.
Bugün için unutulmuş ya da unutturulmuş olan tarihsel gerçeklerden birisi de, sosyal-demokrat hareketin Marksist hareketten ayrışmasının temel unsurunun emperyalist savaş konusundaki tutum olduğu gerçeğidir.
1800'lerin sonlarına doğru Marksist hareketin ilk büyük kitle partisi olan Alman Sosyal-Demokrat Partisi ve onun yönetimindeki II. Komünist Enternasyonal'in Birinci yeniden paylaşım savaşı karşısında "anayurdun savunulması" söylemiyle kendi emperyalist devletlerinin saflarında yer almalarıyla birlikte, sosyal-demokrasi ile Marksizmin yolları kesin olarak ayrılmıştır.
I. paylaşım savaşının başlamasından iki yıl önce, 1912 yılında İsviçre'nin Basel kentinde toplanan ve içlerinde Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin de yer aldığı dünya sosyalist partileri "Avrupa'dayaklaşmaktaolansavaşı,bütünhükümetlerin'canice'vegericibirgirişimleriolarakgördüklerinivebugirişimindevrimihızlandırarakkapitalizminyıkılmasınıçabuklaştıracağını" ilan etmişlerdir.
Ancak 1914 yılında savaş patlak vermiş ve sosyal-demokrat partilerin çoğu, kendi hükümetleri ile burjuvazisinin yanında yer almışlardır. Bu yer alışta başını Kautsky'nin çektiği Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tutumu belirleyici bir yere sahiptir.
2 Aralık 1914 günü Alman meclisinde savaş harcamalarına ilişkin yapılan oylamada Alman Sosyal-Demokrat Partisi olumlu oy kullanmıştır. Bu oylamada karşı oy kullanan tek milletvekili Karl Liebknecht olmuştur.
Bu olay, K. Liebknecht ve R. Luxemburg'un partiden ayrılarak "Spartaküs Birliği" adıyla yeni bir parti kurmalarıyla sonuçlanırken, Alman Sosyal-Demokrat Partisi, bu tarihten itibaren Alman emperyalizminin sadık ve güvenilir bir siyasal partisi haline dönüşmüştür.
Bu tarihsel olay, aynı zamanda "sosyal-şovenizm"in ortaya çıkışıdır da. Yani sözde sosyalist, pratikte ise kendi ülkesinin emperyalist politikalarının savunucusu olan sosyal-şovenizm, sosyal-demokratların ikinci bir adı haline gelmiştir.
I. yeniden paylaşım savaşıyla birlikte sosyal-demokratların emperyalist savaşın savunucusu ve destekçisi haline gelişleri, uzun yıllar süren "barış" dönemleri boyunca bir yana bırakılmış ve bu dönemlerde sosyal-demokratlar hızlı bir "barışçıl" görünüm sergileyebilmişlerdir.
Ancak ortalık ne zaman karışsa, emperyalist yayılmacı ya da sömürgeci savaş patlak verse, hemen her durumda sosyal-demokrat partiler kendi hükümetlerinin yanında yer almışlardır.
Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tarihi, küçük-burjuva ideolojisinin ve küçük-burjuva pasifizminin (barışçıllığının) nasıl iki yüzlü davrandığını, zikzaklar çizdiğini, kendi ülkesinin emperyalist savaş ve girişimlerini haklı ve mazur gösterdiğini sergileyen bir tarih olmuştur. Bu yönüyle, Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tarihi, Almanya başta olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerdeki küçük-burjuva hümanistlerinin, barışseverlerinin ne olduklarını ve hangi olaylar karşısında nasıl bir tutum takınacaklarını ortaya koyan özelliklere sahiptir.
Afganistan'a yönelik emperyalist saldırıyla birlikte Almanya'nın asker göndermesine ilişkin olarak Alman parlamentosunda Kasım ayında yapılan oylamada Yeşiller (Grünen) partisinin tutumu, bu küçük-burjuva barışseverlerin (pasifistlerin) tutumu, I. Paylaşım Savaşında Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin savaş bütçesine olumlu oy vermeleriyle benzer bir gelişme göstermiştir.
Bitmez tükenmez insan hakları savunucusu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının yılmaz bekçisi vs. görünümü altında yıllar boyu propaganda ve faaliyet yürüten Alman Yeşiller Partisi, Afganistan'a asker gönderilmesi kararını oybirliği ile desteklerken, tek dayanakları "terörizmin insanlık suçu" olduğu, böyle bir tehlike karşısında pasifist bir tutumun terörizmi desteklemek anlamına geleceği demagojisi olmuştur.
Tıpkı Kautsky'nin 1914 yılında yazdığı gibi, "sakintartışmalaraenazelverişliolanzaman,savaşgünleridir...Bugünpratiksorunşudur:Kişininülkesininzaferiyadayenilgisi"ne benzer biçimde, Alman Yeşiller Partisi de "terörizme karşı zafer ya da yenilgi" söylemiyle Afganistan'a asker gönderilmesini onaylamıştır.
Böylece, Alman küçük-burjuvazisinin bu pasifist, çevreci ve hümanist Yeşiller Partisi, kendi atalarının yolundan bir milim ayrılmaksızın, kendi ülkesinin emperyalist politikalarının yılmaz bir savunucusu konumuna yükselmiştir.
Afganistan'a yönelik emperyalist savaş, bir yandan ulusların kaderlerini tayin hakkı ve ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesinin emperyalist ülkeler tarafından nasıl ayaklar altına alındığını gösterirken, diğer yandan kendilerini barışsever, hümanist vb. olarak sunan tüm sosyal-demokrat ve çevreci kesimlerin emperyalist politikaların basit bir aleti olduğunu da göstermiştir.
"Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır", "yeni bir dönem başlamıştır" söylemleri ne denli yaygın olarak kullanılıyor olursa olsun, olanlar, emperyalizmin klasik, alışılagelmiş ve denetimsiz yayılmacılığı ve sömürgeci politikasından başka birşey değildir. Ve tüm bu gelişmelerle görünür hale gelmiştir ki, son 75 yıl boyunca dünyada hüküm süren kurallar ve ilkeler (temel hak ve özgürlüklerden, devletler arası ilişkilere ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına kadar), sadece emperyalist sisteme karşı bir gücün, SSCB'nin varoluşu ile belirlenmiş ve ayakta kalabilmiştir. Bugün tüm halklar ve uluslar, emperyalizmin dizginsiz ve denetlenemez saldırganlığı ve sömürgeci politikaları ile karşı karşıyadırlar. Bu emperyalist saldırganlık hiçbir kural ve ilke tanımamaktadır ve tanımayacaktır. Emperyalist ülkelerin sosyal-demokrat ya da çevreci partileri, kesin olarak ve geri dönülmez bir biçimde emperyalist politikaların safında yer almışlardır. Onlar, dün olduğu gibi bugünde, hiçbir biçimde ezilen halkların ve ulusların yanında değillerdir. Yollar ayrılmıştır.