Bugün herkes Amerikan emperyalizminin Irak'a ne gün saldıracağını beklemektedir. Bu beklenti öylesine olağan hale gelmiştir ki, yürütülen tüm diplomatik görüşmeler sadece Amerikan emperyalizminin saldırı gününü erteleme çabası olarak görülür olmuştur. Kimilerine göre, Amerikan emperyalizmi Irak'a Aralık ayında saldıracaktır. Bir başkasına göre ise, saldırı Aralık-Şubat 2003 arasındaki bir tarihte gerçekleşecektir. Saldırı tarihine ilişkin rivayetler muhtelif de olsa, ortak tek nokta bu saldırının mutlak olduğudur.
Globalleşen dünyanın yeni "sol"unun temsilcisi olarak sunulan Tony Blair ve "şahin" W. Bush'un Irak'a yönelik saldırıyı haklı ve meşru gösterebilmek amacıyla ortaya attıkları iddalar ne denli düzmece, yüzeysel ve bir askeri saldırıyı hiçbir biçimde meşrulaştıramıyacak nitelikte olsalar bile, saldırının kaçınılmazlığı herkes tarafından kabul edilir olmuştur.
Ve yine olayları izleyen herkes, tüm dünya kamuoyu, Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin Irak'a yönelik saldırılarının gerçek nedeninin petrol olduğunu düşünmektedir. Daha tam deyişle, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin 11 Eylül olaylarıyla birlikte ortaya çıkan "trajik" görüntülerin eşliğinde son yirmi yıldır görülmedik boyutta saldırganlaşmasının ardında yatan gerçek nedenin emperyalist dünya ekonomisinin 1997 yılından beri içine girdiği ekonomik bunalım olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
"Yönetim danışmanlığı" yapan, bir zamanlar Koç Holding ve Anadolu Endüstri Holding'de yöneticilik yapmış olan ve bugün "köşe yazarı" da olan Ege Cansen bu durumu aylar önce şöyle tanımlayabilmektedir: "Amerikan ekonomisi 11 Eylül' den önce resesyona girdi. On senelik bir yüksek devreden sonra konjonktürel durgunluk devresine girdi. 11 Eylül'den sonra olsa olsa Amerikan ekonomisinde büyüme olabilir. Amerika durgunluklardan hep harple çıkar, askeri harcamaların dopingleriyle ekonomi toparlanır. Harp ekstra hükümet harcamalarına yol açarak ekonomiye canlılık getirir. Zaten bütün kapitalist sistem böyle on yıllık çevirimler, dalgalar yaşar."[1*] Ama daha düne kadar ve hatta bugün bile, globalleşen dünyada herşeyin değiştiğini, değişmeyen hiçbir şeyin kalmadığını, dolayısıyla Marksizmin "öldüğünü" iddia ederlerken, bugün "harp"in ekonomiyi canlandırdığından, Amerikan ekonomisinin içine girdiği bunalımdan ancak askeri harcamaları artırarak çıkabileceğini kolayca söyleyebilmektedirler. Bu da, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Irak'a yönelik saldırısını bir başka yönden haklı ve mazur göstermek için kullanılmaktadır. Ancak bu "küçük" farklılıklarla böyledir!
Herşeyden önce çok iyi bilinmesi ve unutulmaması gereken şey, "savaş"ın basit bir ekonomik zorunluluk ya da ekonomik "resesyon"dan çıkış aracı olmaktan öte, insan yaşamını tehdit altına sokan ve bu yaşamları yok eden bir gerçeklik olduğudur. Hiç kimse ekonomik gerekirlik ileri sürerek insan yaşamlarını yok etmeyi haklı ve mazur gösteremez. Bugün Amerikan emperyalizminin açık askeri saldırganlığının maddi temelleri emperyalist ekonomide bulunsa da, bu askeri saldırganlığın insani hiç bir yanı ve mantığı yoktur.[2*] Emperyalist ekonomilerin bir bütün olarak içinde bulundukları bunalımdan çıkış için bir araç olarak (tek araç) ortaya sunulan "savaş"ın gösterdiği tek gerçek, emperyalist sistemin ortadan kaldırılması gerektiğidir. Aksi halde, Ege Cansen'in çok kolayca teleffuz ettiği gibi, "zaten bütün kapitalist sistem böyle on yıllık çevirimler, dalgalar yaşar" demek, her on yılda bir insanların yaşamlarının tehdit altına alındığı ve alınacağını söylemekten başka bir şey ifade etmez.
Her zaman söylendiği gibi, çağımızda savaşların, şiddetin temelinde yatan kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olan emperyalizmdir. Savaşları ortadan kaldırmanın tek yolu, emperyalizmi ortadan kaldırmaktır. Bu ise emperyalizmin askeri gücüne karşı savaşmakla olanaklıdır. "Savaş, insanlar arasındaki bu karşılıklı boğazlaşma canavarı, insan toplumunun ilerlemesiyle eninde sonunda ortadan kalkacaktır ve bu, pek de uzak olmayan bir gelecekte olacaktır. Ama savaşı ortadan kaldırmanın tek bir yolu vardır ve bu, savaşa savaşla karşı koymak, karşı-devrimci savaşa devrimci savaşla karşı koymak, ulusal karşı-devrimci savaşa ulusal devrimci savaşla karşı koymak ve karşı-devrimci sınıf savaşına devrimci sınıf savaşıyla karşı koymaktır. Tarih yalnız iki çeşit savaş tanıyor: haklı ve haksız. Biz, haklı savaşları destekler, haksızlara karşı çıkarız. Bütün karşı-devrimci savaşlar haksız, bütün devrimci savaşlar haklıdır. İnsanlığın savaşlar çağı, bizim çabalarımızla sona erecektir ve hiç kuşkusuz, bizim verdiğimiz savaş, son muharebenin bir parçası olacaktır. Ama önümüzdeki savaşın, bütün savaşların en büyük ve en çetinlerinden biri olduğu da kuşkusuzdur. Haksız karşı-devrimci savaşların en büyüğü ve en amansızı ile yüzyüzeyiz; haklı bir savaşın sancağını yükseltmezsek, insanlığın pek büyük bir çoğunluğu ezilecektir ve insanlığın haklı savaş sancağı, insanlığın kurtuluş sancağıdır."[3*] Emperyalist savaşın gerçekliği ve bu savaşa karşı savaşmanın gerekliliği kavranılamadığı sürece, insanlık sürekli saldırı ve yok edilme tehdidi altında kalmaya devam edecektir. Üstelik, bu emperyalist saldırganlık ve tehdit, sadece birkaç emperyalist ülke ekonomisinin "resesyon"a girmesiyle bağlantılı olarak da büyüyebilmektedir.
Evet, "zaten bütün kapitalist sistem böyle on yıllık çevirimler, dalgalar yaşar". Emperyalist-kapitalist ekonominin bu devrevi hareketi, Marks'ın Kapital'de açık biçimde ortaya koyduğu gibi, bu üretim ilişkilerinin "irsi hastalığı" olan aşırı-üretim buhranlarının gerçekleşmesidir. Artık hiç kimsenin üstünü örtmeye cesaret edemediği, gerçekliğini kabul etmek zorunda kaldığı bu aşırı-üretim buhranları, kapitalist üretimin amacının kitlelerin gereksinmelerini karşılamak değil, azami kâr elde etmek olmasının bir sonucudur. Dolayısıyla kâr için üretim varlığını sürdürdüğü sürece, aşırı-üretim de ve buna bağlı krizler de kaçınılmazdır. "Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişcesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir."[4*] 1997 Asya Krizi ile birlikte başlayan ve 2000 yılında tüm emperyalist ülkeleri kapsayan genel bir niteliğe ulaşan ekonomik bunalım (burjuva ekonomistleri bunu 2001 yılında "resesyon" -durgunluk- olarak kabul etmek zorunda kalmışlardır), geçmişteki tüm ekonomik bunalımlarda olduğu gibi, aşırı-üretimin bir sonucudur. Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında "yeni pazarlar" ortaya çıktığını düşünen emperyalist burjuvazi, bu pazarların tüketim gücünü hesaba katmaksızın üretimi yoğunlaştırmış, aşırı-üretimin boyutlarını büyütmüştür. Buna iletişim alanında yapılan büyük yatırımlar da eklendiğinde, aşırı-üretim kapitalizmin tarihinde görülmedik bir boyuta ulaşmıştır.
Ancak bugün Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Irak'a yönelik askeri saldırısının dayanağı olarak gösterilen bu aşırı-üretim, emperyalizmin askeri saldırganlığının tek ve belirleyici nedeni değildir. Bir başka deyişle, bugün emperyalist ülkelerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin içine girdiği "resesyon", üretimin askerileştirilmesinin nedeni olarak ileri sürülemez. Burada söz konusu olan, II. paylaşım savaşı sonrasında içte ekonomisini askerileştirmiş ve dışta yeni-sömürgecilik yöntemlerini uygulayan Amerikan emperyalizminin bu yapısının bunalıma girmiş olmasıdır. Dolayısıyla 2000 yılında Amerikan ekonomisini içine alan aşırı-üretim bunalımı, ekonominin askerileştirilmesiyle ya da daha fazla askerileştirilmesiyle aşılabilecek nitelikte değildir. Ne Amerikan ekonomisinin askerileştirilmesi yeni bir olgudur, ne de kapitalizmin devrevi aşırı-üretim buhranları yeni bir olgudur. Yeni olan tek şey, emperyalist sistemin bütününe ilişkin buhranların şiddetinin daha fazla artmış olmasıdır. "Bu dönemde emperyalizmin iç ve dış pazarlarının son derece daralması, buna karşılık sorunun yeniden paylaşım savaşı ile çözümlenememesi karşısında, genel olarak emperyalizm, özel olarak da Yankee emperyalizmi içte ve dışta iki metoda başvurmuştur. İçte ekonomisini askerileştirmiş, dışta ise, eski sömürgecilik metoduna ilaveten yeni-sömürgeciliğe başlamıştır.
Bilindiği gibi iç pazar emekçilerin ferdi tüketimini artırmakla mümkündür. Ancak çalışan nüfusun gerçek gelirlerinde esaslı yükselmelerle iç pazar genişleyebilir. Fakat bu kapitalizmin tabiatına aykırıdır. Artan kârlar peşinde koşmak tekellerin öz tabiatıdır. Sermayenin yoğunlaşıp, temerküzü, kapitalist toplumda işçi ve emekçi sınıfların gerçek gelirlerinin azalması sonucunu doğurmaktadır. 1952'den itibaren, Amerikan proletaryasının gerçek geliri, sürekli olarak düşmüştür.
İç pazarın daralması karşısında, talep yetersizliğine Yankeelerin bulduğu formül, ekonominin daha fazla askerileştirilmesi formülüdür."[5*] İşte Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde ortaya koyduğu gibi, Amerikan emperyalizminin II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında ekonomisini askerileştirmesi ve yeni-sömürgeciliğe başlaması, emperyalist sistemin işleyişini belirleyen yapısal bir durum yaratmıştır. Bugün, bu yapı, aşırı-üretim buhranıyla birleşerek, 1980 dünya bunalımından sonra bir kez daha büyük bir bunalımla yüzyüze gelmiştir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin karşı karşıya kaldığı sorun, konjonktürel, yani devresel bir aşırı-üretim sorunu değildir. W. Bush'un ABD başkanı seçilmesiyle birlikte başlayan "savaş rüzgarları" eskinin bir devamıdır; yeni "aktörler"le yeniden sahneye konulmasından başka birşey değildir. "Ekonomisini olağanüstü derecede militarize etmiş olan Yankee emperyalizmi, bu durumun doğal sonucu olarak, dünya çapında saldırganlığını, kudurganlığını korkunç bir seviyede artırmış, Pentagon bir yandan CIA'nın komploları ile sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde temsili demokrasileri bile rafa kaldırtarak, militarist rejimlerin kurulmasını sağlarken, öte yandan, milli kurtuluş savaşlarının yürütüldüğü ülkeleri cehenneme çevirmek için bütün güçlerini seferber etmiştir.
Emperyalizmin stratejik planda çökerken, taktik planda gücünü ve saldırısını artırması esprisi budur."[6*] Tüm bunların ortaya koyduğu gerçek, Amerikan emperyalizminin ekonomisini askerileştirmesinin ve buna bağlı olarak dünya çapında saldırganlığını, kudurganlığını korkunç bir seviyede artırmasının yeni bir olgu olmadığıdır. Burada yeni gibi görünen ya da sunulan bu olgular, 1990 sonrasında dünya çapında yürütülen "globalizm" propagandasıyla yaratılmış olan ideolojik yanılsamaların ve hayallerin ürünüdür. Bugün insanlar bu ideolojik yanılsamalar ve hayaller aleminden gerçek dünyaya bakarak gelişmeleri anlamaya, kavramaya çalışmaktadırlar. Doğal olarak da, sadece borsalarda ortaya çıkan büyük düşüşlere bakarak dünya ekonomisinin "resesyon"a girdiğini, üretimin ve ticaretin daraldığını, dolayısıyla Amerikan "yönetiminin" bu duruma çözümler (askeri çözümler) aradığını düşünmektedirler. Bu düşünce, kaçınılmaz olarak, dünya ekonomilerinin canlanmasıyla birlikte, yani "resesyon"dan çıkışla birlikte "askeri çözüm"ün ortadan kalkacağını varsaymaktadır.
Bugün kapitalizmin sürekli ve genel bunalımı ile ekonomik bunalım (devrevi bunalım) birlikte ve bir bütün olarak derinleşmiş ve şiddetlenmiştir.
Emperyalizmin III. bunalım döneminde ekonominin askerileştirilmesi ve yeni-sömürgecilik uygulamaları, ekonominin devrevi hareketinde değişiklik meydana getirmiştir. Ekonomik buhranın şiddeti daha uzun bir döneme yayılmış, çöküş dönemi daha az kötü, refah dönemi daha az iyi hale gelmiştir. Dört aşamalı klâsik cycle iki aşamaya inmiş, dolayısıyla devrenin süresi kısalmıştır.
Ancak 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte ortaya çıkan stagflasyon olgusu, yani ekonomik durgunluk ile enflasyonun birlikte görülür hale gelmesi, askerileştirilmiş ekonominin bütçe açıkları ve devlet borçları ile finanse edilmesinin bir sonucu olmuştur. Bu nedenle, 1980 dünya ekonomik buhranında "monetarist" politikalar izlenerek, askeri nitelikte olmayan tüm devlet harcamalarının azaltılması yoluna gidilmiştir. 1980 dünya ekonomik buhranı emperyalist ülkelerde uygulanan bu "monetarist" politikayla geçiştirilmişse de, geri-bıraktırılmış ülkelerin yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla ortaya çıkan dış borç sorunu, sorunun konjonktürel, devrevi ekonomik buhran sorunu olmadığını göstermiştir. Geri-bıraktırılmış ülkelerde "ihracata yönelik sanayileşme" adı altında yürütülen "ihracat seferberliği" ile bu ülkelerin dış borçlarının geçici olarak "çevrilebilirliği"nin sağlanmasıyla, sorunun sisteme ilişkin yapısal niteliği bir yana bırakılmıştır.
1990'larda geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik olarak emperyalist ülke tüketim malları ihracatının olağanüstü boyutlarda artırılması ve Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığının ortaya çıkardığı "potansiyel pazarlar"ın gözkamaştırıcılığı 1993 ekonomik buhranının (devrevi aşırı-üretim buhranı olarak) kısmen geçiştirilmesini sağlamışsa da, 1997 Asya Krizi ile işin içinden çıkılamaz bir noktaya gelinmiştir.
Emperyalizm, özel olarak Amerikan emperyalizmi askerileştirilmiş ekonomi ve yeni-sömürgecilik yöntemleriyle yıllarca sürdürdüğü hegemonyasının sarsıldığını görmüştür. Artık çarklar eskisi gibi işlememektedir. Geri-bıraktırılmış ülkelere büyük kredilerle yapılan büyük ve olağanüstü tüketim malları ihracatı, bu ülkelerde yeni-sömürgeciliğe bağlı olarak kurulmuş olan orta ve hafif sanayinin sonunu getirmiştir. (Anımsanacağı gibi, 2000 yılında Türkiye'nin ithalatı 54 milyar dolar ve dış ticaret açığı 27 milyar dolar olmuştur.) Bu sanayiler aracılığıyla elde edilen döviz gelirleri ortadan kalktığından, bu ülkelerin dış borçlarının "çevrilebilirliği" de tehlikeye girmiştir. Bir dönem için "özelleştirme" adı altında kamu kuruluşlarının dışarıya satışı ile elde edilen kaynaklarla dış borçlar çevrilmişse de, "özelleştirme"nin sonuna gelinmesiyle bu kaynak da bitmiştir. (Bugün IMF'nin "devletlerin iflası" konusunda yaptığı çalışmalar ve hazırlıklar bunun bir sonucudur.)
Sözün özü, bugün emperyalizmin karşı karşıya olduğu ekonomik sorun, konjonktürel olarak (devrevi olarak) kapitalist ekonomilerin içine girdikleri "resesyon" değildir. "Resesyon"u şiddetlendiren ve süresini uzatan, sistemin bütün olarak işleyişinin bunalıma girmesidir. Bu da, II. yeniden paylaşım savaşından sonra emperyalist sistemin mekanizmalarının işlemez hale gelmesi demektir. Emperyalist ekonomilerin daha fazla askerileştirilmesi de, geri-bıraktırılmış ülkelerin daha fazla emperyalist ülkelerin tüketim malları alıcısı haline getirilmesi de bu durumu değiştirmeyecektir. Dünya pazarlarının emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşılması ise, bu süreç üzerinde hiç bir etkiye sahip değildir. Sadece dünya pazarlarının yeniden paylaşımından daha büyük pay alanlar, sorundan daha büyük ölçüde etkileneceklerdir.
Bu gerçeklik ortamında W. Bush yönetimindeki Amerikan emperyalizmi, eski dönemin ilişki ve çelişkilerine uygun olarak derinleşen ve kronikleşme eğilimi gösteren "resesyon"dan çıkış yolları aramaktadırlar. Daha ucuz ve denetlenebilir enerji kaynaklarına sahip olmakla ve daha fazla askeri mallar üretmekle içinde bulunulan durumdan çıkılabilineceği umulmaktadır. "Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir."[7*] Bu nedenden dolayı, Amerikan emperyalizminin W. Bush yönetimiyle yapmaya çalıştığı her "eski" yöntem, sadece sorunların boyutlarını büyütmekten "daha heybetli ölçekte" yeniden ortaya çıkmasını sağlamaktan öte bir değere sahip değildir.
Bu öylesine görünebilir bir gerçektir ki, Amerikan emperyalizminin "bölgesel ve yerel savaş" politikalarıyla askerileşmiş ekonomisi için ek bir talep yaratması, aynı oranda ve ölçekte tüketim mallarına olan talebin düşmesine neden olacaktır. Kendisi ve "müttefikleri" (İngiltere) için daha büyük, ucuz ve denetlenebilir enerji kaynaklarına sahip olması, diğer ülkelerin (ki bunlara Almanya, Fransa, Japonya gibi büyük emperyalist ülkeler de dahildir) enerji maliyetlerinin yükselmesi sonucunu doğuracaktır. Bu da, emperyalist ülkeler arasında enerji kaynaklarının denetimi konusunda yeni ve daha üst boyutlara taşınabilir bir çatışmanın tohumlarını içinde taşımak durumundadır. Diğer yandan, emperyalist olmayan ülkelerin iç kaynakları artan oranda petrol vb. gibi fiyatı yükseltilmiş enerji için tüketileceğinden, emperyalist ülke metalarına olan talep daha fazla düşecektir. Üstelik geri-bıraktırılmış ülkelerin döviz gelirlerinin artan oranda enerji alımında kullanılması, dış borçların "çevrilemez" hale gelmesine neden olacaktır. Bu da, emperyalist ülkelerin finans sektörünün büyük iflaslarla yüzyüze gelmesi demektir.
Şüphesiz "Pentagon", "Wall Street" her duruma ilişkin "planlar" (o çok sevilen A ve B planları) yapmaya çalışmaktadır. Bugün IMF'nin üzerinde çalıştığı "devlet iflasları", geri-bıraktırılmış ülkelerin büyük ölçüde iflas noktasına geldiğinin bir kanıtıdır. Devletlerin iflas ettirilmesi, sözcüğün tam anlamıyla, geri-bıraktırılmış ülkelerin sömürge (koloni) haline getirilmesi demektir. Bugün Yugoslavya'da, Afganistan'da yapıldığı gibi, Amerikan emperyalizminin kendi adamları devlet başkanlığına getirilerek, ülkenin tümüyle Amerika tarafından yönetilmesi gündemdedir. Irak'da W. Bush yönetiminin "Saddam yönetiminin değiştirilmesi" konusundaki "kararlılığı", Irak'ın benzer tarzda yönetilmesi anlamına gelmektedir. Ekonominin IMF masaları tarafından yönetildiği, siyasal-ulusal devletin tümüyle tasfiye edilerek simgesel bir devlet başkanıyla işlerin yürütüldüğü bir sömürgeciliktir sözkonusu olan.
Yine de Amerikan emperyalizmi bu durumun eski dönemlerin sömürge yöneticiliğinden farklı olduğunu iddia etmektedir. "Emperyalizm çağı (bununla kastedilen kolonyalizm dönemidir - KC) A, B ve C ülkelerinin X, Y ve Z ülkelerinin hükümetlerini kontrolüne aldığı bir zamandı. Şimdiki amaç ise X, Y ve Z halklarının, kendi kendilerini yönetme haklarını [kullanmalarını] engelleyen yerel zorbalardan kurtarılarak kendi kendilerini yönetmelerini mümkün kılmaktır."[8*] "Halkları kendi kendilerini yönetme haklarını kullanmalarını engelleyen yerel zorbalardan kurtarılması" gibi bir "misyon" üstlenmeye hazır olan Amerikan emperyalizmi, bu "misyonunu", bugün olduğu gibi yarın da, ortaya çıkabilecek "yerel zorbalara" karşı kullanmak durumundadır. Durum böyle olunca, müdahale edilen ülkelerde görüntüsel de olsa demokratik seçimlerin yapılması tek bir koşula bağlı olmaktadır: Amerikan emperyalizminin istediği adayları seçmek. Aksi halde, seçilenler kolayca "yerel zorbalar" olarak ilan edilerek "misyon" yerine getirilecektir. İşte Amerikan emperyalizminin "halkların kendi kendilerini yönetme hakkı"ndan anladığı da budur.
Bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde Amerikan emperyalizmine bağımlılığın bir ürünü olan "Filipin tipi demokrasi"nin bile askeri darbelerle nasıl "askıya" alındığı gözönüne alınırsa, Amerikan emperyalizminin "yeni misyonu"nun çok da "yeni" olmadığı görülecektir.
Ve yine, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde Amerikan emperyalizminin desteğinde gerçekleştirilen askeri darbelerin "sivil politikacıların yolsuzluk, çürümüşlük ve ahlaksızlığı"na karşı yapıldığı anımsanacak olursa, seçim sonuçlarını "yerel zorbalar" söylemiyle geçersiz ilan etmek çok daha kolay olacaktır.
İşte Irak'a, bir ulusal devlete yönelik Amerikan emperyalizminin beklenen ve gün sayılan askeri saldırısının bir boyutu da burada ortaya çıkmaktadır.
"Yerel zorba" Saddam'a karşı harekete geçecek olan Amerikan emperyalizminin "politikacılardan" bıkmış, usanmış ve hatta nefret eder hale gelmiş bir başka ülkede (örneğin Türkiye'de) kendi talimatlarına uymayan siyasal yönetimleri tasfiye etmesi çok daha kolay olacaktır. Tüm yapılacak iş, konjonktürel "resesyon"a dayanarak o ülke ekonomisini iflas ettirmek ve buna bağlı olarak siyasal yönetimin tüm ekonomik gücünü elinden almaktan ibarettir. Saddam gibi kendilerine bağlı bir askeri güce de sahip olmadıklarından, ekonomisi iflas ettirilmiş ve yönetimi tümüyle IMF'ye bırakılmış bir ülkede "eski politikacılar"ı bir yana itmek ve yerlerine Karzai gibi birini atamak çok daha kolaydır. Bundan sonra, herşey güllük gülistanlık olacaktır. Küçük-burjuva aydınlarının o çok sevdikleri ve işbirlikçi burjuvazinin yıllardır hayalini kurdukları "küçük Amerika" olunamasa bile, Amerikan emperyalizminin "mandası" olmak işten bile değildir.
Ama...
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, Amerikan emperyalizminin İngiliz emperyalizmiyle birlikte Irak'a yönelik saldırısının arifesinde ortaya çıkan olgular ve olasılıklar (gelişme dinamikleri), sorunların konjonktürel "resesyon"la sınırlı bir zaman ve çerçeveye sahip olmadığını göstermektedir. Amerikan emperyalizminin W. Bush "şahinleri"yle yapacağı her hareket, emperyalist dünya sisteminin tüm çivilerini yerinden oynatacak özelliklere sahiptir. Dolayısıyla sorun, bir Irak, Saddam sorunu olmayıp, sistemin kendi varoluş sorunu durumundadır.
Emperyalist sistemin bir bütün olarak varlığını ilgilendiren bu durum, "globalizm" yandaşlarının 1990 sonrasında hararetle savundukları ulusal-devletlerin tasfiye edilmesiyle sınırlı değildir. Ulusal-devletler açısından sorun, 1945 sonrasında Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla birlikte sömürgelerin tasfiye edilerek (özellikle İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin) yerlerine ulusal-devletlerin (örneğin Arap ülkeleri, Afrika ülkeleri, Hindistan, Pakistan gibi) kurulması sürecinin sona ermesi demektir.
Bu sona eriş, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ulusal egemenlik, devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi gibi pek çok demokratik hak ve özgürlüklerin sona ermesi anlamına gelmektedir. Bunların yenilip-içilmediğini, dolayısıyla somut olarak bir işe yaramadığını düşünenler için, bu hak ve özgürlüklerin ortadan kalkması fazlaca bir şey ifade etmeyecektir. Ama bu hak ve özgürlüklerin burjuva demokratik hak ve özgürlükler olduğu, dolayısıyla her ulusun kendi burjuvazisinin varoluş koşulu olduğu düşünülecek olursa, bu sona erişin asıl kurbanın bizzat burjuvazi olacağı hemen görülecektir. Bu yaşamsal tehdit, sadece varlığı bile su götürür ulusal burjuvazi için değil, tüm burjuva kesimler için bir tehdittir. Bu bağlamda, varoluşları tehdit altında olanlar, küçük, orta ve işbirlikçi burjuvaziden başkası değildir.[9*] Bu yönüyle, Irak'a yönelik Amerikan emperyalizminin askeri saldırısı, "global" ölçekte, zor yoluyla ulusal devletlerdeki burjuvazinin mülksüzleştirilmesidir. "... kapitalist üretim tarzı, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzIeştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçIi teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile elele gider."[10*] Marks'ın ortaya koyduğu bu gerçek, "globalizm" diye on yıldır propagandası yapılan "yeni dünya düzeni"nin, kapitalizmin "eski dünya düzeni"nden başka birşey olmadığını gösterir.
Ancak Amerikan emperyalizminin Irak'a yönelik askeri saldırısının gündeme getirdiği tarihsel gerçekler bunlarla da sınırlı değildir.
"Yedi düvele karşı" kurtuluş savaşı vererek, "üç kıtaya yayılmış" imparatorluktan, Anadolu'da tutunabilmiş bir ulusal-devlet düzeyine gelmiş bir ülkenin de bir tarihi vardır. Bu tarih, imparatorluğun parçalanması sürecinde Duyun-i Umumiye gibi devletin iflasının, emperyalist ülkelerin dayattığı kayıtsız-şartsız anlaşmaların (Mondros, Sevr gibi), ulusal meclisin (Meclis-i Mebusan) dağıtılmasının ve milletvekillerinin Malta adasına sürgüne gönderilmesinin, askeri birliklerin terhis edilmesinin tarihidir.
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'nın başlıca hükümlerini anımsatalım: - Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.
- Karadeniz'deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.
- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.
- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.
- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.
-Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.
- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.
- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.
- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye'den temin edeceklerdir. (Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)
- Bütün demiryolları, İtilaf Devletlerin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.
- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.
- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır. Bugün Amerikan emperyalizminin askeri saldırısı için Birleşmiş Milletler'den çıkartmaya çalıştığı yeni karar tasarısının basına yansıyan hükümleri ise şöyledir: - Irak, 7 gün içinde tasarıyı kabul edecek
- 30 gün içinde kitle imha silahı programı açıklanacak
- Denetçiler, Saddam Hüseyin'e ait saraylar dahil her yere girebilecek
- Denetçilere silahlı muhafızlar eşlik edecek
- Irak'ın denetçilere karşı çıkması halinde askeri harekat düzenlenebilecek
- Denetçilere, kitle imha silahlarıyla ilgili malzemenin kaçırılmasını engellemek için hava ve kara trafiğini durdurma yetkisi tanınacak. Basına yansıyan bu "karar tasarısı" çok açık biçimde 1918 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı Mondros anlaşmasıyla büyük bir benzerlik taşımaktadır. Tek fark, "İtilaf Devletleri" yerine "silah denetçileri" sözcüğü geçirilmesindedir. Bir başka deyişle, bugün Irak'a dayatılan "silah denetimi" koşulları ile Mondros'ta Osmanlı'ya dayatılan koşullar bir ve aynıdır. Mondros anlaşmasını ve buna bağlı olarak imzalanan Sevr anlaşmasını "yırtıp atmakla" övünen bir ülkenin ve ulusun Irak'a dayatılan koşulları "sert, ama uyulması gereken koşullar" olarak tanımlayabilmesi bile, oligarşik yönetimin kendi tarihine ne denli sırt çevirdiğinin açık göstergesidir.[11*] Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ile "globalleşen" dünyada "barış, demokrasi ve refah" içinde yaşayacaklarına inandırılanların, komünizmin "insan haklarını ve demokratik özgürlükleri" yok ettiğini düşünenlerin, bugün, Amerikan emperyalizminin pervasız ve insanlık dışı saldırganlığı karşısında, oturup sıranın kendilerine ne zaman geleceğini saymaktan başka yapacak birşeyleri kalmamıştır.
Ama, tarih, her zaman olduğu gibi kendi yolunda ilerleyecektir. Lenin'in şu sözleri geleceğin aynasıdır: "Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir."[12*] Yarına ilişkin olarak unutulmaması gereken tek gerçek de budur.
[1*] ABD Ekonomisini Savaş Kurtarır, Radikal, 18 Şubat 2002 [2*] Bu durum, Ertuğrul Özkök gibiler için geçerli değil-dir. 17 Eylül tarihli köşe yazısında "Benim destek-lediğim ve savunduğum tek şey var. Türkiye Cum- huriyeti Anayasası'nda belirtilen ilkeler ve hayat tarzım." demektedir. O ve onun gibiler, kendi "hayat tarzını" savundukları için, "hayat tarzlarını" bozan herşeye karşı düşmanlık duygusu taşırlar. Bu, "orta sınıf" Amerikan vatandaşının düşünce ve davranış biçiminden başka birşey değildir. Bu "orta sınıf"ın anti-komünizminin mantığı da aynıdır. Bunlara göre, komünizm, onların "hayat tarzını" değiştirmeyi amaçlamaktadır, dolayısıyla komünizme karşı savaş ve kömünistlerin öldürülmesi "haklı ve meşru"dur. Dolayısıyla, ekonomik kriz, aynı kesimlerin "hayat tarzını" bozduğundan, bu krize karşı kullanılacak her yol ve yöntem (savaş dahil) "haklı ve meşru" olmaktadır. Çok açıktır ki, Ertuğrul Özkök gibilerinin savunduklarını iddia ettikleri varolan ve sahip oldukları "hayat tarzları" olduğundan, politik olarak muhafazakar ve statüko yanlısıdırlar. Bu "hayat tarzı"na sahip olmayanların böyle bir "hayat tarzı" elde etmeye yönelik her hareketi mutlak biçimde ezilmesi ve yok edilmesi gereken bir tehlikedir. [3*] Mao Zeodung, Askeri Yazılar, s. 95 [4*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 429, İkinci Baskı [5*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [6*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [7*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 263, Birinci Baskı [8*]Economist, Temmuz 1999 [9*] Bir başka deyişle, emperyalizme bağımlı bizim gibi ülkelerde bu gelişmeden en çok zarar görecek olanlar, kendi "hayat tarzlarını" savunanlar olacaktır. Örneğin Ertuğrul Özkök'ün "hayat tarzı" ile birlikte savunduğunu iddia ettiği "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası"nda "belirtilen ilkeler", öncelikle ulusal devletin varlığını ve bu varlığın uluslararası planda tanınmasını esas alır. Mevcut 82 Anayasası'nın 3. maddesi "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür" şeklindedir. Ve yine 5. maddede "Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak" olarak tanımlanmıştır. Bunlar, ne denli anti-demokratik, milliyetçi ve şovenist olarak kabul edilirse edilsin, son tahlilde ulusal devletin varlığını esas alır. Bu varlık ortadan kalktıktan sonra, Ertuğrul Özkök için bile, savunulabilecek birşey de kalmayacaktır. Bu öylesine bir gerçekliktir ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığı Ertuğrul Özkök'ün bugünkü işinin ve servetinin, kısacası "hayat tarzı"nın varoluş temeli durumundadır. Ulusal devletin ortadan kalktığı koşullarda, onun yapabileceği tek şey, bugüne kadar elde ettiği servetine dayanarak "hazırdan yemek"tir. Halk deyişiyle, "hazıra dağ, taş dayanmaz". [10*] Marks, Kapital, Cilt: I, s. 782, Üçüncü Baskı [11*] Her türlü insani değerin yok varsayıldığı, ayaklar altına alındığı bugün, Amerikan emperyalizminin "Beyaz Saray Sözcüsü" Ari Fleischer şöyle konuşabilmektedir:
"Henüz askeri tercihler belirlenmediği için savaşın maliyetini hesaplamak zor. Ama Saddam'ın bir daha dönmemek üzere ülkeyi terk etmesi ya da Irak halkının atacağı tek bir kurşunla sorunların çözülmesinin maliyeti çok daha düşük olur."
Bu açıklamanın üzerine gazetecilerden birisinin "Yani o kürsüde, tanıdığınız bir Iraklının Saddam'ın kafasına bir kurşun sıkmasına karşı çıkmadığınızı mı söylüyorsunuz?" sorusuna Fleischer "Ne şekilde olursa olsun, rejim değişikliğini memnuniyetle karşılarız" diyebilmiştir. [12*] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s. 73