Mart ayının son günlerine gelindiğinde, İsrail'in açıkça savaş ilan ederek Filistin "Özerk Yönetimi" bölgesini işgale başlaması ve Yaser Arafat'ı tanklarla kuşatarak bürosuna "haspetmesi"yle birlikte bütün dikkatler bir kez daha Filistin'e ve Filistin sorununa yönelmiştir.
Özellikle İsrail tanklarının Filistin "Özerk Bölgesi"nde başlattığı işgal hareketi ve bu işgal hareketini doğrudan planlayan ve destekleyen Amerikan emperyalizminin açık Filistin karşıtı tutumu, "globalizm" çığıtkanlarının yıllardır sürdürdükleri propagandaların ne anlama geldiğini de açık biçimde göstermiştir.
"Globalleşen dünya"da, ulus ve ulusal devletin bir önemi kalmadığını söyleyenler, Filistin topraklarından yükselen tank paletlerinin sesini duymazlıktan gelseler bile, dünya halkları, emperyalizmin ve onun beslediği İsrail siyonizminin hiç değişmediğini bir kez daha görmüşlerdir.
Bugün İsrail tankları tarafından tutsak alınan, sorgulanan Filistinlilerin görüntüleri, 50 yılı aşkın süredir varlığını sürdüren, zaman zaman unutulan, görmezlikten gelinen, zaman zaman "terörizm"le özdeşleştirilen Filistin sorununun yeni bir aşamaya ulaştığını da göstermektedir.
Bu yeni aşamanın en önde gelen unsuru, Filistin sorununun, bir kez daha, açık askeri zor kullanılarak, İsrail'in askeri işgaliyle "denetim" altına alınması olmaktadır. Afganistan'da yapılmaya çalışılan ve Irak için planlanan bu "yeni denetim" biçimi, doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalizmin açık askeri zoruyla "sorunlu" ülkelerin ve bölgelerin askeri olarak işgal edilmesi ve bu işgale paralel olarak emperyalist sömürü düzeninin (kimilerinin sandığı "yeni dünya düzeni") kurulmasını içermektedir.
Emperyalizmin bugün Filistin topraklarında İsrail aracılığıyla gerçekleştirdiği askeri işgal, emperyalizm için "sorun" olan ülkelerin içsel olarak denetlenemediği koşullarda gerçekleştirilen emperyalist müdahalenin "yeni" bir biçimi olmaktadır. Bir başka deyişle, anti-emperyalist ve anti-olgarşik devrim hareketleri karşısında işbirlikçi burjuvazinin yetersiz ve güçsüz kaldığı evrede emperyalist orduların ülkeyi doğrudan işgal etmeleri (açık işgal) olgusu, bugün Filistin topraklarında (geçmiş işgallerden farklı olarak), İsrail tarafından yerine getirilmektedir.
Bu gelişmenin "globalleşen dünya"da her türlü ulusal ölçütlerin ve ulusal kavramların önemini yitirdiğinin ilan edildiği ve kitlelerin buna inandırıldığı bir evrede ortaya çıkması da bir tesadüf değildir.
Emperyalizm, özel olarak Amerikan emperyalizmi, SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında, açık askeri güç kullanarak emperyalist pazarların mutlak bir denetim altında tutulması gerektiğini görmüştür. 1997 Asya krizi ile başlayan ve 2001 yılında tüm emperyalist ülkeleri etkisi altında alan dünya ekonomik buhranı, emperyalist pazarların mutlak denetimini tartışmasız bir biçimde gündeme getirmiştir. Bu koşullarda, emperyalizm, Afganistan'dan İrak'a, İran'dan Filistin'e kadar "sorunlu" tüm ülkelerde, askeri zor kullanarak, "yapısal dönüşümü" gerçekleştirmek istemektedir. Diğer bir deyişle, IMF aracılığıyla doğrudan ekonomik zor kullanılarak gerçekleştirilemeyen tüm "yapısal dönüşümler", açık askeri zor kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
"Konsept"ini Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla faaliyetlerinde bulan bu açık askeri zor uygulaması, "topyekün savaş stratejisi"nin ta kendisidir. Kurtuluş Cephesi'nin Eylül-Ekim 2001 tarihli 63. sayısında ifade ettiğimiz gibi, "uzun yıllardan beri İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladığı bu strateji, hemen her durumda, Filistinlilerin silahlı eylemlerine karşılık olarak (misilleme) Filistin yerleşim yerlerini bombalamak ve buldozerlerle buraları yıkmak şeklinde uygulanmıştır. Amaç, halkı yıldırmak ve iradesini kırmaktır." Filistinlilere karşı yürütülen bu "topyekün savaş stratejisi", İsrail ordusunun Filistin topraklarını yeniden açık işgale başlamasıyla birlikte, bugün Filistin halkını topyekün teslim almaya yönelmiştir.
İşte bu teslimiyet koşullarında Amerikan emperyalizmi kendi düzenini kurabileceğini hesaplamaktadır. İsrail, kurulduğu tarihten günümüze kadar, her zaman Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu'daki askeri vurucu gücü olarak bu hesapların yürütücüsü olmaktadır.
Burada altı çizilmesi gereken en temel olgu, Amerikan emperyalizminin bu stratejisi ve uygulamalarının yeni olmadığıdır. Bugün bu strateji ve uygulamanın yeni gibi görünmesinin nedeni, emperyalizmin kendi doğasında varolan yayılmacılık ve hegemonyacılığın Vietnam savaşından bugüne kadar geçen sürede ilk kez bu çapta ve genişlikte yeniden uygulamaya sokulmasından kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi, II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında Latin-Amerika'da doğrudan askeri müdahalelerle ya da işbirlikçi orduların askeri darbeleriyle işlerini yürüten Amerikan emperyalizminin Vietnam halkının silahlı mücadelesi karşısında yenilgiye uğramasıyla birlikte eski yöntemlerini ve stratejilerini kullanamaz hale gelmiştir. Amerikan emperyalizminin Vietnam yenilgisiyle birlikte görünür olan ekonomik, siyasal ve askeri gerileyişi Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ile birlikte sona ererken, Körfez Savaşıyla birlikte yeniden toparlanma evresine girmiştir.
Bu evrede en önemli gelişme, emperyalist pazarların toprak olarak olabildiğince genişlemesine karşın, beklenilen ölçüde talep yaratamaması ve her türlü bölgesel sorun ve çatışmaların giderek kronik hale gelmesi olmuştur. 1993 ve 1997 bölgesel ekonomik buhranlar, genişleyen pazarların ek talep yaratıcı hale getirilmesini yaşamsal bir sorun haline dönüştürürken, bölgesel sorunların yarattığı "istikrarsızlıklar" olduğu gibi kalmıştır. Irak ve Yugoslavya'ya yönelik askeri saldırılar, bir yandan yerel sorunu çözmeye yönelirken, diğer yandan dünya çapında bir güç gösterisi ve gözdağı olarak kullanılmıştır. Ancak bu güç gösterisi ve gözdağıyla beklenen sonuçlar alınamamış ve emperyalizm tüm yerel ve bölgesel sorunlara doğrudan ve askeri olarak müdahale etmek zorunda kalmıştır. Bu müdahale, neredeyse dünyanın her yerinde emperyalist askeri güçlerinin fiili varlığını zorunlu hale getirmiştir. Ve her dönemde olduğu gibi, Orta-Doğu, emperyalizm için sürekli bir sorun olarak varlığını sürdüre gelmiştir.
W. Bush'un ABD başkanı olmasıyla birlikte, gerek dünya ekonomik buhranının şiddetlenmesi, gerekse yerel ve bölgesel sorunlara doğrudan askeri müdahale etme zorunluluğunun daha da büyümesi, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin artan bir silahlanmasını ve askeri güç kullanımını gündemin birinci sırasına çıkartmıştır.
Amerikan ekonomisinin 2001 yılında içine girdiği ekonomik buhran (burjuva ekonomistlerinin diliyle söylersek "ekonomik durgunluk"), tüketim malları sektöründen üretim malları sektörüne sıçramıştır. Son dönemde ABD'nin en büyük enerji şirketlerinden Enron'un iflası, otomotiv sektöründe görülen büyük üretim düşüşleri ve son olarak demir-çelik sektöründe baş gösteren talep azalışı, ekonominin daha fazla askerileştirilmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. "Komünizm tehlikesi" demagojisiyle 1990'lara kadar içte önemli bir direnişle karşılaşmayan Amerikan emperyalizmi, 1990 sonrasında "demokratik açılım" söylemiyle tüketim malları üretimini artırmış ve kitleleri tüketime yöneltmiştir. Bu ortamda, kaynaklarının tüketim malları üretiminden askeri mallar üretimine yöneltilmesi, bir yandan kitlelerin eskisi gibi tüketmemelerini gerektirdiği gibi, devlet harcamalarının artırılmasını da gerekli kılmaktadır. Askeri mallar üretimi için devlet harcamalarının artırılması ise, alışılmış söylemle ifade edersek, "halkın verdiği vergilerle" olanaklıdır (Ülkemizdeki söylemle "faiz dışı fazla"). Böyle bir yönelim için Amerikan halkının "gönüllü" desteğini almanın yolu "terörizme karşı savaş" söylemiyle sağlanmaya çalışılmaktadır.
Ve bugün İsrail, Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu'ya yönelik askeri müdahalesinin ön hazırlığı olarak Filistin topraklarını işgal ederken "terörizme karşı savaş"ın bir parçası olarak hareket ettiğini göstermeye özel olarak dikkat etmektedir.
Daha dün, Yugoslavya olayları sırasında Milesoviç yönetiminin Kosova'ya müdahalesini "etnik temizlik" olarak sunan emperyalist "medya"nın, bugün İsrail'in Filistin topraklarında gerçekleştirdiği askeri saldırıları "terörizme karşı savaş" olarak sunmasının nedeni de budur.
Diğer yandan, Amerikan emperyalizminin II. yeniden paylaşım savaşından sonra dünya çapında uygulamaya soktuğu yeni-sömürgecilik yöntemleri, 1980 dünya ekonomik buhranıyla belirginleşen bir bunalıma girmiştir. Aradan geçen yirmi yıla karşın, Amerikan emperyalizmi yeni-sömürgecilik yöntemlerinin içine girdiği bunalımı çözememiştir. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkelere verilen kredilerin yaratmış olduğu borçların geri ödenememesi, bir yandan yeni-sömürgecilik yöntemlerine göre kurulmuş olan emperyalizme bağımlı sanayileri işlemez hale getirirken, diğer yandan emperyalist finans kuruluşlarını krizlere açık hale getirmiştir.
Bilineceği gibi, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin temeli, sermaye ihraç ve transferlerinin bileşiminde yapılan değişikliktir. "Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran yaratılmıştır. Şöyle ki, savaş öncesi nakit sermaye ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi diğer elemanlarına kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası dönemde özellikle 1960'dan sonra bu işleyiş tersine dönmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin yukarda özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır."[1*] Böylece, "geri-bıraktırılmış ülkelerde, yabancı nakit sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla çok az olduğu fakat mutlak dışa bağımlı birçok sanayi kuruluşu" oluşturulmuştur. Geri-bıraktırılmış ülkeler bu sanayi kuruluşları için, bir yandan emperyalist ülkelere patent hakkı, teknik bilgi vb. için sürekli ödemede bulunurken, diğer yandan bu kuruluşların üretimi için gerekli ara malları ithal etmek durumunda kalmıştır. Artan ara malları ithalatı, geri-bıraktırılmış ülkelerin dış ticaret açığını sürekli büyütmüş ve bu açığı kapatmak amacıyla yapılan dış borçlanma sürekli büyümüştür.
1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında geri-bıraktırılmış ülkeler "ihracata yönelik sanayileşme" adı altında tüketim malları ihracatıyla dış borçları ödemeye yöneltilmişse de, emperyalist ülkelerde yeni teknolojilerin tüketim malları üretimine uygulanmasıyla birlikte işe yaramaz hale gelmiştir. 1993 ve 1997 krizlerinde görüldüğü gibi, işbirlikçi iktidarların, gerek "demokratik yoldan" işbaşında kalmalarını sağlamak, gerekse işbirlikçiliğini sürekli kılmak amacıyla yapılan finansal yardımlar, artan oranda finans krizlerine neden olmaya başlamıştır. Öte yandan, bu işbirlikçi iktidarlara yapılan finansal desteğin her azaltılışı, emperyalizme karşı işbirlikçilerin tavır almalarına neden olmuştur. Irak ve Afganistan'da yaşanılan olaylar, emperyalizmin işbirlikçilerinin kendisine ne denli pahalıya mal olduğunu göstermiştir.
Bugün, tüm geri-bıraktırılmış ülkeler dış borçlarını ödeyemez durumdadır. Ülke içi kaynaklar, "özelleştirme" vb. uygulamalarla sonuna kadar tüketilmiştir. Emperyalizmin yapabileceği pek birşey kalmamıştır.
İşte bu koşullarda Amerikan emperyalizminin bulduğu formül, bir yandan askeri mallar üretimini artırırken, diğer yandan geri-bıraktırılmış ülkelerin ekonomilerini IMF aracılığıyla doğrudan yönetmek olmuştur. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, gerek yerel ve bölgesel sorunlar, gerekse IMF uygulamalarının yarattığı ve yaratacağı iç direnişler, emperyalizmin fiilen bu ülkelerdeki varlığını güçlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Bir başka deyişle, bugün, geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizmin içsel olgu olmasının gelebileceği son sınıra ulaşılmıştır. Bu sınır, geri-bıraktırılmış ülkelerin siyasal ve askeri olarak doğrudan emperyalist ülkeler tarafından yönetilmesidir. Bu ise, emperyalizmin bölgesel olarak askeri gücünü artırması demektir.
Dün, "ekonomisini olağanüstü derecede militarize etmiş olan Yankee emperyalizmi, bu durumun doğal sonucu olarak, dünya çapında saldırganlığını, kudurganlığını korkunç bir seviyede artırmış, Pentagon bir yandan CIA'nın komploları ile sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde temsili demokrasileri bile rafa kaldırtarak, militarist rejimlerin kurulmasını sağlarken, öte yandan, milli kurtuluş savaşlarının yürütüldüğü ülkeleri cehenneme çevirmek için bütün güçlerini seferber etmiş"ken[2*], bugün, (Vietnam savaşı yenilgisinden 25 yıl sonra) yeniden aynı uygulamalara açık biçimde geri dönmektedir.[3*] Ancak, gelişen olaylar, bu formülün, eskiden olduğu gibi bugün de, emperyalizmi kurtarmayacağını göstermektedir. İsrail'in Filistin topraklarında gerçekleştirdiği son işgal hareketinin Yaser Arafat'ın şahsında doğrudan Filistin yöneticilerini hedef alması, aynı zamanda emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkeleri doğrudan yönetmekten başka bir seçeneğini kalmadığını da göstermektedir. Bu da, dünya çapında anti-emperyalist devrimci ve millici hareketlerin giderek gelişmesi ve güçlenmesi anlamına geldiği gibi, sonuç olarak, emperyalizmin topyekün yenilgisine giden bir sürecin başlangıcını oluşturmaktadır. Bir Vietnam yenilgisinin ekonomik, siyasal, askeri ve moral sonuçlarını 25 yıl üstünden atamayan Amerikan emperyalizminin alacağı her yenilgi çok daha kalıcı ve yıkıcı olacaktır.
[1*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [2*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [3*] Vietnam yenilgisinden sonra, özellikle Carter döneminde İran'a yapılan "rehine kurtarma operasyonu"nun fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, Amerikan emperyalizminin dünya çapındaki askeri harekâtları önemli ölçüde azalmıştır. Kimi küçük-burjuva aydınlar ve revizyonistler, bu duruma bakarak, emperyalizmin eski saldırgan özelliğini kaybettiğini, dolayısıyla geri-bıraktırılmış ülkelerdeki ilerici ve devrimci hareketlere karşı askeri müdahalede bulunmasının sözkonusu olamayacağını söyleyerek, geri-bıraktırılmış ülkelerde "demokratik yoldan" iktidarın ele geçirilebileceği teorilerini yapmışlardır. Gorbaçov'un Amerikan emperyalizminin askerileştirilmiş ekonomisini "sivilleştirilmesi" için "sosyalist blok"un bu "yeni" sivil ekonomi için bir pazar haline getirileceğini ilan etmesi, bu teorileri daha da güçlendirmiştir. Geçen zaman bu teorilerin, tümüyle Vietnam yenilgisi sonrasında Amerikan emperyalizminin geri çekilişinin abartılmasından ve mutlaklaştırılmasından başka birşey olmadığını göstermiştir.