Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un
Alışılan "Konuşması"
Geçen yıl ”adli yıl açılış konuşması” ile, Marmara depremiyle şaşkına düşen Türkiye' nin karşısına çıkan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, edebi sözler ve uyaklı dizelerle laiklik, laisizm, demokrasi, cumhuriyet, devlet, hukuk vb. konularda görüşlerini ortaya koyduktan sonra bir süre ülke gündeminde ”baş sıralara” çıkmıştı. Kimilerince ”demokrasi savaşçısı” ilan edilen Sami Selçuk, bir başka kesim tarafından ”fettullahçı” olmakla suçlanırken, solda da birçok farklı değerlendirmeye konu olmuştur.
Solda kimi siyasal oluşumlar için ”anti-Kemalist” ilan edilen Sami Selçuk, başka siyasal oluşumlar tarafından ”II. Cumhuriyetçi”, ”sol reformizmin temsilcisi” ya da ”şeriatçılarla reformist sol arasında ittifak kurarak devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi” amaçlayan ”devletin yeniden yapılanması” yanlısı olarak değerlendirilmiştir.
Tüm bu ”değerlendirme” bolluğu içinde Sami Selçuk'un ortaya koyduğu görüşlerin sınıfsal temeli sürekli bir yana bırakılmıştır. Sami Selçuk'un geçen yıl yaptığı adli yıl açış konuşmasında ortaya koyduklarının sınıfsal içeriğini Kurtuluş Cephesi'nde şöyle ifade etmiştik: ”Yargıtay başkanı Sami Selçuk'un ... 'Jakoben Fransa'sı karşısında duyduğu tepki ve korku, ülkemizdeki toplumsal ve siyasal sorunların yaratmış olduğu çatışma ortamı içinde şekillenmiştir. Ortaya koyduğu genel doğrular yanında, yöneldiği popülizm, eklektizm ve uzlaşmacılık, sorunun feodalizme karşı mücadele sorunu olduğu gerçeğinin üstünü örtmektedir. Demokratik devrimin tamamlanmadığı bizim gibi ülkelerde, toplumsal ve siyasal sorunların kesin bir çatışma ve hesaplaşmaya yönelmesi, şüphesiz küçük-burjuvaziyi her zaman korku ve kaygıya düşürmektedir. Ancak 'korkunun ecele faydası yoktur'. Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, islam dininin varolduğu ülkelerin hiçbirisinde burjuva anlamda demokratik devrim tamamlanmamış ve dolayısıyla feodal bir ideoloji durumundaki dinle kesin ve nihai hesaplaşma gerçekleşmemiştir. Hıristiyanlığın, katolik kilisesine karşı yürütülen protestan hareketiyle kendisini kapitalizme uyumlandırması süreci, müslüman ülkelerde gerçekleşmediği gibi, bu uyumlandırma süreci, demokratik devrimsiz gerçekleşemeyecektir.
Bunlar bir yana bırakılarak, birkaç 'islamcı aydın'ın (Hatemi kardeşler gibi) 'ileri görüşlü' olmalarına dayanarak, feodalizmle kesin bir hesaplaşmadan çok, feodalizmin gelişen çarpık kapitalizm içinde evrimleşen kesimleriyle ittifak kurarak laiklik sorununu çözmeyi düşünmek, 'saf' demokrasi kavrayışı gibi, yalın bir safdillik durumundadır.
Ülkemizde emperyalizme bağımlı olarak geliştirilen kapitalizmin, üst-yapısal olarak feodal ideolojileri koruyucu niteliği, aynı zamanda laikliğin 'laikçilik' olarak sürdürülmesinin de maddi temelidir. Emperyalist aşamada ve geri-bıraktırılmış ülkelerde burjuvazinin gerek milli, gerekse devrimci niteliğini yitirmesi, feodalizmin tasfiye sürecini uzatmaktadır. Ortaya çıkan her türden gerici ve dinsel örgütlenmeler, ülkemizdeki toplumsal yapının çarpık niteliğinin ürünleri durumundadır. Bu yüzden, feodalizmin tümüyle tasfiye edilmesinin tek yolu demokratik devrimin tamamlanmasıdır. Demokratik devrim ise, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmek zorundadır. Dolayısıyla, burjuva nitelikteki demokratik devrim, öncünün niteliğine bağlı olarak daha geniş bir kapsama sahip olacaktır. Bu da, demokratik halk devrimi demektir.
Sami Selçuk'un ülkemizdeki çelişkilerin keskinliğini gözeterek ortaya koyduğu görüşler, olası bir toplumsal çatışma ortamında, olayların hızla bir devrim durumuna dönüşeceği korkusunu da taşımaktadır. Sami Selçuk'un bu korkusu, 'radikal islamcılar'dan daha çok 'jakoben küçük-burjuva radikalleri'ne yöneliktir. Ve tarihsel olarak gerçek olan ise, ülkemizde küçük-burjuva radikalleri (devrimci-milliyetçiler) uzun yıllar önce devlet aygıtından tasfiye edilmiş ve tekil bireyler olarak örgütsüzleştirilmiştir. Başkentteki küçük bir asker-sivil aydın kesim arasında ortaya çıkan 'radikal' konuşmalar, bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu yönüyle de, Sami Selçuk'un konuşması, küçük-burjuva radikalleri ile 'islamcı aydınlar' ve 'II. cumhuriyetçiler' arasındaki sözlü çatışma zeminine oturmaktadır. Ancak hangi temelden ele alınırsa alınsın, Yargıtay başkanının konuşmasında ortaya çıkan tek gerçek, onun radikal değişikliklere karşı olduğudur. Bu karşıtlık, kimi durumda demokratik devrime, kimi durumda küçük-burjuva radikalizmine karşıtlık olarak belirginleşmektedir. Bu açıdan Sami Selçuk, küçük-burjuvazinin 'kontrol kulesi'nde oturan orta kesiminin sözcüsü olmuştur.
Yargıtay başkanının konuşmasının bu yönlerini dikkate almayarak, laiklik ve bunun ülkemizdeki çarpık uygulanması konusunda söylediği genel doğrulara bakarak yapılacak değerlendirmeler yanlış olacaktır.” [*] Bir yıl önce, ”baskıcılığa direnen” bir kişi olarak sunulan ve geçen yılki konuşması ”demokrasi manifestosu” (Y. Doğan) olarak değerlendirilen Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un bu yılki adli yıl açış konuşmasının tam bir ”suskunluk fesatı” ile yüzyüze gelmesinin nedeni de, kendisinin küçük-burjuvazinin ”kontrol kulesinde oturan” orta kesimin sözcüsü olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yılın Haziran ayından itibaren küçük-burjuva aydınları arasında başgösteren ”ayrışma”da ifadesini bulan bu durum, küçük-burjuvazinin orta kanadının sağ kanatla aynı çizgide yıllar boyu sürdürdükleri ”dostluk” ilişkisinin sonuna gelindiğini göstermektedir. ”Televoleci iktisatçılar”dan ”büyük” gazetelerin genel yayın yönetmenlerine kadar tümüyle küçük-burjuvazinin sağ kanadını temsil eden kesimlerin Sami Selçuk'un bu yılki konuşması karşısında ”sessiz” kalışları, sınıf mücadelesiyle ve sınıfsal perspektiflerle her türlü ilişkisini yıllar boyu kesmiş olan küçük-burjuvazinin sol kanadındaki küçük kıpırdanmalara karşı bir tavır olduğu kadar, orta kesimin sol kanatla yakınlaşmasına neden olabilecek sözlerden ve yorumlardan kaçınma istediğinden de kaynaklanmıştır.
Geçen yıldan bugüne gelindiğinde, ülkemiz somutunda, bir yandan Marmara depreminin küçük-burjuvazi üzerinde yaratmış olduğu ”şok” önemli ölçüde ortadan kalkmış, diğer yandan ”şeriatçılık tehlikesi” yapılan ”hizbullah operasyonları” ile ”yakın ve somut bir tehdit” olmaktan çıkartılmıştır. Bu siyasal ve toplumsal ”gelişme”, kaçınılmaz olarak, küçük-burjuva radikalleri ile ”islamcı aydınlar” ve ”II. Cumhuriyetçiler” arasındaki sözlü çatışma ortamının dağılmasına neden olmuştur. Bu çatışmaların maddi temelleri ortadan kalkmamış olmasına karşın aktüel olarak önemini yitirmesi, Sami Selçuk'un bu yılki konuşmasının sıradan bir adli açılış konuşması olarak bakılmasına neden olmuştur. Zaten Yargıtay Başkanından daha üstte bulunan Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın cumhurbaşkanı seçildiği bir dönemde, hak ve hukuk konusunda Sami Selçuk'un soyut sözlerinin kamuoyunda daha az ilgiyle karşılanması da kaçınılmazdır.
Ancak Sami Selçuk'un bu yılki ”alışılan konuşması”nda yer alan bazı belirlemeler, aynı zamanda kendisinin sözcülüğünü yaptığı küçük-burjuva kesimlerinin içinde bulundukları durumu ve çıkmazı ortaya koymuştur. Bu belirlemeler gazetelere şöyle yansımıştır: ”Bütünleşme yolunda en tartışmalı konunun 'Ulus-devlet' sorunu olduğunu, AB'de ulusal egemenlik ve eşitlik kavramlarının gittikçe aşındığını, uluslarüstülük kavramının bütünleşmeyi sağlayacak bir boyuta ulaştığını kaydeden Sami Selçuk, AB'nin kriterlerinin, Atatürkçülüğün ve Türk halkının yürüdüğü yolun aynı olduğunu söyledi. 'Üniter bir devlet ve bölünmez bir ülkede yaşamak isteyen Türk ulusunun önünde AB'ye girmek için kanımca hiçbir engel yoktur' diyen Selçuk, 'Yeter ki, birliğin tam haklara sahip, özgür ve onurlu bir üyesi olalım' dedi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin artık bugün Avrupa'nın Anayasası olduğunu, Kopenhag Kriterleri'nin o kadar vahim şartlar ileri sürmediğini belirten Sami Selçuk, Türkiye'nin, Avrupa'nın kenar mahallesinde yer almaması gerektiğini, Atatürk devrimlerinin uzantısının da bunu gerektirdiğini anlattı. Katı egemenlik anlayışının küreselleşme doğrultusunda yumuşatılmasında sakınca görmediğini, bunun teslim olma değil, kimliğini koruyarak özgür iradeyle ekonomide, politikada, hukukta buluşma, ortaklık olduğunu vurgulayan Selçuk, Avrupa Birliği'nin düş olmadığını, saydamlık, halkın katıldığı iyi yönetim, devletle sivil toplum arasında eşgüdüm isteklerine Türk insanının ne karşı ne de yabancı olduğunu kaydetti.” Görüldüğü gibi, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, aradan geçen bir yıl içinde açık bir ”globalizm” yandaşı olmuştur. Bir yıl önce ”Jakoben Fransa”sına karşı çıkan ve günümüz Fransa'sının hâlâ bu geleneği sürdürdüğünü söyleyen Sami Selçuk, bir yıl sonra aynı Fransa'nın belirleyici konumda bulunduğu Avrupa Birliği konusunda ”katı egemenlik anlayışının küreselleşme doğrultusunda yumuşatılmasında sakınca görmez” hale gelmiştir. Ve böylece tüm ”globalizm yandaşları” gibi, Sami Selçuk da, ”ulus-devlet”e karşı çıkarak ”globalizm”in ”uluslarüstü” kavramının savunucusu olmuştur. Onun için artık ”ulusal egemenlik ve eşitlik kavramları” ”gittikçe aşınmış” kavramlardır.
İşte küçük-burjuvazinin sağ kanadı ile bütünleşmiş ve aynı çizgide buluşmuş olan orta kanadının tüm perspektifi böylesine yalın haldedir. Sami Selçuk da, bu kesimin sözcüsü olarak işlevlerini yerine getirmiştir. Artık onun yeri tarihin çöplüğü olmaktadır. Onları buraya yönelten tek gerçek, devrim karşısında duydukları korkudur.