Belki de dünyanın en zor işi, yaşamını yitiren devrimcilere ilişkin bir yazı kaleme almak, dahası eleştirel bir yazı kaleme almaktır.
Bir tarafta, doğru ya da yanlış bir çizgide mücadele eden ve bu mücadele içinde yaşamını yitiren devrimciler vardır. Hatta kimilerinin küçümseyici bir ifadeyle söyledikleri, “devrimci demokrat”lar yahut “devrimci maceracılar”dır onlar. Öte yanda, izlenilen ya da öyle olduğu varsayılan ideolojik-politik çizgiye değinmeksizin, onların eylemini yücelten ve geride kalanlara savaşma azmi yaratmayı hedefleyen “devrimciler ölmez” söylemleri vardır. Bunlara, toplumun dinsel inancından türetilmiş olan “ölünün arkasından konuşulmaz” anlayışını da ekleyebiliriz.
Böyle olunca da, devrimci mücadelede yaşamını yitiren devrimcilerin “arkasından” yazmak, yukarda belirttiğimiz gibi, eleştirel bir yazı yazmak çok daha güçleşmektedir.
Bütün bunlara, “ölünün arkasından konuşulmaz”a dayanan ve bu sayede devrimci olan ile devrimci olmayan, devrimci mücadeleyi (doğru ya da yanlış bir çizgide yahut anlayışta) yürüten ile devrimci mücadeleyi terk edenler arasındaki ayrım çizgisinin ortadan kaldırılışını da eklemek gerekir.
Örneğin Mihri Belli yaşamını yitirdiğinde, “arkasından” neredeyse “tek kötü söz” (daha doğrusu kendisinin yanlış anlayışına ilişkin olumsuz tek bir söz) bile edilmeksizin “sonsuzluğa uğurlanması” Türkiye “sol”undaki egemen bir tutumdur. Ya da devrimciliği neden ve niçin terk ettiği bile bilinmeyen, eski dönemlerin “önemli” ve “sorumlu” kişilerinin “arkasından” söylenenlere bakıldığında, “kenara çekilmesi”nde, “suskunluğunda”, özetle devrimciliği bırakmasında nasıl bir keramet arandığını görmek olanaklıdır.
Hiç kuşkusuz, yaşamını yitiren devrimciler hakkında yazı yazmaktan kastettiğimiz, bu örnektekiler ve onların eşdeğerlerine ilişkin değildir. Söz konusu olan zorluk, belli bir devrimci örgütlenme içinde yer alan ve bu örgütlenmenin çizgisi doğrultusunda hareket ederken yaşamını yitiren devrimcilere ilişkindir. Oysa yapılan, tekil bireylerin değil, bu bireylerin içinde yer aldıkları örgütlenmelerin çizgisinin ve eylem tarzının sorgulanması, eleştirilmesidir.
Hiçbir somut olaya ya da olguya atıf yapmaksızın salt örgütsel çizginin (ya da eylem tarzının) sorgulanması “zor” bir iş değildir. Ancak sorgulanan ya da eleştirilen örgütsel çizginin somut sonuçları ortaya konulmadığı sürece, sorgulama ya da eleştiri soyut kalmakta ve söz konusu olan çizginin mantıksal sonuçları ortaya konulamamaktadır.
Oysa belki aynı çevreler, çok kolaylıkla “halk sınıf”larında, “Eylem Öğretiyor” başlıkları altında pek çok somut eylemi ele alırlar. Ama bu ele alış tarzı, “eylem”den ne öğrenildiğinden daha çok, eylemi gerçekleştirenlerin ne denli “başarılı” olduklarını ortaya koymaktan ibarettir. Böyle olunca da, ele alınan somut olay ya da olgu, kolayca kabul görebilmektedir.
Zor olan, “başarı”dan çok “başarısızlığın”, olumlu “dersler”den daha çok “olumsuz” derslerin ortaya çıktığı somut olaylara ilişkindir.
Bir başka zorluk ise, aynı olayı (ya da eylemi) ele alan bir dizi oportünist ve pasifistin kötüleyici ve karalayıcı yaklaşımlarıdır. Doğal olarak, eleştirel bir yazı, böylesi bir oportünist ve pasifist yaklaşımla eşdeğerleştirilebilme tehlikesini içerir. Böyle bir tehlike karşısında da, oportünist ve pasifistlerle aynı “kefe”ye konulmaktan kaçınmak için, ister istemez böylesi zorlu bir işe hiç kalkışmamak tercih edilir. Çünkü devrimci mücadelede yaşamını yitirenler, kendi yapısallığı ve örgütlülüğü içinde çok önemli bir değerdirler ve bu değerlere yönelik bir eleştiri kaçınılmaz olarak olumsuz bir içtepiye yol açar.
Ancak ele alınan olan olay ya da eylem, yanlış bir çizgiye ya da yanlış bir anlayışa sahip bir örgütlenmenin tipik bir eylemi, somut bir gerçekliği ise, bunun karşısında suskun kalmak yanlış bir çizginin onanmasından başka bir anlama da gelmez.
Uzun bir silahlı devrimci mücadele tarihine sahip bir ülkede, böylesine bir tarih yokmuşçasına, sanki tarihin ilk başlangıcında yer alıyormuşçasına gerçekleştirilen bir silahlı eylemin değerlendirilmesi başlı başına bir tarihsel sorundur.
İNTİHAR EYLEMLERİ VE
SİLAHLI DEVRİMCİ MÜCADELEYE YANSILARI
Son yıllardaki silahlı eylemlere baktığımızda, intihar eylemleri (ki bu eylemi gerçekleştirenlerden yola çıkarak “canlı bomba eylemleri” de denilmektedir) neredeyse başat bir yere sahiptir.
1980’lerin sonlarında Lübnan’da ve daha sonra Filistin’de dinci-şeriatçı örgütlerin başlı başına bir eylem tarzı olarak gerçekleştirdiği intihar eylemleri, Filistin mücadelesinin neredeyse tek eylem biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Özellikle İslami Cihat ve daha sonra Hamas tarafından gerçekleştirilen “intihar eylemleri”nin Filistin halkınca büyük bir “sempati”yle karşılanması üzerine bu eylem biçimi giderek yaygınlaşmıştır. 2000’li yıllara gelinirken Hamas’ın gerçekleştirdiği “intihar eylemleri”, bir yandan Filistin halkının geleneksel örgütlerinden (El-Fetih, FHKC) ve onların mücadele çizgisinden uzaklaşmasına yol açarken, diğer yandan Hamas’ın başlı başına bir siyasal güç haline gelmesini sağlamıştır.
Filistin hareketi içindeki bu dönüşüm, İsrail’e karşı pek fazla bir şey yapamayan, daha başka bir ifadeyle, İsrail’in saldırganlığına gerekli yanıtı veremeyen örgütleri etkisizleştirirken, aynı zamanda bu dönüşümü sağlayan “intihar eylemleri”nin yeni bir “mücadele biçimi” olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Filistinli islamcı örgütlerin “intihar eylemleri” karşısında İsrail’in içine düştüğü “acz” ve arkasından Hamas’la “müzakere”ye başlaması, bu “mücadele biçimi”nin etkili olduğu düşüncesini (özellikle Türkiye’de) yaygınlaştırmıştır. Diğer yandan, Türkiye devrimcilerinin Filistin mücadelesine duydukları geleneksel sempati bu “mücadele biçimi”ne yönelik her türlü eleştirinin bir yana itilmesini getirmiştir.
Bu eylemlerin en tipik özelliği, patlayıcı maddeleri kuşanmış bir ya da iki kişinin, kendilerince seçtikleri hedefe ulaştıklarında kendilerini patlatmalarıdır. Burada hedefin ne olduğunun fazlaca bir önemi yoktur; hedef, “düşman” (ya da “kafir”) olarak görülen herkestir.
Bu tarzın diğer bir özelliği, eylemi gerçekleştirenlerin herhangi bir eğitme, bilince vb. sahip olmasının gerekmemesidir. Eylemi gerçekleştirenlerin, belli bir biçimde ölerek (şehitlik) başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına inanması yeterlidir.
Bu eylemler “düşman”ı sivil-asker, suçlu-suçsuz vb. biçimde ayrıştırmaz. Hedef, “düşman” olarak belirlenen bütün bir topluluktur. Filistin bağlamında söylersek, hedef “tüm yahudiler”dir, yahudinin, sadece yahudi olduğu için ölmeyi “hak ettiği” düşünülmektedir. Diğer yandan, bu eylemler aynı zamanda “intikam” eylemleridir. Böylece “düşman” (“kafir”) tarafından öldürülenlerin “intikamı” alınmış olmaktadır.
Bu eylemlerin şu ya da bu oranda etkili olduğu, özellikle de “mağdur”lar tarafından büyük bir sempatiyle karşılandığı görüldükçe, süreklilik göstermeye başlamıştır. Ankara’daki “TAK”ın üstlendiği 13 Mart saldırısında görüldüğü gibi, saldırı sonucunda yaşamını yitirenlerin sadece “karşı taraf”ta yaşıyor olmaları yeterli görülebilmektedir.
Aynı şekilde Filistin’de ortaya çıkan bu eylem tarzı, giderek “yahudiler”den çıkarak tüm “kafir”ler dünyasını hedef alan eylemlere dönüşmüştür. İstanbul’da turistlere yönelik IŞİD’in gerçekleştirdiği eylemler bu dönüşümün bir ürünü olduğu gibi, Fransa’da yapılanlar da “kafirler dünyası”nın hedef olarak alındığının ifadesidir.
“İntihar eylemcileri” (istenirse buna daha değişik isimler verilebilir, örneğin “feda eylemi” gibi) “hak” yolunda “kafir”e karşı yürütülen bir “cihat”ta öldükleri için “şehit” kabul edilir. İslam inancı içinde “şehit”ler sorgusuz-sualsiz cennete giderler. Yanlarında ne kadar “kafir” götürürlerse, o kadar “onurlu” ve “başarılı” olarak kabul görürler. Bu eylem sonucunda ölenlerin kim olduklarının hiçbir önemi yoktur. Onlar “karşı taraf”tır, “düşman”dır, “kafir”dir.
Bu açılardan ele alındığında, “intihar eylemleri”, doğrudan islamcılıktan üremiş ve islamcılık tarafından üretilmiştir. Konunun bu boyutu, doğrudan doğruya islamcılığa (radikal islamcılıkla bunu sınırlandırmanın fazlaca bir anlamı yoktur) bağlı bir durumla karşı karşıya olunduğunu gösterir.
“İman” sahibi, “inanmış” birinin böyle bir eylemi “tam hedefinde” gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin de önemi yoktur. Herşeyden önce o kendisini “patlatmaya” hazırdır. Doğal olarak herhangi bir koruma ya da güvenlik engeliyle karşılaştığında, bombaları patlatarak “şahadetini” gerçekleştirmiş olur. Bu nedenle de “engellenebilir” bir eylem tarzı değildir. Topyekün bir savaş (cihat) anlayışına dayandığı için de, eylem alanı tüm dünya olarak ortaya çıkar. Bu nedenle de belli bir alanda güvenlik önlemi alınarak engellenemez.
Öte yandan, bu eylemlerin gerçekleştirilebilinmesi için belli miktarda patlayıcı bulunması gerekir. Patlayıcı bulunduğu sürece, “şahadet”i önleyecek hiçbir şey yoktur.
Şüphesiz islamcıların gerçekleştirdiği “intihar eylemleri”,
topyeküncü bir anlayışla hedef gözetmeksizin gerçekleştirildiğinden pek çok “sivil” insanın ölümüne yol açar. Bu yönüyle de eylemin gerçekleştiği toplumu “terörize” eder; toplumsal yaşam şu ya da bu oranda kesintiye uğrar. Bu durum, toplumsal/sınıfsal mücadelenin gelişiminden korkan siyasal iktidarlar ve siyasal partiler için “uygun” bir ortam yaratır. Olağan devlet kurumlarıyla önlenemez ve engellenemez olan bu eylemler karşısında çıkartılan “anti-terör yasaları”yla toplumlar tam bir “cendereye” alınır. Demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanır. Bizim gibi, demokratik hak ve özgürlüklerin olmadığı ülkelerde ise, bu tür eylemler, devletin gerçekleştireceği her türlü baskının, saldırının ve katliamın meşrulaştırıcı bir unsuru olarak kullanılır.
Sorun, sadece islami terör değildir. Bu tür eylem biçimlerinin silahlı mücadele bağlamında bir “biçim” olarak görülmesi ve kabul edilmesidir. Böyle olunca da, “islam coğrafyası”nda faaliyet yürüten kimi örgütler tarafından gerçekleştirilebilmektedir. Örneğin, PKK’nin bünyesi içinde “TAK” adıyla üstlenilen intihar eylemleri ya da DHKP-C’nin “feda eylemleri”, böyle bir önkabulün ifadesidir.
[1*]
Şimdi, Cemil Bayık’ın, Ankara’daki intihar eyleminden dört gün önce yapıldığı söylenen ve 15 Mart’ta İngiliz
Times gazetesinde yayınlanan röportajını okuyalım:
“Türkler, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Kürt kentlerinde mümkün mertebe herşeyi yağmalayıp yaktılar. Bu nedenle halkımız intikam hisleriyle dolu. Gerillalarımıza, onlara yapılanların intikamını almaları çağrısında bulunuyor. Bu, halk mücadelesinde yeni bir dönemdir. Kısa bir süre öncesine dek Türk ordusu ile savaş sadece dağlardaydı. Daha sonra kasabalara ve kentlere de taştı. Artık her yerde olacak. Mücadelenin bu aşamasında, gerillalarımıza yerine getirmeleri yönünde verilecek her emir, meşru olacaktır.”
Altını çizdiğimiz sözcükler, bir yanıyla “hendek savaşı” adı verilen, gerçeklikte ise PKK’nin “çözüm süreci”nin sona ermesiyle birlikte “bir şeyler yapmak” zorunda kalmasının ortaya çıkardığı durumu ifade etmektedir. Diğer yanıyla, yine PKK’nin “silahlı savaş” sürecine bakış açısını ortaya koymaktadır.
Herşeyden önce, birbirlerine
mutlak karşıtlık içinde olan iki taraf söz konusudur: Türkler ve Kürtler. Bir taraf, yani “Türkler”, “Kürt kentlerinde”, “yağmalama”, “yakma” ve katliam yapmaktadır. Diğer taraf, “Türkler”in “yağmalama, yakma ve katliamı”nın “kurbanları” ve “mağdurları” durumundadır. “Mağdur” oldukları anlamda da, “Türkler”in yaptıkları karşısında
intikam duyguları ile “dolu”durlar. Bu intikam duygusu içindeki Kürtler, Cemil Bayık’ın sözcükleriyle, “gerillalarımız”dan “intikam” alınmasını talep etmektedirler. Doğal olarak, böyle bir “talep” ne kadar haklı ve meşru ise, bu “talebi” yerine getirenler de, bir o kadar haklı ve meşru kabul edilmektedir.
Böyle olunca da, “Türkler”in “metropoller”inde hedef gözetmeksizin gerçekleştirilen bir intihar eylemi ya da saldırı, kendi haklılığını ve meşruiyetini kendi “halkı” içinde bulmaktadır. İki “taraf” arasında mutlak bir karşıtlık olduğundan (antagonist bir karşıtlık), savaş, bunun üzerine inşa edilir.
Bu “sonuç”, I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Alman generali ve “savaş kahramanı”
Erich Ludendorff tarafından 1935’de bir savaş stratejisi haline dönüştürülen “topyekün savaş” (“
totale krieg”) anlayışının yeni bir uygulamasıdır. Bu da, sonuçta, Nazilerin askeri savaşı topyekün savaşa dönüştürmelerini getirmiştir. Artık sadece askerler ve askeri hedefler söz konusu değildir. Savaşın, askeri savaşın hedefi, bir bütün olarak “düşman”ın askeri ve sivil tüm insanlarıdır.
Bu savaş anlayışı ve stratejisi, II. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda “düşman güçler”in (Nazilere ve Japonlara karşı İngiltere ve ABD’nin ana gövdesini oluşturduğu “müttefik güçler”) kentleri bombalamalarıyla sonuçlanmıştır. Nazilerin Londra hava saldırıları, “müttefik güçler”in Alman kentlerine, özellikle Dresden’e yönelik hava saldırıları bu anlayışın bir ürünüdür. Bu saldırılarda asker-sivil ayrımı yapılmaksızın bütün kent bombalanmıştır.
KISASA KISAS
YA DA MİSİLLEME
Bu bombalama eylemleri, bir yanıyla karşı tarafı, özel olarak karşı tarafın “sivil” halkını terörize etmeyi hedeflerken, diğer yanıyla “misilleme” eylemleridir. Örneğin, Dresden kentinin bombalanması Nazilerin Londra saldırılarına karşı yapılmış bir misilleme eylemi olmuştur.
Misilleme, askeri savaşta, taraflardan birisinin “kural dışı” gerçekleştirdiği bir askeri eyleme karşı, aynı boyutta ve aynı nitelikte yanıt vermektir. Misilleme, sözlük anlamıyla, “yapılan bir kötülüğün karşılığını aynı biçimde vermek”, “kısasa kısas”, “kana kan, göze göz, dişe diş” demektir. Bu yönüyle de, misilleme, askeri savaşın “mutlak savaş”a yakınlaştığı yerdir.
Mutlak savaş, Clausewitz’in formüle ettiği bu kavrama göre, savaş, düşman güçlerinin imha edilmesine yönelik bir eylemdir ve bu eylem, düşmanın tüm güçlerinin, son savaş gücüne kadar yok edilmesine yönelir. Clausewitz’in sözleriyle, “savaş bir şiddet hareketidir ve
bu şiddetin sınırı yoktur.”
Misilleme harekatları ya da eylemleri, böylesi bir “sınırsız şiddet” karşısında, bu şiddeti uygulayanları benzer sonuçlarla yüzyüze bırakarak, bu “sınırsız şiddet” eyleminden vazgeçirmeyi hedefler. Diğer ifadeyle, “sınırsız şiddet”
kullananlara karşı “misliyle” karşılık vermek, yani “sınırsız şiddet”
kullanmak misilleme anlayışının gerçekliğidir.
Ancak savaşın politik amacı ve savaşın gerçekliği, “mutlak savaş”ın yerini “gerçek savaş”ın almasına yol açar. Dolayısıyla “sınırsız şiddet”, düşmanı son kişisine kadar yok etme hedefi, politik amaç tarafından sınırlandırılır. Böylece doğrudan askeri güçleri ve onların yardımcı unsurları dışında kalan kadınların, çocukların, savaş gücü olmayan “siviller”in hedef alınmadığı “gerçek savaş” ortaya çıkar.
Ama savaşan güçlerin içinden çıktıkları toplumların gelenek ve görenekleri, örf ve adetleri, inançları, savaşı yönetenlerin zihninde sürekli varlığını korur. Savaş, sadece düşman güçlerine yönelik bir şiddet eylemi olmanın ötesinde, aynı zamanda kendi güçlerinin iradesi, morali ve savaşkanlığı üzerine yükselir. Bu irade, moral ve savaşkanlığın pekiştirilmesi ve sürekli kılınması da, düşman güçlerinin imhası kadar etkin bir unsur olarak ortaya çıkar. Savaşan tarafların kin ve nefreti, Clausewitz’in kavramıyla, “düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti”nin boyutu, savaşı “mutlak savaş”a doğru iter, yani “sınırsız şiddet” kullanımına yöneltir. Böylece savaşan tarafların hepsini kapsayan karşılıklı bir eylem ortaya çıkar.
Politik amaç, “sınırsız şiddet” kullanımının gerisine çekilir ve yeniden göreve çağrılana kadar ortalıkta görünmez olur.
Politik amacın ikincil hale geldiği, kan ve şiddet ortamında görünmez olduğu böylesi zamanlarda sınırsız güç kullanımı ortaya çıkar. Bu güç, herhangi bir hedefle, amaçla ya da politik amaç tarafından belirlenen kurallarla sınırlandırılamaz. Her sınırsız ve kuralsız güç kullanımı, varolan düşmanlık duygusunu, nefreti ve kini daha da artırır. Böylece de mutlak savaşa, topyekün savaşa doğru hızla yol alınır. Savaşlarda ortaya çıkan katliamların gerçekliği de burada yatar.
Savaşla doğrudan ilişkisi olmayan, askeri gücün parçası ya da yardımcısı olarak faaliyet yürütmeyen insanlara, çocuklara, kadınlara, yaşlılara yönelik ve onların yaşamlarını yitirmelerine yol açan askeri eylemler, olağan savaş koşullarında “
savaş suçu” olarak kabul edilir. Doğal olarak bu askeri eyleme katılanlar, bu eylemi yönetenler ve bu eylem emrini verenler “
savaş suçlusu” olarak ilan edilir. Böyle olduğu için de, Cemil Bayık
Times’e verdiği röportajda “Mücadelenin bu aşamasında, gerillalarımıza yerine getirmeleri yönünde verilecek her emir,
meşru olacaktır.” sözleri, kendilerinin bir “savaş suçu” işlemediklerini (karşı tarafın, “Türkler”in askeri harekatı karşısında “meşru”) ve “savaş suçu” kabul edilecek bir askeri eylem talimatı vermediklerini (“meşru” bir eylemin talimatı da “meşru” olur) vurgulama gereği duymuştur. Çünkü “savaş suçları”nda eylemi gerçekleştirenlerden daha çok bu eylem emrini verenler suçlu kabul edilir.
Dünden bugüne fiili olarak “T.C.” (“Türkler”mi!?) ile PKK arasında bir savaş, askeri bir savaş gündemdedir. Ancak bu savaş, uluslararası planda kabul edilmiş bir savaş değildir. Bu nedenle de uluslararası “hukuk” çerçevesinde “savaş suçu” olarak kabul edilen bir durumdan söz edilemez. Ama işte tam bu nedenle de, ortadaki “savaşma durumu”, “meşru” bir devlet gücüne karşı “gayri nizami” bir savaş yürütülmesi olarak kabul edilir. Bu durumda da, ortaya çıkan “savaş suçu”, uluslararası savaş hukukunun değil, “terörizm”in bizatihi kendisi olarak görülür. Bu açıdan, PKK, “TAK” tarafından gerçekleştirilen eylemler nedeniyle “savaş suçu” işlememiş, bunun yerine “terörist eylemler” gerçekleştirerek sivil halkın ölümüne yol açmıştır denilir.
Savaşın politik amacını ikincil kılan “aşırı şiddet” eğilimi, yine politik amacın kendisi tarafından sınırlandırılabilir. Doğal olarak politik amaç, devrim yapmak olduğu koşullarda, “aşırı şiddet”, “sınırsız şiddet” denetime alınabilir.
Devrimci savaşın kuralları da bu amaçtan doğar. Hedefler ve düşmanlar net olarak tanımlanır. Bunun dışında kalan hedeflere ve insanlara yönelik her hareket dışlanır ve olumsuzlanır. Ama bu, devrimci savaşın, “düşmanlık duygusu” ve “düşmanlık niyeti” olmaksızın sürdürülebildiği anlamına gelmez. Devrimci savaş, aynı zamanda bir sınıf savaşıdır. Bu nedenle de, sınıfsal düşmanlık ve sınıf kini, devrimci savaşın da ana unsurlarındandır. Ama bu düşmanlık ve kin, karşı-sınıfın
tüm bireylerine yönelik bir düşmanlık ve kin değildir. Devrimci savaşta asıl güçlük de burada yatar. Bir tarafta sınıf düşmanları vardır; onların topyekün altedilmesi, iktidardan düşürülmesi ve yeni bir toplumun kurulması amaçlanır; diğer taraftan savaş gibi bir şiddet ortamında, karşı-sınıfın sınır tanımaz şiddeti karşısında sınıf kinini koruyabilmek gerekir. Sınıf düşmanlarına karşı sınıf kinini, tüm sınıf düşmanlarına, onların tüm bireylerine yönelik bir intikam ve öç alma duygusundan arındırabilmek devrimci savaşın en temel sorunlarından birisidir. Bu da, etkin bir sınıf bilinciyle olanaklıdır.
Hiç tartışmasız, savaşta öyle hedefler ortaya çıkar ki, bu hedeflere
mutlak insan kaybı vermeksizin ulaşmak olanaksızdır. Böylesi hedeflere yönelik askeri harekâtlar, bu harekâta katılanların
mutlak kaybı ile sonuçlanır. Ancak askeri tarihte böylesi askeri harekatlar “intihar eylemi” olarak kabul edilmezler. Bu yüzden, mutlak insan kaybına yol açacak olan bir askeri harekât savaş eyleminin bir parçasıdır.
DONANIMDA İLKELLİK,
EĞİTİMDE YETERSİZLİK
Lenin,
Ne Yapmalı?’da mücadelenin ilk aşamasında doğal ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan “ilkellik/amatörlük” konusunda şöyle yazar:
“Bu dönemde, tüm öğrenci gençliğin dikkatini marksizme yönelttiğini belirtmiştik. Elbette, bu öğrenciler, marksizmle sadece bir teori olarak değil, aynı zamanda “Ne yapmalı?” sorusunun yanıtı olarak, düşmana karşı savaşmak için bir çağrı olarak da ilgileniyorlardı. Ve bu yeni savaşçılar, şaşılacak ölçüde ilkel donanımla ve eğitimle savaşa girdiler. Çoğu durumda hemen hemen hiç donanımları yoktu ve kesinlikle eğitime sahip değillerdi. Onlar, sabanını bırakıp sadece sopalarla silahlanmış köylüler gibi savaşa girdiler.”
Lenin, sosyalist devrim mücadelesinden, proleter mücadelesinden, özcesi sınıf mücadelesinden söz eder. Bu yönüyle Lenin’in bu saptaması politik mücadeleye ilişkin bir saptamadır. Ancak savaş, politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) sürdürülmesi olduğundan, sınıf mücadelesinin er ya da geç bir savaşa, iç savaşa evrileceği gerçeğinden yola çıkıldığında, Lenin’in “ilkellik/amatörlük” konusundaki söyledikleri aynı zamanda savaş için de geçerlidir.
Lenin, savaşın, mücadelenin başlangıcında, “savaşçıların” ilkel donanımla ve eksik eğitimle işe başladıklarını yazar. Bu durumun “başlangıçta” ne denli doğal kabul edilirse edilsin, her durumda bunun aşılması gerektiğini kesin bir dille vurgular.
Devrimci savaşta, silahlı devrimci mücadelede, “başlangıçta”, donanımın (askeri donanım) ilkelliği ve eğitimin (hiç şüphesiz askeri eğitimin) yetersizliği kaçınılmaz bir durumdur. Latin-Amerika’daki gerilla hareketleri dışta bırakılırsa (ki bir bölümü doğrudan askeri isyanlara dayanır), ülkemizdeki silahlı mücadele “sivil savaşçılar” tarafından başlatılmıştır.
Bu ilk savaşçıların, sözcüğün gerçek anlamıyla, askeri bir eğitimleri mevcut değildi. İçlerinden bazıları “Filistin”e giderek askeri eğitim almış olmakla birlikte, bu eğitimin niteliği sanılanın çok daha ötesinde basitti. Dahası bu askeri eğitim, ne kadar gelişkin olursa olsun, hiçbir durumda şehir gerilla savaşını kapsamayan bir eğitimdi.
İlk savaşçılar, bir yandan kendilerine askeri malzeme bulmaya çalışırken, diğer yandan varolan askeri malzemelerle ilk eylemlerini gerçekleştirmişlerdir.
İlk eylemler, polis noktasına dinamit atılması (ki ülkenin her yerinde ve hatta balıkçılarda bile bulunur) ve tabancayla kurşunlanması biçiminde olmuştur. Ardından kamulaştırma eylemleri gelmiştir.
Kamulaştırma eylemleri, genellikle beş kişilik ve tabancayla donatılmış bir eylem grubu tarafından gerçekleştirilmiştir. Her durumda eylemin hızla gerçekleştirilmesi söz konusu olmuşsa da, olası bir müdahaleye, çatışmaya karşı bir koruma bulundurulmuştur.
Giderek askeri malzemeler tabancanın ötesine geçmeye başlamıştır. İlk askeri malzeme, orduda görevli subaylar tarafından sağlanan el bombaları olmuştur. Ordunun o dönemdeki geri donanımı doğal olarak ilk savaşçılar için bir avantaj olmakla birlikte, daha gelişkin donanım sağlamak açısından bir dezavantaj olmuştur.
Deyim yerindeyse, ilk savaşçılar, elde tabanca ve birkaç MKE yapımı el bombası ile savaşa girişmişlerdir. Bu savaşta, tutukluk yapan tabancalar ve
patlamayan el bombaları tipik bir olgudur. Örneğin, 13 Şubat 1972’de İstanbul/Levent’teki çatışmada Ulaş Bardakçı yoldaşın kullandığı el bombaları patlamamıştır.
Kızıldere’de devrim savaşçılarının ellerindeki malzemeler, daha sonraki yıllarla kıyaslandığında alabildiğine “ilkel” olarak kabul edilebilir.
Kızıldere’de, saplı savunma el bombaları, Amerikan savunma el bombaları, 10 adet tabanca, 3 adet Tomson, Mısır yapımı Port-Said ve İngiliz yapımı Sten makineli tabanca kullanılmıştır. Bütün bu otomatik/makineli tabancalar II. Paylaşım Savaşı dönemine ilişkin silahlardır.
Bu silahların dışında, değişik zamanlarda kullanılan, aynı döneme ilişkin Amerikan yapımı 100 metre menzilli 9 mm’lik M3 makineli tabancalar da ilk donanımın içinde yer almıştır.
Devrimci savaşın bu ilk aşamasında, bugün gerillanın olmaz-sa-olmaz silahı olarak kabul edilen Kalaşnikov’lar hiç yoktur.
Silahlı devrimci mücadelenin ilk kurşununun sıkılmasının üzerinden 45 yıl geçmiştir. Bu 45 yıl içinde devrimci mücadelenin yükselişi ve 12 Eylül askeri darbesiyle geriye çekilişi yaşanmıştır. Sadece 1975-80 döneminde iki bine yakın devrimci ya da devrimci sempatizanı faşist milisler ve resmi devlet güçleri tarafından katledilmişlerdir. Yine aynı dönemde değişik örgütler tarafından yüzlerce, hatta binlerce silahlı eylem gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar silahlı devrimci mücadele için, yaşam pahasına elde edilmiş dersler ortaya çıkarmıştır. Ama her durumda, silahlı devrimci mücadelede, kendi güçlerini koruma ve düşman güçlerini imha etme ilkesi egemen olmuştur.
Kimi eylemler “mükemmel” denilebilecek düzeyde planlı eylemler olurken, kimileri (ki çokluk) faşist milislere karşı yapılan ve neredeyse yerel düzeyde gerçekleşen eylemlerdir. Ancak silahlı devrimci mücadelenin örgütlü, merkezi ve stratejik boyutu, şehirlerin ağır bastığı bir
gerilla savaşına dayanmıştır.
Gerilla savaşı, örgütlü bir gücün, merkezi ve stratejik nitelikteki savaşıdır. Bu nedenle, her evresi ve her eylemi, stratejik plana, stratejik rotaya, kısacası devrim stratejisine uygun olmak zorundadır. Stratejik rotanın dışına çıkmaya zorlayan her güncel-somut gelişme, ancak stratejiye bağlılıkla aşılabilinir.
Evet, savaşın, devrimci savaşın, başlangıcında donanım fazla gelişkin değildir, askeri eğitim neredeyse hiç yoktur. Ancak savaş sürecinde, savaşçılar, gerek donanımlarını (teçhizat ve silah) geliştirirken, daha yetkin silahlar kullanmaya yönelirken, diğer yandan da askeri eğitim için pratik yollar bulmuşlardır. Yine bu savaş sürecinde, kır gerillasıyla bütünlenmeyen şehir gerillasının uzun süre varlığını sürdüremeyeceği de öğrenilmiştir. Devrimcilerin, savaşçıların yaşamları, düşmanın imha edilmesinden çok daha fazla değerli olduğu da bu savaş sürecinde temel ilke haline gelmiştir. Bir düşmanın (ki özel bir niteliği olmayan bir düşmanın) yok edilmesi, bir devrimcinin yaşamı pahasına olmamıştır. Bu da, devrimcilerin, silahlı eylem
sırasında fazlaca kayıp vermemelerini sağlamıştır. En büyük kayıplar, eylem
sonrasında yapılan polis ve asker operasyonlarında meydana gelmiştir.
Evet, silahlı devrimci mücadelenin değişik zamanlarında, tutukluk yapan silahlar, patlamayan bombalar olmuştur. Ama hiçbirinde, şöylesine bir gerekçe yaratılmaya çalışılmamıştır:
“Eylem anında (“Bayrampaşa’da çevik kuvvetin beynini taradılar” olarak açıklanan 3 Mart’ta gerçekleştirilen eylem kastediliyor) el bombalarının ikisi patlamamış, ama ikisi savaşçılarımız kuşatıldığında patladı. Bilmiyoruz neden patlamamış, o bombaları biz imal etmedik. Ama savaşma, direnme, haklılık, meşruluk, adalet, hesap sorma geleneğini biz yarattık. Biz yaptık. Silahımız yoktur, bulacağız. Bize kimse uçaklardan silah atmıyor. Bize kimse havaalanları kurup silah vermiyor. Ve kimse tarihin gözlerini kapatamaz. Bunların hepsi yaşanan gerçeklerdir.” (DHKC’nin 5 Mart 2016 tarihli 460 nolu açıklaması.)
Bu tür gerekçeler, hiç şüphesiz ajitatif söylemin bir parçası durumundadır. Ancak son dönemde aynı kesim tarafından üstlenilen tekil eylemler birden çoktur. Bu tekil eylemler, yani bir kişi tarafından gerçekleştirilen silahlı eylemler, her durumda eylemcinin yakalanmasına ya da öldürülmesine yok açmıştır. Vatan Caddesi’nde Emniyet Müdürlüğüne yönelik tek kişilik eylemde görüldüğü gibi, eylemi gerçekleştiren devrimci, kendisini koruyan başka kişi ya da kişilerin olmadığı bir konumda yaşamını yitirmiştir. Aynı biçimde, son Tunceli’de gerçekleştirilen tek kişilik eylemde de, aynı nedenlerle, eylemi gerçekleştiren devrimci yaşamını yitirmiştir.
Bu ve benzeri tekil, tek kişinin gerçekleştirdiği ve sonuçta eylemcinin yakalandığı ya da katledildiği eylemlerin neden böyle planlandığını
anlamak çok da olanaklı değildir. Çünkü bu tür eylem biçimleri, son tahlilde intihar eylemlerinden
farksız sonuçlar doğurmaktadır. Genel olarak silahlı devrimci mücadelenin tüm tarihine, özel olarak da kendi geçmiş eylemlerine temelden ters düşen bu tarz eylemlerin gerçekleştirilmesi anlaşılabilir bir şey değildir.
Burada bu tür eylemlerde kullanılan silahların çok eski oluşu, örneğin, 1968 yılına kadar üretilmiş olan Ceska Zbrojovka CZ 25 tipi makineli tabanca (yukarda sözünü ettiğimiz Amerikan yapımı M3 makineli tabancanın Çek versiyonudur) neredeyse “standart” bir silah olarak kullanılmıştır. “Bize kimse havadan silah atmıyor” denilerek, bu tür silahların kullanılmasının haklı gösterilmesini de anlayabilmek mümkün değildir.
Lenin’in belirttiği gibi, “ilkellik/amatörlük”, “... eğitim yoksunluğundan daha fazla bir şeyi kapsar; bu terim, genel olarak, devrimci çalışmada dar kapsamlılığı, bu kadar dar eylem temeli üzerinde iyi bir devrimciler örgütünün kurulamayacağını anlayamamayı, ve nihayet (ki bu en önemlisidir) bu darlığı haklı gösterme ve onu özel bir ‘teori’ durumuna yükseltmeyi, yani bu sorunda da kendiliğindenliğe böylece boyuneğmeyi ifade eder.” (
Ne Yapmalı?)
İşte uzak durulması gereken, bu ilkelliği/amatörlüğü “özel bir teori” durumuna yükseltmemek, yani başlı başına bir silahlı eylem tarzına dönüştürmemek ve yüceltmemektir.
Eğer “eylem öğretiyor” deniliyorsa, bu tekil eylemlerden de dersler çıkartılması gerekir. Nasıl ki, bir dönem “intihar eylemleri” aynı örgütsel yapı tarafından “feda eylemleri” tanımıyla bir eylem tarzı olarak sunulmuşsa, bugün de bu tekil eylemler aynı biçimde gündeme getirilmektedir.
Hiç kuşkusuz, burada bir silahlı örgütün hangi biçimde eylemler yapması gerektiğine ilişkin “ahkam kesmek”, “akıl vermek” bizim işimiz değildir. Bizim sözümüz, bu tür eylem biçimlerinin ortaya çıkardığı yanlış anlayışlardır. Ajitatif söylemlerle bu yanlış anlayışın üstü örtülemez, örtülmemelidir.
Şunu da belirtelim ki, silahlı devrimci mücadelenin donanımının ilkelliği ve eğitimsizliği (amatörlük) ile PKK’nin elindeki gelişkin silahlar ve sayısız askeri eğitim kampları birbirleriyle kıyaslanamaz. Bu elma ile armutu toplamanın ötesinde bir yanlışlıktır. PKK, değişik biçimlerde ve değişik amaçlarla içine girdiği “ittifak/işbirliği” ilişkileri aracılığıyla gelişkin silahlara sahip olmuştur. Ancak ne kadar çok ve gelişkin silaha sahip olursa olsun, her durumda bu silahları “çözüm süreci” türünden bir anlayışın çerçevesi içinde kullanmıştır, kullanmaktadır. Herşeyden önce, PKK’nin
devrim diye bir sorunu yoktur. Bu nedenle, yanlış bir çizgide ve anlayışta da olsa devrim için yola çıkanlar ile devrim diye sorunu olmayanlar kıyaslanamazlar.
Son olarak, bir kez daha vurgulayalım ki, silahlı devrimci mücadele belli
kurallara bağlıdır. Bu kurallar, genel olarak silahlı devrimci mücadeleyi, özel olarak gerilla savaşını terörizmden kesinkes ayırır. Mahir yoldaşın sözleriyle, silahlı devrimci mücadele, “
bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır”. Bu farklılık, haklı savaşı haksız savaştan ayıran farklılıktır.
Dipnot
[1*] DS, henüz DHKP-C olarak adını değiştirmediği zamanlarda şöyle bir anlayışı savunuyordu:
“Toplu imhaya yönelik saldırılar, verdirilen ağır kayıplar, kışla ve karakol baskınları ve intihar eylemleri düşmanı derinden etkiler... düşman saflarına yönelik intihar eylemi sadece romanlarda yaşanmış/yaşanacak şeyler değildir...” (Mücadele, Sayı 24, 12 Aralık 1992.) DHKC olarak bir “intihar eylemi”nden sonra yayınladıkları 302 Nolu açıklamada şunları söyler: “Feda eylemleri halkların bu zorbalık karşısında geliştirdiği bir ‘ölme’ biçimidir. Feda, halkların yaşama ve yaşatma eylemidir.”