1 Kasım seçimlerinde AKP’nin (ve doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın) “hiç beklenmedik” biçimde 2011 seçimleri düzeyinde oy alması (%49,5) solda ve sol kitlede tam anlamıyla bir “şok” etkisi yarattı. 7 Haziran seçimleriyle “zirve” yapan moraller tarihin en alt düzeyine inerken, genel bir halsizlik, umutsuzluk ve amaçsızlık hali ortaya çıktı. Bu durum, genelde, siyasal bir boşluğa yol açtı. Bu durum karşısında legalist sol, bir yandan kendi içsel “şok”larını atlatmaya çalışırken, diğer yandan bu boşluğun kendi saflarında yarattığı sonuçları gidermenin çaresini aramaya koyuldu.
Legalist solun gözdesi ve gözbebeği SİP-TKP’nin KP’si, yani Okuyan-Güler ikilisi, 1 Kasım seçimlerinde “oylarını en çok artıran parti” olmakla birlikte, olağanüstü “mütevazi” oldukları için bununla “övünmek” ve bunun “ajiitasyonunu çekmek” durumunda değillerdi. Söylemlerine bakıldığında da 1 Kasım sonuçlarından “şok” olmuş gibi de görünmüyorlardı. Kendilerinin “hiç bir zaman” seçimlerden bir şey beklemediklerini, “seçimle” sosyalist devrim olacağını söylemediklerini yineleyip durdular. Bir seçim daha geçmişti, seçim sonuçları o kadar da “önemli” değildi, artık kendi işlerine “bak”manın zamanı gelmişti!
1 Kasım seçimlerinden yaklaşık üç hafta sonra SİP-TKP’nin KP’sinin “önde gelen”lerinden sayılabilecek Mesut Odman, seçimlerden ve seçim sonuçlarından hiç söz etmeden, “yekten” şöyle yazıyordu:
“Ne olursa olsun, aldırmamalı, değil. Ne olursa olsun, işimize bakmalı. Hiç aldırmadan, hiç takmadan olmaz; o zaman işimizi iyi yapamayız. Kavrayıp yerli yerine oturtacak kadar taktıktan sonra, hak ettiğinden bir saat bile fazla süre harcamadan, hemen işimize dönmeli, oraya yoğunlaşmalıyız.” (27 Kasım 2015, Solportal.)
Hatta “manipülasyondan oluşan” “seçim oyunu”ndan bile söz ediyordu, ama bu manipüle edilmiş “seçim oyunu”na neden katıldıklarına ilişkin de tek bir sözcük bile etmiyordu.
“Sözün gelişi, gerçekleşme süreci de sonucu da üç aşağı yukarı belli ve tepeden tırnağa manipülasyondan oluşan bir seçim oyunu mu sahneleniyor; sandığımızdan çok daha değerli emek zamanımıza değmez, mümkün olan en az süreyi ayırıp hemen işimizin başına dönmeliyiz.” (aynı yer)
Ve “iş”i de, aynı yazar tarafından, “partileme”, yani partilerine yeni kadrolar bulma “işi” olarak ilan ediliyordu.
1 Kasım’da oylarını “en çok artırmış” ve “şok”tan etkilenmemiş görüntü veren “parti”nin bir (hatta baş) şefi, daha birkaç zaman öncesine kadar “soldan emekli” olma halleri içindeyken (ve bu nedenle yazılarını seyrekleştirmişken), birden yepyeni bir “köşe yazarı” edasıyla kendi yayınlarında ve “portal”larında (neredeyse) günlük yazılarla boy gösterdi.
Bu yepyeni “günlük” “köşe yazarı”, herhangi bir gazetenin köşe yazarı gibi, hemen her konuda kalemini konuşturmaya başladı. Ne de olsa doğa boşluk kabul etmezdi! İnsanlar şoka girmişken, toplumsal muhalefet darmadağın olmuşken, insanlar boşluğa düşmüşken, onları “hayatın olağan akışına” bırakmak olmazdı. “Sultanahmet’te bomba değil kanalizasyon patladı”, Biden geldi, Koç öldü, dava düştü, demokrasi kurtuldu”, “Badem sever Mustafa Koç mu, Tayyip sever Mustafa Koç mu?”, “Ya keçi boynuzu ya sosyalizm” vs. başlıklar altında popüler bir “köşe” yazarı gibi, aklına gelen her konuda ve alanda yazmaya koyuldu.
SİP-TKP’nin HTKP’si de “kökdaşı”ndan farklı değildi. Söylemsel düzeyde 1 Kasım sonuçlarından etkilenmemiş görünen bu kesim, ortaya çıkan boşluğu “soldan tekaüt” biri tarafından başlatılan “strateji” tartışmalarıyla kapatma yoluna girdi.
“Üçüncüsü, tarihi, sosyolojisi, kültürüyle ülke somutluğundan hareket eden “Türkiye özgülünde devrim stratejisi” diyebileceğimiz sorunsaldır. Bu sorunsalları hakkıyla çalışıp tartışmak, önümüzdeki zor döneme hazırlık açısından ufuk açıcı olacaktır. (Haluk Yurtsever, 8 Aralık 2015.)
Onca yıl “Türkiye özgülünde devrim stratejisi” olmaksızın “komünistlik” yapmış birileri için bu sözler hiç de yenilir yutulur olamazdı. Öyle de oldu. Böylesine bir “strateji” tartışmasıyla boşluğu doldurma girişiminin “bölücü” olduğuna hemfikir olunmasıyla birlikte “strateji” tartışmaları da kesildi. Onun yerini, tıpkı K. Okuyan’ın yaptığı gibi her konuda ahkam kesen günlük yazılar aldı.
Sonuçta SİP-TKP’sinin “iki karpuz yarısı” bir noktada buluşmuş görünüyor. Ne de olsa aynı aklın yolu birdir! Birinin ötekinden hiç de farklı olmadığı ortadadır.
Legalizmin ikinci ana damarı denilebilecek olan eskimiş DY’lilerin başında yer aldığı ÖDP ise, 1 Kasım seçim sonuçlarının yarattığı “şok”u atlatmanın yolu olarak “sessizlik”i seçti. Fazlaca ortalıkta görünmeyerek, bildik bilmedik her konuda bir şeyler söyleyip dikkatleri üzerlerine çekmeyerek, deyim yerindeyse, geçiştirmeye çalıştı. Zaten “Haziran Hareketi”yle başlattıkları “birlik-beraberlik-kardeşlik” denilebilecek “proje”den hırpalanmış ve halsiz olarak çıkmışlardı. Bu halleriyle ortalığa çıkmak pek de akıl kârı iş değildi! Öyle de yaptılar.
“Diğerleri”, HDP “bileşenleri”ni oluşturan “teferruat” ise, HDP’nin HDP olarak içine düştüğü çaresizlikten nasiplerini aldılar. “Beyin” darmadağın olmuştu. Neyin neden yapıldığı, neden söylendiği, ne yapılmak istendiği vs.ler bilinemez ve yanıtlanamaz hale gelmişti. Bu yüzden kendilerini HDP’nin engin ve narin kollarına bırakarak boşlukta yüzmeyi yeğlediler.
Böylece 1 Kasım seçimleri ve ardından gelen “kış melankolisi” şu ya da bu biçimde geçiştirilmeye çalışılırken, keskin söylemler bir yana bırakılmadı. Örneğin Aydemir Güler “Kürt sorunu”na ilişkin “son gelişmeleri” “değer”lendirirken bu keskinliğin en tipik örneğini ortaya koyuyordu:
“Şimdi kanın duralaması için bu ikili arasındaki rekabetin denge noktasının oluşmasını bekliyoruz, anlaşılan. Ne kadar bekleriz, bilinmez. Daha doğrusu kim bekler, bizi ilgilendirmez. Şurası kesin ki,
biz bekleyemeyiz.” (italikler bize ait) Aydemir Güler, 4 Şubat
Bu keskin söylem karşısında ne denilebilir ki? Ateş olsanız, cürmünüz kadar yer yakarsınız!