1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç ay geçti. “Sol”un, –isterseniz “Türkiye solu” diyebilirsiniz– “kış sezonu”na, 1 Kasım seçimlerinin “beklenmedik” sonuçları karşısında içine girdiği şaşkınlık, kaygı, apolitikleşme (depolitizasyon), “bu millet adam olmaz” içtepisi, (Ankara katliamının yaratmış olduğu) korkuyla tam bir pasifizme ve hatta yer yer, kesim kesim teslimiyetçiliğe dönüştü.
Bir açıdan “kış sezonu pasifizmi”, “sol”un geleneksel ve kronik legalizm hastalığının neredeyse “klasik” özelliğidir. Hemen her kış, günler kısalıp geceler uzayınca, havalar soğuyunca ortaya çıkan içe kapanıklık (melankoli) ve (artık ülkemizde vaka-i adiyeden olan) depresyon “sol”u bütünüyle pençesine alır.
Kısa kış günleri, kısa süren birkaç panel, sanatsal etkinlik vb. dışında “kitlesel” denilebilecek hiçbir etkinliğin yapılmadığı, herkesin evine kapandığı, “melankoli”nin bireysel düzeyde görünür olduğu, karamsarlığın, kaygının ve korkunun egemenliğinde bir “psikolojik” ortamda yaşanır. Böyle bir ortamda (hazır günler kısalmışken) kitle mücadelesi ve kitle eylemleri neredeyse hiç gündeme gelmez, daha da önemlisi, kitle mücadelesi ve eylemlerine yönelik çağrılar bile ortalıkta görünmez.
Bu durum, yaz geldiğinde “sol”un tümüyle tatile çıkması gibi, ülkemiz solunun dönemsel hareketsizliğinin (ya da kış ile yaz arasında kalan ilk ve son bahar günlerine denk düşen dönemsel hareketliliğinin) “olağan”, “alışılagelen” halidir.
Böylece “sol” ya da toplumsal mücadele, kış aylarında eve kapanır, yaz aylarında tatile gider. Bu neredeyse “tarihsel” (“makus” bir tarih) diyebileceğimiz bir olgudur.
Bu olgu, devrimin “ne zaman olacağı”nı düşünenler (ya da hesaplayanlar) ile devrimin nasıl yapılacağını düşünen ve bu yönde hareket eden devrimciler arasında gerçek bir farklılığın görünür olduğu bir durumun ifadesidir.
Birinciler, yani devrimin “olacağı”nı düşünen ve Godot’yu bekler gibi devrimin olacağı “günü” beklerler. Bireysel ve tekil düzeyde her biri birer Oblomov’durlar. Oblomov’un hırkası (sabahlığı) ve puflu terlikleriyle Godot’yu (“devrimi”) beklemek ve beklerken “devrim”e ve “devrimden sonra”sına ilişkin bolca konuşmak bu kesimlerin tipik özelliğidir.
Çok düşündüklerinden ve çokça konuştuklarından, “kış günleri”, bu alanlarda onların en “üretken” oldukları zamanlardır. Kendi bireysellikleriyle başbaşa kalabildikleri, “kitle” eylemleri ile kendi dünyalarından uzaklaştırılmadıkları bu “kış günleri”, onların pasifist ideolojileriyle, “risk”siz ya da “riskler”i (özellikle çatışmak, ölmek, tutuklanmak ve hatta “psikolojik” bile olsa işkence görmek gibi bireysel “risk”leri) en aza indirilmiş siyasal görüşleriyle ve siyasal tutumlarıyla tam bir uyum içindedir.
Devrimin, er ya da geç “olacağına” inandıklarından, devrimin “olabilmesi” için üstlerine düşen “herşeyi” (elbette “risksiz”) yapmaya da hazırdırlar. Ne de olsa devrim, kendisinin “olması”nı sağlayan “nesnel süreçlerin nesnel bir sonucu”dur. Öznel çabalar ya da katkılar, olsa olsa bu “nesnel”liğin koşulları altında ve içinde bir işleve sahiptir. Bu nedenle de “devrimci demokratlar” gibi, “goşistler” gibi, “anarşistler” gibi, silahlı mücadeleyi benimsemiş devrimciler gibi, “ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi” pervasızlığına “asla ve kat’â” sahip değillerdir.
Zaten nesnel koşullar olgunlaştığında “olacak” olanı hiçbir “güç” önleyemeyeceğinden, bu nesnel koşulların olgunlaşacağı günü iple çekerler. Ama “ip”, ya “uzun”dur ya da kör yumak olmuştur. Bu nedenle de “o güne” ulaşamazlar.
“Sol”daki, daha tam ifadeyle, legalist (yasalcı, mevcut düzenin mevcut yasalarının sınırları içinde hareket eden) soldaki “kış sendromu”, kitle mücadelelerinde tam bir ataletle, durgunlukla, hareketsizlikle ve gelişen siyasal olaylara karşı tam bir duyarsızlıkla nitelenebilir.
İlkbahar aylarında sığınaklardan çıkan, sonbaharın son aylarında yeniden sığınaklarına giren “kırsaldaki gerillalar”ın neredeyse kentsel izdüşümüdürler. Bu tür “gerillalar” yoğun kış günlerinde sığınaklarından çıkamadıkları gibi, bunlar da kentlerdeki evlerinden (birkaç sanat etkinliği, sergi, panel vb. dışında) dışarı çıkmazlar.
Böylesi bir “kış” olgusunun olduğu bir ülkede, toplumsal ve siyasal süreçler de bu durumla uyumlu gibi görünür. “Siyaset”, “parlamenter siyaset”, Aralık ayındaki “yoğun bütçe görüşmeleri”nin ardından tam bir “kış uykusu”na girer. “Sol siyaset”in “kış uykusu” ile “parlamenter siyaset”in “kış uykusu” eşzamanlı (senkronize) olarak birbirini destekler ve birbiriyle “uyum”ludurlar. Uzun ve kasvetli “kış geceleri”nde besiye çekilirler, yağlanırlar.
Ama bir de “ötekiler” vardır. Devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu bilen bu “ötekiler”, yazın sıcağına, kışın soğuğuna aldırmaksızın devrim için ellerinden geleni, üstlerine düşeni yapmaya çalışırlar. “Yaz”a ve kış”a aldırmaksızın mücadele ederler, savaşırlar, vururlar ve vurulurlar. Pek çok devrimci kışın tam ortasında savaşarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Onların kitabında “durmak”, “ara vermek”, “tatil yapmak” vb. şeyler yoktur. Tek yapmak istedikleri şey devrimdir ve devrim yapmak için de yapamayacakları şey yoktur.
İşte “geleneksel sol”un bu iki tarafı tam bir kutupsallık içindedir. Birisi “kış” günlerini, deyim yerindeyse, uyuklayarak geçirirken, diğeri (ya da “öteki”) uyumak zorunda kaldığı her saat için, her dakika için hayıflanır.
Evet, 1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç ay geçti.
1 Kasım’da hiç kimse AKP’nin “açıkara” seçimi alacağını beklemediğinden, AKP’nin bir kez daha %49 düzeyinde oy alması özellikle ilerici, demokrat ve solcu kesimler için tam anlamıyla bir “sürpriz” oldu ve “şok” etkisi yarattı. Bir kez daha başlar eğildi, bir kez daha moraller çöktü, bir kez daha umutlar tüketildi, bir kez daha karamsarlık baş gösterdi. Kimsenin ağzını “bıçak” açmıyordu. “Şok” öylesine şiddetli oldu ki, en radikal “seçim boykotçusu” kesimler bile onun şiddetinden uzak kalamadılar.
Kendilerini PKK/HDP çizgisinde konumlandırmış olanların, PKK/HDP tarafından gelecek “işaret”i bekleyenlerin, her fırsatta “silah”tan, “silahlı mücadele”den söz edenlerin bile nutku tutuldu. Bütün varlıklarını legal örgütlenmelerine, legal faaliyetlerine bağlamış olan kesimler gibi “şok”u atlatabilmek için “zaman”a ihtiyaç duyar hale geldiler. Ne de olsa, “zaman en iyi ilaçtı”!
İşte böylesi bir ortamda PKK’nin “hendek savaşları” (“silahlı isyan” vb.) ülkenin baş gündem maddelerinden birisi olarak “kış” günlerine damgasını vurdu.
Aylardır sürüp giden “sokağa çıkma yasakları”, sokak çatışmaları, ölümler vb. olaylar dizisi, “sol”un tam da “seçim şoku”nu “zaman”a yayarak geçiştirmeye çalıştığı günlere denk geldi.
Recep Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinde elde ettiği “zafer”in yarattığı “özgüven patlaması” içinde devletin tüm güçleriyle Kürt kentlerine saldırırken, bombalanmış, kurşunlanmış, delik-deşik olmuş evlerin görüntüsü insanları “bir şey yapma”ya zorlarken, “sol”, legalist sol, öylesine “izleyici” konumunda kalakalmıştır.
Hiç tartışmasız, PKK’nin “hendek savaşları”yla “ne yapmak istediği”nin belirsizliği, onlarca yıllık pragmatizmi ve “araçsallaştırma” politikasıyla birleşerek, insanları kararsızlığa yöneltmiştir.
Devletin yoğun saldırısı karşısında yaşananlar (mağduriyetler, zorla göç etmeler vb.), bir yandan insanları (“sol” “kış sezonu”na girdiği için örgütler değil, tekil insanlar söz konusudur) “bir şey yapılması gerektiği” düşüncesine yöneltirken, 1 Kasım “şoku” altında “nasıl bir şey” yapılabileceği boşlukta kalmıştır. 1.100 “akademisyen”in imzaladığı “suça ortak olmayacağız” bildirisi böyle bir boşlukta ortaya çıkmış “klasik” “bir şey” olurken, bildirinin ardından akademisyenlere yönelik operasyonlar tam bir örgütsüzlük ve dağınıklık halini ortaya koymuştur.
Bugün, daha tam ifadeyle, 22 Temmuz’dan bugüne kadar, PKK, “hendek savaşları”nı olanca gücüyle sürdürürken, “devlet”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam”lığıyla özdeşleşen devlet, olanca ve olabildiğince gücüyle (tankıyla, topuyla) saldırısını sürdürmektedir.
Görüntüler, iç savaştan daha çok “kent savaşı” görüntüleridir.
1 Kasım sonrasının “hendek” ve “barikat” görüntüleri, giderek yıkılmış, bombalanmış, kurşunlanmış kent görüntülerine dönüşmüştür.
Bu görüntüler arasında, “Batı”ya, yani Türkiye’nin batısına tam bir “izleyicilik” egemen olurken, neo-liberal solcular başta olmak üzere pek çok kesimde PKK’nin bu kent savaşlarıyla “nereye” varmak istediği tartışılır hale gelmiştir.
Legalizm, yani yasalcılığın neredeyse “tek siyaset yolu” olarak hükümranlık kurduğu ve hatta bunun sadece “seçimler” boyutuyla ele alındığı “sol” da, bu tartışmalara bir biçimde dahil olmuştur. Ama en temel sorunlardan birisi, soldaki legalizm ve bunun pasifizmi (ve de teslimiyetçiliği) olurken, ikincisi, legalistleri desteklemeyen kesimlerde bile egemen olan PKK’nin “çizgisi”ne duyulan güvensizliktir.
PKK, 90’lı yıllardan itibaren, sözcüğün tam anlamıyla pragmatist bir hareket haline dönüşmüştür. “İlkesel” denilebilecek neyi varsa, hepsi pragmatizme kurban edilebilmektedir, edilmiştir. Daha dün “çözüm sürecinden”, “müzakere”den, “Eşme ruhu”ndan söz edilirken, bugün “sonuna kadar savaş” sloganları atılabilmektedir. PKK pragmatizmi, son yayınlanan “İmralı Tutanakları” kitabında çok açık biçimde sergilenmektedir.[1*] “Devlet”le, devletin istihbarat örgütüyle (MİT), dahası istihbarat şefiyle içli dışlı olan, iltifatlar yağdıran bir siyasal hareketin, legalist de olsa kendisinin belli “ilkelere” sahip olduğunu düşünen “sol”un “ortak payda” bulabilmesinin koşulları neredeyse yok gibidir.
İster kendilerini PKK/HDP çizgisinde konumlandırmış olsunlar (kendilerini bu çizgiyle özdeşleştirenler dışında), ister bu konumlanmanın dışında yer alsınlar ya da almış görünsünler, PKK pragmatizmi ile “sol”un oportünist “ilkeleri” arasında kesin bir karşıtlık vardır. Pragmatizmin (ilkesizliğin) oportünizmi ile oportünizmin pragmatizminin (ilkesizliğinin) böylesine bir karşıtlık içine girmesi, bir tarafın (PKK) silahlı güçlere dayanması, diğer tarafın ise tümüyle “seçimlere”, “sandığa” bağlı olmasından kaynaklanmaktadır.
“Silah” ile “demokrasi” (elbette varolmayan, ama varmış gibi yapılan “demokrasi”), “silahlı mücadele” ile “demokratik mücadele”, legal ve illegal mücadele biçimlerinin “birlikte” yürütülmesi gibi bir “uyumluluk” göstermez. Her durumda bunlardan birisi temel, diğeri tali, yani ikincil olmak durumundadır. Süreç olarak da (stratejik düzeyde) temel olan, taktik düzeyde tali (ikincil) olabilse de, uzun dönemde her zaman temel olmayı sürdürür. Sorunlar da bu boyutlarda ortaya çıkmaktadır.
PKK açısından “silahlı mücadele” ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşı, süreç olarak, stratejik düzeyde temeldir (altını çizelim ki, PKK’nin silahlı mücadeleyi, gerilla savaşını “temel” alması, “temel mücadele biçimi” olarak tanımlanamaz). HDP gibi legal yollar sadece bu “temel” içinde ve arasında yer alan “taktik” denilebilecek “açılımlar” olarak ortaya çıkmaktadır. “Temel” hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda ikincil hale getirilmemektedir. PKK’nin varlık koşulu, kitle içindeki gücünün kaynağı, her durumda bu “temel”e bağlıdır.
“Çözüm süreci” denilen, sonuçta AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “seçim taktikleri”nin bir aracı olan “görüşmeler”, bu “temel” noktasında “çıkmaza” girmiştir.
İkinci bir sorun da budur.
A. Öcalan’ın meşhur “Newroz” açıklamasında “silahlı mücadele dönemi sona ermiştir” denilmişse de, bunun nasıl olacağı belirsizlik içinde bırakılmıştır. Tıpkı “devlet”le “görüşme/müzakere” yoluyla “demokratik özerklik”in sağlanması ile “tek taraflı” “demokratik özerklik” ilanlarının yarattığı belirsizlik gibi.
Ortada bir “niyet” (belki de “iyiniyet”) beyanı vardır: Devletle (ki bu “T.C. devleti” olmaktadır) “karşılıklı görüşüp anlaşarak” “barış”ın tesisi ve bu yolla “demokratik özerklik”in “elde edilmesi”.
“Devlet” ve de büyük çoğunluk bu “niyet”e kuşkuyla bakmaktadır. Kuşkunun kaynağı, “Bağımsız Kürdistan”ın kurulmasının nesnel koşulları yokken, bu yolla oluşturulacak “demokratik özerklik”in bir “ara aşama” ya da “geçiş aşaması” olup olmayacağıdır. Bir başka ifadeyle, “görüşmeler” yoluyla oluşturulacak “demokratik özerklik”in, uygun bir uluslararası konjonktürde “bağımsızlık” ilanına zemin hazırlayıp hazırlamayacağıdır.
Bu kuşku, özellikle küçük-burjuva eğitim görmüş kesimlerde zaman zaman yoğunlaşmaktadır. Bu kuşku, açık ve net biçimde ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrı devlet kurma hakkı tanınmadan, sanki tanınmasına da gerek yokmuşçasına, “özerklik”le yetinileceği söyleminin yarattığı bir kuşkudur.
Dahası uluslararası “konjonktür”ün taraflar için “lehte” olduğu düşünüldüğünde (ki bu sadece bir taraf için geçerlidir, birisi için “lehte” olan durum, diğeri için “aleyhte”dir), taraflar çok kolaylıkla “görüşmeleri” (ki buna “pazarlık” demek daha doğrudur) kesebilmekte ya da daha üst taleplere yönelebilmektedir.
Ve uluslararası “konjonktür”, bir yandan Suriye üzerinden PKK lehine görünürken, diğer yandan Suriye-Irak (özellikle Musul) üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’dan yana dönüşmeye başlamıştır. Suriyeli sığınmacılar sorunu nedeniyle AB’nin, özellikle de Almanya’nın “kerhen” desteğini alan ve böylece “Gezi Direnişi” sonrasında yitirdiği “prestiji” (“kerhen” de olsa) yeniden kazanan Recep Tayyip Erdoğan, Suudilerin himayesinde ve finansatörlüğünde “islam ordusu” peşinde koşarken, Amerikan emperyalizminin kendisine “elimahkum” olduğunu (IŞİD ve Musul üzerinden İncirlik Üssü) gördüğü andan itibaren “çözüm süreci”ni kolayca bir yana itebilmiştir.
Seçimlerde aldığı %49 oy oranıyla 2011 yılındaki “gücü”ne yeniden kavuşan Recep Tayyip Erdoğan, tefeci-tüccar sınıfsal kökeninin ve şeriatçı ideolojisinin ürünü olan “takiyye” yerine “savaş”a girişmiştir. 2010 “anayasa referandumu”ndan 1 Kasım seçimlerine kadar “analar ağlamasın” takiyyesini kullanan Recep Tayyip Erdoğan, şimdi “savaş” naraları atmaktadır.
Bu gelişme karşısında Kürt ulusal hareketi (PKK’nin tüm pragmatizmine karşın) “savaşa savaşla” yanıt vermekten başka bir seçenek bulamamıştır.
Şimdi mevcut “resme”, yani olaylara ve olgulara bir bütün olarak bakalım.
Bir yandan “sol”un ve sol kitlenin yaşadığı “1 Kasım şoku” ve “kış sezonu”, ardından PKK’nin tutarsızlığı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “takiyyeciliği” (bunların peşi sıra “Suriye”deki gelişmeler (Rusya olgusu) ve Suudilerle “haşır-neşir” olma durumu) karşısında kitlelerde ve “sol”da “yaprak” bile kımıldamamaktadır. Sur’da, Cizre’de vb. ortaya çıkan çatışmalar ve bunların “trajik” görüntüleri karşısında “bir” şey yapmak isteyenler de, ne yapacaklarını bilememektedirler.
Hiç tartışmasız, devrimciler, “hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermek”le (Lenin) yükümlüdürler.[2*] Devrimcilerin tepkisi, “baskı, zor ve suistimale” uğrayan kesimlerin o andaki temsilcisinin kim olduğuna bakmaksızın ortaya koymaları gereken bir tepkidir. Bu tepkilerini, “gadre” uğrayan kesimlerin o andaki temsilcilerinin istediği yönde ve biçimde değil, kendi gücüne ve stratejik çizgisine uygun olarak ortaya koymak durumundadırlar. Hiç şüphesiz bu tepki, kendi (küçük de olsa) fiziki varlığını ortadan kaldıracak boyutta ve nitelikte olmayacaktır. Yaşanılanlar böylesi bir boyutta tepki göstermeyi öngerektirmemektedir. Özellikle “hareketin temsilcisi” konumunda olan PKK’nin kendi fiziki ve maddi varlığını tümüyle ortaya koymadığı bir “çizgi” izlediği bir süreçte böylesi bir tepki yanlış ve aldatıcı olacaktır. Yaşanılanlar bir iç savaş değil, “örgütlü zor güçleri”nin karşılıklı eylemidir, bir çeşit boy ölçüşmesidir.
Devrimcilerin tepkisi, alışageldikleri türden “eylemlilik”le de sınırlanamaz. Özellikle ulusal ve uluslararası gelişmeleri gözönüne almayan kendine özgü “eylem programını” izlemekle yetinmek de tepkisizlikle özdeştir. Devrimcilerin eylemleri, amaç ve biçim olarak farklı olmak zorundadır. Amaç, sadece eylem üzerine yapılan açıklamada ortaya konan sözelliğin ötesinde, bizatihi eylemin kendisinde maddeleşmelidir. Biçim ise, daha ilk andan itibaren eylemin devrimci niteliğini ortaya koyacak biçimde olmalıdır.
Bugün Kürt kentlerinin bir bölümünde süregiden “hendek savaşı”nda PKK’nin askeri tırmanma politikası “özenli” ve “ılımlı”dır. Bir başka ifadeyle, PKK, “hendek savaşı”nı en üst boyuta tırmandırmamaktadır. Bu açıdan “hendek savaşı”, sınırlı ve sınırlandırılmış bir alanda, tam olarak bilinemese de “sınırlı amaçlarla” yürütülen bir “güç gösterisi” özelliğine sahiptir. Böylesi bir durumda devrimcilerin tepkisi, kendi stratejik çizgilerinin gereğine uygun olmaktan öte, savaşı, “savaşı yürüten gücün” ötesine taşımak da olamaz.
PKK, ister Amerikan emperyalizminin “telkini”yle olsun, ister pragmatizminin ürünü olsun, her durumda “savaş/çatışma” çizgisini değiştirebilme özelliğine sahiptir. Böylesi değişkenlik içinde devrimciler “savaşın” trajik görüntüleriyle hareket etmemek zorundadırlar. “Akademisyenler Bildirisi”nde görüldüğü gibi, en keskin söylemle kaleme alınmış bir “manifesto” bile sahipsiz, kimsesiz kalabilmektedir.
Daha da önemlisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatoryası karşısında “Gezi Direnişi” türünden kitlesel protesto eylemlerinin karşı karşıya olduğu zor ve şiddettir. Kitlesel protesto eylemleri sadece devletin resmi zor güçlerinin açık zor kullanımı tehdidi altında değildir. Suruç’ta, Ankara katliamında (ve hatta Paris, Sultanahmet katliamlarında) olduğu gibi “devlet dışı” olan, ama devletin denetiminde olan güçlerin saldırılarıyla da yüzyüzedir. Kitlelerin böylesi bir saldırı kaygısı ve korkusu taşıdıkları bir zamanda kitlesel protesto eylemlerine yönelik çağrılar da sözde kalmaktan öteye geçmeyecektir.
Recep Tayyip Erdoğan ve “danışmanlar ordusu”nun oluşturduğu “militan” ve tetikçi çevresi kendilerini “güvenlikli bölge” olarak gördükleri “saray”a kapatarak her türlü “terör”den uzak kaldıkları ve kendilerine hiçbir biçimde ulaşamayacağı düşüncesiyle hareket etmektedirler. Gerek Recep Tayyip Erdoğan’ın, gerekse “yakın çevresi”nin yüzlerce korumayla çevrelenmiş olması, ne kadar korktuklarının dışa vurmasıdır.
Ankara katliamında görüldüğü gibi, pervasız bir biçimde kitlelere, özellikle de legalist sol çevrelere saldırabilmektedir. Onlar için “terör” basit bir araçtır. İstedikleri zaman ve istedikleri yerde katliam yapabilecek (ve elbette “terörist” denilmesinden hiç çekinmeyen) “terör araçları”na sahiptirler. Bu nedenle kitleleri “terör”le tehdit edebilmektedirler. Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm iç savaş planları da bu “terör”e ve bu “terör”ün yaratacağı korku ve yılgınlığa endekslenmiştir. Onlar için oyların %50’sini almak çok fazla önemli değildir. Kendileri için önemli olan ve kendilerini korkutan, oranı yüzde kaç olursa olsun, toplumsal muhalefettir. Çokluk örgütsüz olan, ama “örgütlü” olduğu yerde de tümüyle legalistlerin fiili ve ideolojik yönetimi altında bulunan toplumsal muhalefet “islami terör”le kolayca sindirilebilmektedir.
“İslami terör” tehdidi altındaki toplumsal muhalefeti, “sözle”, ajitasyonla, trajik görüntülerin eşliğinde yürütülen “humanist” söylemlerle harekete geçirmek, en azından pasifize olmasını engellemek olanaksızdır.
“İslami terör”, sadece IŞİD’in kullandığı bir araç değildir. Tarihsel olarak islamiyetin bizatihi kendisi “terör” yoluyla var olabilmiştir. “Terör”, her türden “radikal islamcılık”ın en önemli silahıdır.
Bu “terör” tehdidine ve “terör”e karşı yapılabilecek tek şey, kitlelerin bu “islami terör”e karşı örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesidir.
Türkiye sol hareketi ve toplumsal muhalefet, tarihte pek çok kez “terör” saldırılarına maruz kalmıştır. Yakın dönemde MHP’li faşist-milislerin kitlelere yönelik “terör” eylemleri en yaygın olanıdır. Kitle ulaşım araçlarından kahvanelere kadar kitlelerin bulunduğu her yer bu faşist terörün hedefi olmuştur. Bu faşist teröre karşı “direniş komiteleri” vb. adlarla yapılan örgütlenmeler, bugün iddia edildiği ve sanıldığı gibi etkin bir araç olmamıştır. Faşist terörü sınırlandıran ve etkisizleştiren silahlı devrimci mücadelenin bizatihi kendisi olmuştur. Bu nedenle, bugünün gerçekliğinde “islami terör”e karşı en etkin “savunma” aracı da, yine silahlı devrimci mücadele olmaktadır.