“Bilindiği gibi, gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle marksizmin tahlil metodu, daima ‘somut durumların somut tahlilidir’. Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.
Ama diyalektik yöntem kullanıyorum diye ‘somut durumların, somut tahlilinde’ tahlile tabi tuttuğun sorunu bıraktın mı hapı yuttun demektir. İşte o anda diyalektik yöntem, mekaniğe, senin dünya görüşün de, bilinemezciliğe dönüşür de sen hala Marksist diyalektikle sorunlara yaklaştığını zannedersin. Kısacası, ‘somut durumların, somut tahlili’ni kullanmaya kalkan, diyalektikten habersiz, çatısı dar mekanik kafaların düşeceği kaçınılmaz yer, ‘agnostisizm’dir. Oysa Marksist diyalektik ‘somut durumların, somut tahlilinden’ objektif bilgi teorisine geçer.” (Mahir Çayan)
Gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal bir olayın niteliğini, yönelimini ve yönünü saptayabilmek için, her şeyden önce somut olayın somut tahlili yapılmalıdır. Bu tahlilin yapılabilinmesi için de, öncelikle somut olayın bütünsel ve her yönüyle ortaya konulması gerekir. Somut olayın bütünsel ve her yönüyle ortaya konulamadığı ya da (o zaman dilimi için) “bilinemediği” durumlarda, somut durumun somut tahlili, ister istemez olayın o ana kadar dışa yansıyan sınırlı yönleriyle yapılmak zorunda kalınır. Bu durumda da, yani somut durum bütünsel ve her yönüyle ortaya konulamadığından tahlil de belli sınırlılık içinde yapılabilir.
Bunların yanında, somut durumun her türlü
manipülasyon ve
dezenformasyon[1*] koşullarında, somut olayın bütünselliği bir yana, ne olduğu bile tanımlanamaz hale gelir. Manipüle edilmiş ve dezenformasyonla bozulmuş bir olay, ne kadar somut durumun somut tahlili yapılıyor iddia edilirse edilsin hiçbir biçimde gerçeğe ve bilgiye ulaşmayı sağlayamaz. Bu nedenle, somut olayın öncelikle manipülasyonl ve dezenformasyonlardan arındırılması gerekir.
İkinci olarak, manipüle edilen ya da dezenformasyona konu olan bilgi kaynakları belirlenebilinse de, somut bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildir. Özellikle ekonomik spekülasyonlara, uluslararası ve “derin devlet” faaliyetlerine ilişkin olayların gerçek/somut bilgisine ulaşmak neredeyse olanaksızdır. Öyle ki, bu gibi olaylarda “açık kaynaklar”, yani kamuoyuna yansıyan bilgiler/haberler, olayın içinde yer alan tarafların çıkarlarına göre manipüle edilir.
Manipüle edilmiş, çarpıtılmış ve başkalaştırılmış bilgilerle somut durumun ne olduğunun bilinmesi bile olanaksızken, bu çarpık ve başkalaştırılmış bilgilere dayalı olarak “somut tahlil” yapmak sadece kurgusal sonuçlar üretir. Dolayısıyla da bu kurgusal sonuçlardan da “senaryolar” yazmaktan başka bir yol kalmaz. Kaçınılmaz olarak kurguya dayanan “senaryolar” ise, komplo teorilerinin dayanağı haline gelir.
AKP iktidarında oluşturulan “yandaş medya”nın ya da “havuz medyası”nın, özellikle AKP’nin (hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın) çıkarlarına ve demagojilerine aykırı olan hiçbir habere yer vermedikleri, tersine bu çıkar ve demagojiye uygun haber ürettikleri açıktır. Bir de buna her şeyi gizlemenin ve farklılaştırmanın adı olarak “milli çıkar” söylemi eklendiğinde herhangi bir olayın gerçekliğini bilme olanağı olmasa da, bu manipülasyonların ve dezenformasyonların niteliğini açığa çıkarmak olanaklıdır.
Bu durum, ekonominin durumuna ilişkin “veriler”de, ortaya çıkan siyasal olaylarda (örneğin Tahir Elçi vb. cinayetlerde) ve “dış politika” gelişmelerinde çok daha belirgindir.
Bu açıdan Suriye ve Rusya savaş uçağının düşürülmesi olayı, bir taraftan manipüle edilip demagoji konusu yapılırken, diğer taraftan “milli çıkar” ya da “milli sır” söylemiyle karartılmaktadır.
Bu karartmayı kaldırmak ve gerçekte ne olduğunu sergileyebilmek pek de olanaklı değildir. Çünkü Suriye’de “dönen dolaplar”, Rusya savaş uçağının düşürülmesine ilişkin “somut kayıtlar” hep “gizlilik” kapsamındadır. İşin içine tüm emperyalist ülkelerin istihbarat teşkilatları, Suudi ve Katar “parababaları” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği” girdiğinden, kimin kim olduğunu saptamak bile zordur. (Bu konuda Fehim Taştekin’in verdiği bilgiler bile yeterli olamamaktadır.) Burada yapılabilinecek tek şey, manipüle edilmiş ve çarpıtılmış haber-bilgilerin neler
olabileceğini ortaya koymaktan ibarettir.
Herşeyden önce, Suriye “olayı”nın ne olduğunu anımsamak gerekir.
İlkin “Arap baharı” gündeme geldi. Tunus, Mısır ve Libya “Arap Baharı” söylemiyle siyasal dönüşümlere uğradı. Ardından “Arap Baharı” Suriye’ye “ulaştı”. Saddam’dan sonra Baas’ın iktidarda kalmayı sürdürdüğü tek ülke olan Suriye birden “karıştı”. “Barışçıl göstericiler” çok kısa bir zaman diliminde “silahlı isyancılar”a dönüştü. Suriye merkezi otoritesi büyük ölçüde hasara uğradı, pek çok kent ve kasaba “silahlı isyancıların” eline geçti. Ancak “silahlı isyancılar”ın “başarıları” belli bir süre sonrasında kesintiye uğramaya başladı. Bir çeşit “denge durumu” ortaya çıktı. Bu denge durumunda “silahlı isyancılar” ele geçirdikleri kent ve kasabaları kendi aralarında paylaşmaya başladılar. Bu paylaşımda kabile ilişkileri belirleyici olurken, birden “örgütler” peydahlandı. El Nusra, El Kaide, “Rojava Devrimi”, Kürt kantonları ... vb. derken en popüler “fenomen” olarak IŞİD ortaya çıktı. Ve bugün neredeyse tek “fenomen” IŞİD oldu.
Olayların başlangıcında, yani “barışçıl göstericiler”in “silahlı isyancılar”a dönüştüğü ilk aylarda
Libya’dan gelen “deneyimli savaşçılar” ve Libya’da ele geçirilmiş olan askeri malzemeler
Türkiye üzerinden hızla Suriye’ye aktı. Saddam dönemindeki Kürt “göçü”nden esinlenen Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmelerini teşvik etmekle kalmadı, doğrudan bu göçü organize etti. On binlerce Suriyeli sığınmacı kısa sürede yüz binleri geçti ve nihayetinde 2 milyonu aştı.
“Silahlı isyancılar”, “silahlı muhalifler” olarak Türkiye’de ve AKP’nin organizatörlüğünde örgütlendi. SUK (Suriye Ulusal Konseyi” ve ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) adı altında Türkiye’nin örgütlediği “silahlı muhalefet” geleceğin Suriye iktidarı olarak AKP tarafından kutsandı.
Binlerce TIR dolusu tonlarca silah, “yabancı cihatçılar” Suriye iç savaşında yerlerini alırken, bunun finansmanının Suudiler ile Katar’dan geldiği ayan beyan ortaya çıktı. Türkiye, daha doğru ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP, Suudilerin ve Katar’ın “taşeronu” olurken, Suudi ve Katar’ın dolarlarıyla cari açığını ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği”yle “yabancı cihatçıları” finanse etmeye başladı.
Bugün Suriye olaylarını izleyen hiç kimsenin “silahlı muhalifler”in, “yabancı cihatçılar”ın Suudi Arabistan ve Katar tarafından finanse edildiğinden kuşkusu yoktur. Yine kuşku yoktur ki, Suudi ve Katar’ın paraları bu “silahlı muhaliflere” Türkiye üzerinden aktarılmaktadır.
Suriye “olayı”nda Türkiye, her ne kadar Suudilerin ve Katar’ın “taşeronu”ysa da, sonuçta Amerikan emperyalizminin “büyük abi”liğinde ve onayı ile bu işi yapmaktadır. Durum bu olunca, MİT doğrudan “silahlı muhalifler”in örgütleyicisi, koordinatörü ve finansörü olarak “arazi”de faaliyet gösteren “en önemli unsur” haline geldi.
Kim ne yaparsa yapsın, sonuçta “silahlı muhalifler” Suriye iç savaşında belli bir sınıra ulaşarak
duraklama dönemine girdiler. 2012’nin son aylarında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Katar’ın başkenti Doha’da “muhalifler”le yaptığı toplantıda SUK’un feshedilerek yerine SUKO (Suriye Ulusal Konseyi) kurulması bu durumun onaylanması oldu.
2012 yılının en önemli “olayı” ise, 22 Haziran 2012’de Türkiye’nin savaş uçağının Suriye “tarafından” düşürülmesi oldu. Uçak düşürme olayının, Türkiye’nin savaş uçağının Suriye hava sahasını “beş saniye ihlal etmesi” sonucu olduğu açıklandı. Olayın ardından Genelkurmay uçağın “uçuş kayıtları”nı yayınlayarak böyle bir “ihlal”in olmadığını iddia etti. Bu iddiasını “Rusya da bunu onaylıyor” türünden bir açıklamayla onaylamaya çalıştı. Ama “ne hikmetse” olayın meydana geldiği yere en yakın konumda olan
İncirlik’teki Amerikan üssü ve bu üssün “izleme kayıtları”ndan hiç kimse söz etmedi.
Olan olmuştu ve “durumdan vazife” çıkarmak da Recep Tayyip Erdoğan’a “kısmet” oldu. Böylece Suriye’ye ilişkin yeni “
angajman kuralları” ilan edildi. Buna göre, Türkiye sınırına 10 kilometre yaklaşan her “hava aracı”nın Türkiye tarafından “düşman” olarak kabul edileceği açıklandı. Bunun sonucunda Suriye hava kuvvetleri kuzey ve kuzey batıda kullanılamaz hale geldi. Bu da bir “nebze” “silahlı muhaliflere” soluk aldırdı ve “denge durumu”nun daha uzun sürmesine yol açtı.
2013-2014 “denge durumu” içinde geçerken en önemli gelişme “silahlı muhalefet” içindeki ayrışmalar ve birleşmeler oldu. Recep Tayyip Erdoğan’ın “din kardeşi” Müslüman Kardeşler etkinliğini yitirirken, silahlı unsurları El Nusra’ya yöneldiler. Bir süre sonra Irak’ta gelişen ve güçlenen IŞİD’e katıldılar. Böylece Suriye iç savaşı, “Fırat’ın batısında”ki kasaba ve köylerde egemen olan çok başlı ve çok parçalı “silahlı muhalifler” (bugün “Bayırbucak Türkmenleri” denilenler, İdlip merkezli “Fetih Ordusu”, Ahraruş Şam ile “Fırat’ın doğusunda” PYD ve IŞİD olarak yeni bir güç dağılımına sahne oldu. Ancak “denge durumu” değişmeden kaldı. Ancak 2014 yazında IŞİD’in Irak’ta gücünü artırması, Musul’u ele geçirmesi (Haziran 2014), Sincar’a ve ardından Suriye’de Kobanê’ye saldırması (Ağustos 2014) IŞİD “fenomeni”ni Suriye iç savaşının “baş aktörü” haline getirdi.
“Kafa kesen müslümanlar”ın, “yabancı cihatçılar”ın örgütü olarak dünya basınında birinci sıraya yükselen IŞİD’in tüm bu süreçte, özellikle Irak’ta gelişip güçlenmesinde MİT’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği”nin ve Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” teorisinin belirleyici olduğu görülür oldu. IŞİD’in, özellikle Türkiye’nin “kırmızı çizgi” olarak ilan ettiği Suriye’nin kuzeyindeki “Kürt varlığı”na karşı doğrudan saldırısı bunun açık kanıtı olmuştur.
Herşey “denge durumu”ndayken, ama IŞİD’in giderek Suriye içinde egemenliğini genişlettiği bir ortamda “birden” ABD’nin Sincar ve Kobanê’de IŞİD’e karşı hava saldırılarına başlamasıyla durum değişmeye başladı.
2015 yılına ABD’nin hava desteği ve askeri danışmanlarıyla sağlanan Kobanê “zaferi”yle girildi. Artık “arazi”de IŞİD’e karşı ABD’nin hava desteği ve silah yardımıyla PYD/YPG ön sıraya çıktı. Ama “aktörler” değişse de “güç dengesi” fazlaca değişmedi. Suriye merkezi yönetimi elindeki yerleri korumayı sürdürdü.
Bu gelişme içinde olayların “hızı” yavaşlarken, doğrudan MİT tarafından örgütlenen Yavuz Sultan Selim Tugayı, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Ricalullah Tugayı gibi “Suriyeli Türkmenler”e ilişkin haberler “havuz medya”sında yer almaya başladı.
30 Eylül’de Rusya doğrudan hava bombardımanlarıyla Suriye savaşına girdi. Rusya’nın bu “hamlesi” açık biçimde “güç dengesi”ni değiştirici özelliğe sahipti. Türkiye’nin 2012’deki “uçak düşürme olayı” sonrasında ilan ettiği ve Suriye merkezi yönetiminin hava gücünü “arazi”de kullanamaz hale getiren “angajman kuralları” Rusya tarafından açık biçimde aşındırıldı. Rusya’nın uçakları Türkiye’nin sınırlarına kadar hava harekâtı düzenlemeye başladılar. Genelkurmay birbiri ardına “Türk hava sahası”nın Rus uçakları tarafından “ihlal” edildiğine ilişkin açıklamalar yayınladı. Ama ne “hikmet”se bu açıklamalarda “angajman kuralları”nın ihlal edildiğinden söz edilmedi.
Ekim ayı “iç siyaset”le ve IŞİD’in Ankara katliamıyla geçti. 1 Kasım seçimlerinden “zafer”le çıkan Recep Tayyip Erdoğan, içte ve dışta kendi “hesapları” doğrultusunda yeni hamleler peşinde koşmaya başladı. Tam bu sırada Suriye ordusu Rusya’nın hava desteğiyle kuzey batı bölgesinde ve Halep’te ilerlemeye başladı ve giderek “Fırat’ın batısı”nda Türkiye sınırlarına doğru ilerledi. Açıktı ki, bu gelişme bir biçimde “durdurulamazsa” Suriye merkezi yönetimi (Beşşar Esad) “Fırat’ın batısı”ndaki bölgeleri yeniden ele geçirecek ve Türkiye ile bir kez daha “komşu” haline gelecekti.
Rusya’nın hava desteğinde Suriye ordusunun ilerlemesi “Türkmen bölgesi”ne ulaştığında, birden “Bayırbucak Türkmenleri” anımsandı. Daha düne kadar “havuz medyası” tarafından övgüler düzülen Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, Ricalullah vb. doğrudan MİT tarafından kontrol edilen “Türkiye yandaşı silahlı muhalifler” şimdi yok olmak üzereydiler.
Ve Rusya’nın savaş uçağı
24 Kasım günü Türkiye tarafından düşürüldü.
Kim düşürdü? Türkiye.
Daha düne kadar “Şangay Beşlisi”ne alması istenen, Moskova’da cami açılışı yapan, en önemli ekonomik “partner” olan ve büyük ölçüde doğal gaz alımı yapılan Rusya’nın savaş uçağı neden düşürüldü?
İlk açıklamalar çok açık biçimde bunun bilinçli bir eylem olduğu yönünde olsa da, bir süre sonra “Rus uçağı olduğunu bilseydik bu olay olmazdı” (Numan Kurtulmuş), “Rus uçağı olduğunu bilseydik farklı olurdu” (Recep Tayyip Erdoğan) türünden açıklamalara yerini bıraktı. Böylece “bilinçli eylem” “bilmeden olan olay”a dönüştürülmeye çalışıldı. Ama bu açıklamalar, herkesin sıcağı sıcağına izlediği gibi, uçağın düşürülmesinin ardından Rusya’nın Türkiye’ye yönelik yaptırımlara başlamasıyla birlikte yapıldı. Putin’in buna yanıtı ise, “Türkiye’nin Rus uçağı olup olmadığını bilmemesi mümkün değil... ABD’li ortaklarımıza operasyonlarla ilgili bilgi verdik. Türkiye de bilgilere sahipti.” şeklinde oldu.
Böylece “uçak düşürme olayı” “bilerek mi, bilmeyerek mi düşürüldü” tartışmasına dönüştürülmeye çalışıldı.
Olayın “evveliyatı”na bakıldığında, “düşürme olayı”nın Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteğinde “Türkmen bölgesi”ne doğru ilerlemesiyle başladığı görülür. Rusya’nın savaş uçağının düşürülmesinden üç gün önce, yani
21 Kasım’da “yandaş medya”da “Suriye’de Esad rejiminin Ruslarla birlikte Türkmenlere yönelik saldırıları sürüyor. Bölgeden gelen son haberlere göre Türkmen dağı bölgesi rejim güçlerinin eline geçti.” haberleriyle birlikte “Suriyeli Türkmenler”e yönelik saldırılarla ilgili Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’yle görüştü. Görüşmede Bayırbucak Türkmenleri’ne yönelik saldırılar ele alındı.” haberi yer aldı. Aynı gün, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı’na da bir mektup gönderilerek, BM’nin bir an önce konuyu ele almasının talep edildiği” haberi yayınlandı.
22 Kasım’da, “Başbakan Davutoğlu başkanlığında düzenlenen Suriye konulu güvenlik toplantısı”na Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, İçişleri Bakanı Selami Altınok, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Galip Mendi, Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Bahadır Köse, Başbakanlık Müsteşarı Kemal Madenoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı İsmail Hakkı Musa ile AKP İstanbul Milletvekili Ali Sarıkaya katıldı. Gazete haberlerine göre, “Toplantı salonuna Bayırbucak bölgesinin büyük bir de haritası konulduğu görüldü.”
Aynı gün, “güvenlik toplantısı”nın hemen ardından Ahmet Davutoğlu şu açıklamayı yaptı: “Sınır güvenliği bağlamında Türkiye’ye dönük herhangi bir tehdit teşkil eden gelişme olursa anında mukabele etme talimatı güvenlik birimlerimize verilmiştir.”
23 Kasım’da “Türkiye, Suriye’de Esad ordusunun Rusya’nın hava desteğini alarak Bayırbucak bölgesinde Türkmenlere yönelik saldırılarını görüşmesi ve operasyonların sona erdirilmesi için BM Güvenlik Konseyi’ni (BMGK) toplantıya çağırdı”.
Ve
24 Kasım, saat 09:24’de Rus Hava Kuvvetleri’ne ait Sukhoi Su-24 tipi bir savaş uçağı F-16 tarafından düşürüldü.
Hiç tartışmasız Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesi bilinçli bir “eylem”dir. Her ne kadar daha sonra “Rus uçağı olduğunu bilseydik...” türünden açıklamalar yapılmışsa da, bunun önceden planlanmış bir “eylem” olduğu çok açıktır. Üstelik “eylem” öncesinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’le görüşerek “onay” alındığı da açıktır.
Böylece planlı biçimde Rusya’ya ait bir savaş uçağı düşürülmüştür. Nedeni, ilk bakışta ve söylem düzeyinde Suriye ordusunun “Türkmenlere yönelik saldırısı”nı önleme olarak sunulmaktadır. Ama planlamanın ABD’yle birlikte ya da onayı ile yapılmış olması, bu nedeni hiç de doğrulamamaktadır. Gerçek neden, bir tarafıyla ABD’nin Rusya’nın Suriye’de artan etkinliğine karşı bir “hamle” yapma gereği duyması, diğer tarafıyla Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının Suriye’deki tüm etkinliğini yitirmek üzere olmasıdır.
Kuşkusuz böyle bir “hamle”nin sonuçlarının da “masaya yatırılmış” olması gerekir. ABD açısından Rusya’nın etkinliğinin sınırlandırılması yeterli bir sonuçtur, ama Türkiye, yani Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası açısından Suriye’de “elde kalan son mevziiyi”, “Türkmen kozunu” kaybetmemek olduğu söylenebilir. Ancak Rusya’nın, Putin Rusyası’nın, ABD’nin onayıyla bile olsa, böyle bir “hamle” karşısında “sessiz” kalacağını beklemek “yanlış hesap”tan öte, tam anlamıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini “dünya lideri” sanma budalalığından başka bir şey değildir.
Sonuçta Rusya’nın uçağı düşürülmüş ve ardından Rusya’nın Türkiye’ye yönelik yaptırımları başlamıştır. Önce turizm, ardından “taze meyve ihracatı”, taşımacılık ve peşine “Rusya’daki “müteahhitlik” faaliyetleri yaptırım konusu olmuştur. Şimdi sırada doğal gaz sorunu bulunmaktadır.
Rusya’nın yaptırımlarının “faturası”nın ne kadar olacağı bugünden tam olarak bilinmese de, Rusya ihracatının ve turizmin yol açacağı “zarar” az çok bilinmektedir. Ve Recep Tayyip Erdoğan “apartopar” Suriye savaşında finansör olan Katar’a gidip bu “zarar”ın bir bölümünü “tahsil” etmeye kalkışmıştır.
Putin Rusyası bu yaptırımlarla sınırlı kalmaya niyetli değildir. Şimdi sırada “IŞİD petrolü” bulunmaktadır. Putin’in sözleriyle, “İŞID ve diğer terör örgütleri tarafından kontrol edilen petrol madenlerinden petrolün çok büyük derecede Türkiye topraklarına gittiğini kanıtlayan verileri elde ettik. Bizim uçağımızı vurma kararının Türkiye topraklarındaki bu petrol sevkiyatı yollarının güvenliğini sağlamak için alındığını düşünmemiz için sebeplere sahibiz. Türkmenlerin korunması sadece bahane.” Böylece “IŞİD petrolü” ve bunun Türkiye’ye satılması, daha da önemlisi bu ticarette Recep Tayyip Erdoğan’ın “ailesi”nin işin içinde olduğuna ilişkin açıklamalar gündeme geldi.
Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “uçak düşürme hamlesi”nin sonuçlarıdır. Ama olayın en önemli sonucu, Paris katliamıyla ortaya çıkan hava içinde emperyalist ülkelerin Suriye’ye daha etkin biçimde müdahale etme yönünde hareket etmesidir. Rusya, bu etkin müdahaleye “zorunlu ortak” olarak yer almaya itilirken, Amerikanın gönderdiği 50 “askeri danışman”la PYD/YPG üzerinden “arazi”de etkinlik kurulmaya çalışılmaktadır. Yine de asıl hedef, IŞİD’in elinde bulunan Musul ve Irak topraklarıdır. Amerika, Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini sınırlandırarak Musul’a yönelik askeri harekâta hazırlanmaktadır. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktır. Amerikan emperyalizminin “müttefikleri”yle yaptığı bu planda Recep Tayyip Erdoğan sadece figüran olarak yer almaktadır. Belki bu işten Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkarabileceği tek “kâr” Katar ve Suudi parasıyla bu yılın cari açığını kapamayı becermesi olacaktır.
Her şeye rağmen Amerikan emperyalizminin “Suriye ve Musul harekâtı”nda TSK’ye bir “rol” verileceği de beklenmelidir. IŞİD’in elinde tuttuğu geniş coğrafyada kara harekâtı olmaksızın sadece hava harekatlarıyla sonuca ulaşmak olanaksızdır. PYD/YPG ve Musul alanında Barzani’nin peşmergeleri yeterli olmadığı durumda TSK “göreve” çağırılacaktır. Ama her an herşeyin olabildiği bir Türkiye ve her an herşeyin yer değiştirdiği bir Arap dünyası koşullarında en ayrıntılı bir planın bile olduğu gibi uygulamaya konulması beklenmemelidir.
Dipnot
[1*] “Manipülasyon, yani güdüleme, belli konularda istenilen bir yönelimin ortaya çıkması amacıyla belli olgunun bir bölümünün ya da olgular dizisinin seçilerek ve kurgulanarak kamuoyuna sunulmasıdır. Kimilerinin ‘bilgi kirlenmesi’ olarak tanımladıkları dezenformasyon ise, belli konulardaki olağan bilgi akışını değiştirmek amacıyla, kurgulanmış gerçekdışı bilgilerin kamuoyuna sunulmasıdır.
Manipülasyon belirlenmiş bir amacın gerçekleşmesi yönünde hareket ederken, dezenformasyon bu amacın gerçekleşmesini engelleyen gerçeklerin, bilgilerin çarpıtılması, değiştirilmesi ve ‘yalanlanması’ yönünde hareket eder. Bu nedenle manipülasyonun olduğu yerde dezenformasyon da vardır.” (Kurtuluş Cephesi, “Danıştay saldırısı Sonrasında Şeriatçı Manipülasyon ve Dezenformasyon”, Sayı: 91, Mayıs-Haziran 2006.)