Seçimin ”tahmin edilmeyen” sonuçlarının için “ilk şokunun” yavaş yavaş atılmaya başlanmasıyla beraber “değerlendirmeler” ve ”bundan sonra ne olacak?” açıklamaları birbiri ardına gelmeye başladı. “Sosyalistlerden 1 Kasım Değerlendirmeleri”nde Alper Taş, seçim yenilgisini “basit”e indirgeyerek, “Bizim açımızdan bakarsak, meselenin basit bir mesele olduğunu bir kez daha gördük. Türkiye’nin milliyetçi muhafazakar kültürel ortamıyla çok köklü bir hesaplaşma yapmadan ne yaparsak yapalım seçimlerde ortaya çıkacak tablo böyle olacak.” diyerek durumu açıklarken, diğer “sosyalist” Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy ise “durum” tahlili yaparak olayı açıklıyor: “Ancak solcular ve sosyalistler çok iyi biliyor ki ülkede yüzde 60 sağ, yüzde 40 sol bir taban var. Seçim sonuçları da gösteriyor ki sağ taban AKP’de konsolide oldu. Buna şaşırmamak gerek... Ortada yeni bir şey yok. 2010’da, 2011’de AKP neyse bugün de o. Üstelik kendi iç krizleriyle karşımızda. Bizim görevimiz AKP’ye karşı tepkiyi örgütlemek, neoliberalizme karşı halkların haklarını savunmak, faşizme karşı mücadele etmek AKP’yi gerçek anlamda geriletecektir. Türkiye sosyalistleri hiçbir zaman AKP’nin sandıkta yenileceğini düşünmedi. Bundan sonra da düşünmeyeceklerdir.”
EMEP’in “baba”larından Mustafa Yalçıner ise, “yeni bir platformla yürümeye ihtiyaç vardır” diyerek yenilgiye karşı bir “çözüm” sunmuştur. Aynı “platform” söylemi EMEP Genel Başkanı tarafından da yinelenmiştir: “Bugünden itibaren sol, ortak mücadele platformlarını değerlendirmeli. Kürt halkı ve hareketiyle, diğer demokrasi güçleriyle birlikte birleşik bir cepheyi örmek gibi bir sorumluluğumuz var. İşçi sınıfına karşı sorumluluğumuz ve görevimizdir bu.” (Elbette bu “platformun” ne olacağı da açıklanmayı bekleyen sorulardan birisidir.)
“KP”nin seçim “değerlendirmeleri” ise, ülkemizdeki seçimlere bakış açısını gözler önüne seriyor. “Bilindiği gibi KP 4 aylık bir süre içinde oylarını 5 katına çıkarmıştır” (KP Merkez Komitesi’nin seçimlere ilişkin açıklaması). Ve bu “artışla” birlikte 2011 de aldığı oylarla “örtüştüğünü” söyleyerek bunu bir başarı olarak sunuyorlar. (Ne de olsa “düzen partilerinden” hiçbiri oyunu “5 kat “ arttırmamıştır!) Üstelik bu “başarısı” kendilerine oy veren “yoksul emekçilerin düzenden ve düzen muhalefetinden kopuşuna denk düşen eğilim” sergiliyordu (agy). Böyle bir değerlendirmenin TRT’deki seçim konuşmasının ardından yapılması ise, olayı biraz daha dramatize ediyor: “Yılların diğer günlerinde ‘aydınım, sosyalistim’ diyerek dolaşanların seçim gününde sisteme yamanmaları ve bunu da ‘sosyalistliğin, aydın olmanın gereği’ diye sunmaları Şubat ayının 4 senede bir 29 çektiği için ‘uzadım’ diye böbürlenmesine benziyor! Diğer günlerde sola, seçim günü sisteme dönük solculuk olmaz!” (Nihat Behram)
1 Kasım seçim sonuçlarını “Şimdi Ne Yapmalıyız?” sorusu etrafında açıklamaya çalışan HTKP teorisyenlerinden birisi seçimleri utangaç biçimde kutsuyor: “Genel olarak bakıldığında, hem seçimlerin o kadar da önemsiz olmadığı, hem de emperyalistlerin ya da sermaye sahiplerinin sandıktan diledikleri sonucu çıkaramayabilecekleri bir kez daha netlik kazandı.” (Erkin Özalp, 4 Kasım 2014, İlerihaber) “Sermaye sahiplerini” ve “emperyalistlerin” seçimden istediklerini alamayarak sandıkla “yenilebileceği” ve sandıkların “meşruluğu” ancak bu kadar net bir şekilde “savunulabilinir”!
“Kıvırmadan söyleyelim: Bu karanlık günler sizin yüzünüzden!” yazısını yazan ise, “Kuşkusuz, seçimlerle daha güzel bir dünya olacağına inanacak kadar saf değilim. Ancak az da olsa soluk alacak bir ülke olasılığını öngörüyordum. Yanıldım.” (Enver Aysever, 4 Kasım 2015, Birgün) derken, diğer taraftan aynı yazıda “yazıyı neden yazdığını” açıkladığı bölümde ise, “Sizi çekmek, taşımak zorunda değiliz artık. Sol; hdp/chp sıkışıklığından kurtulmalı. Yeni bir dil kurmalı. AKP’nin kurduğu saltanatı yıkmak için sıfırdan, maraton koşacak dirençle yola koyulmalı. Zor değil yahu! İşte daha üç ay önce yüzde kırka varan oy çıktı sandıktan. Bu insanlar size bayıldığı için vermedi oylarını, beklentileri açıktı ...” diyerek aslında mevcut ”sol” partilere “alternatif” olarak kurulacak “sistem içi” bir parti ve bir sonraki seçimlerde bu partinin alacağı oylarla “ülkede soluk alınacağı” ve bu “soluk” almadan sonra “alternatif” bir sistem kurulana kadar bu partiyi “gereksinimlere” hizmet ettikçe savunulacağını –ta ki yeni bir alternatif sistem olana kadar ve bu arada “oy verin ama sonunu da bilin” demeyi de bir kenara bırakmaz sanırım– dile getirme gibi “bilimsel/mantıksal” bir açıklama yapıyor.
Bunlara ek olarak 7 Haziran’ın en temel sloganı olan “Seni başkan yaptırmayacağız” söylemi, her ne kadar sözlerin “yanlış” anlaşıldığı “öyle denilmek istemediği” gibi ardı sıra gelen açıklamalar eşliğinde “başkanlık sistemini tartışabiliriz”e bıraktı. (Bir “ama” da burada kendisini yine gösteriyor “biz başkanlık sistemine karşıyız”) . Bu “tartışma” konusunda kendi içlerinde bir “sorun” yaşayacakları kendisini hissettiriyor.Dengir Mir Mehmet Fırat, başkanlık sistemine itirazları olmadığını, karşı çıktıklarının “Türk tipi başkanlık sistemi” olduğunu, “Amerikan tipi başkanlık sistemini” ise destekleyebileceklerini söylerken, Fırat’ı destekleyen bir açıklama da Celal Doğan’dan geldi: “Başkanlık sistemi, demokrasinin içerisinde bir sistem. Buna itirazım yok, ama nasıl bir başkanlık isteniyor bunun tartışılması gerekir”.
Bu iki açıklamaya “karşı” başkanlık sisteminin “tartışılabileceği” düşüncesini ortaya atan HDP sözcüsü Ayhan Bilgen ise, “Başkanlık modeline karşıyız, başkanlık modeli ile ilgili karşı tutumumuz Anayasa Hazırlık Komisyonu’nda ne kadar netse ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ söylemimiz ve bunun toplumda oluşturduğu karşılık ne kadar netse biz aynı noktadayız. Sadece Anayasa yapım yöntemi ile ilgili olarak her şeyin tartışılabileceğini ifade ediyoruz. Özgürlükçü bir Anayasa’dan yanayız ancak yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Anayasa’nın başlangıç kısmındaki retçi tutum bizim açımızdan hükümet modelinden daha önceliklidir. Dolayısıyla da başkanlık sistemine karşıyız. Karşı olmaya devam edeceğiz.” derken (4 Kasım 2015, Birgün) “Saray”dan bugün yapılan “referandumsa referandum” açıklamasının, acaba yeni kurulacak olan masada %13’lük bir “koz” olmasa da %10’luk kısmı “kullanabilirler mi?” sorusunu akıllara getirmiyor değil... (Bu arada “Kandil”in yaptığı açıklamayı göz ardı etmek imkansız: “Bizce hâlâ geçerli olan 7 Haziran sonuçlarıdır.” Duran Kalkan, 3 Kasım 2015)
Oysa PKK’nın, “Kandil”in, 7 Haziran seçimlerinin hemen sonrasında HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” sloganına dayanarak HDP’nin AKP ile “işbirliğini” reddetmesini “sert” bir dille eleştirmişti. M. Karayılan, “HDP’nin de bu konuda dar yaklaşımları var” diyerek şöyle söylüyordu: “Bu konuda ‘ben filan kesle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır.”
1 Kasım seçim sonuçları karşısında en popüler “değerlendirme”lerden birisi de, AKP’nin elde ettiği seçim “başarısının” bir “Pirüs zaferi” olarak tanımlanmasıdır.
“Pirus zaferi” söylemini ilk dile getiren Halkevciler oldu. Oya Ersoy, “AKP’nin kazandığı zafer bir Pirus zaferidir” değerlendirmesiyle kapıyı araladı. Aynı kapıdan ilk giren eski TSİP teorisyeni ve yeni neo-liberal solcu Oya Baydar oldu. 4 Kasım tarihli “1 Kasım’ın özeti: Savaşın, şiddetin, yalanın Pirus zaferi” başlıklı yazısıyla bu söylemi manşete taşıdı. Ardından 7 Kasım’da Yeni Özgür Politika’daki bir “köşe” yazısında 1 Kasım seçimi “Erdoğan faşizminin Pirus zaferi” olarak tanımlandı. Bunu, “AKP’nin 1 Kasım’da kazandığı ‘başarı’ ciddi bir halk muhalefeti karşısında paramparça olacak bir ‘Pirus zaferi’dir” diye yorumlayan EMEP GYK Bildirgesi takip etti. “Pirus zaferi” kervanına Birgün gazetesi Taner Timur’un “1 Kasım seçimleri, sindirme politikası ve pirüs zaferi...” başlıklı yazısıyla katıldı.
AKP’nin “Pirus zaferi” söylemine “HDP, 7 Haziran’a göre oy ve önemli sayıda milletvekili kaybetmekle birlikte %10 seçim barajını aşmayı başarmıştır” söylemi eşlik etti. Böylece HDP’nin oylarının beşte birini kaybetmesi “başarı” olarak sunuldu.
1 Kasım ne kadar açık bir tablo ortaya koymuş olursa olsun, “sol” (legalist sol) seçim sonuçlarını görmezlikten gelmeyi ve kendi “ajandaları” doğrultusunda “gündem” belirlemeyi sürdürürken yeni bir söylem daha ortaya çıktı: Saflaştırma.
Halkevci Oya Ersoy, “Sağ seçmeni saflaştırmadaki tarihsel araçlar, Kürtlere, Alevilere, solculara dönük düşmanlık iktidarın en önemli kampanya aracı olmuştur ... Bunun için sosyalistlerin kalıcı ve kararlı bir mücadele çizgisine ihtiyaç vardır. Bu çizgi faşizme karşı mücadeleyi ve halkın politikleşmiş hak ve emek mücadeleleri ekseninde saflaştırılmasını, sokakta etkin bir şekilde seferber edilmesini içermelidir” diyerek “sağ saflaşma”ya karşı “sol saflaşma”nın gerekliliğine gönderme yaptı. (Burada Yürüyüş çevresinin hakkını da teslim etmek gerekir. 4 Ekim tarihli Yürüyüş dergisinde “Devrimci görev halkı saflaştırmak, çelişkileri derinleştirmektir” başlıklı “baş yazı”da bu konu işlenmiştir.)
Yıllarca AKP’nin “ayrıştırıcı dil” kullanarak halkı “kutuplaştırdığı”ndan söz eden “sol”, şimdi “kutuplaşma” yerine “saflaştırma” sözcüğünü geçirerek yeni bir “yol”dan söz etmektedir.
Bu, yalın ve basit bir sözcüksel farklılık değildir. AKP’nin “kutuplaştırma” politikası nasıl ki bir iç savaş politikasının parçasıyla, “sol”un yeni “saflaştırma” söylemi de iç savaş politikasının parçası olmak durumundadır. Karşı-devrimci iç savaşa karşı, devrimci iç savaş demektir. Bunu açıkça kabul edip, buna uygun bir çizgi izlemek yerine sözcük oyunlarıyla yetinmek yalın bir oportünizmin ifadesidir. (Bu sözcüksel değişime dayalı söylemin bir uzantısı da “halkın” ya da “sınıfın” “politikleşmiş” hareketi ya da mücadelesi söylemidir.)
Solun, legalistinden utangaç legalistine kadar bilcümle “sol”un her seçimde ortaya çıkan bu halleri bunlarla sınırlı değildir. Yılların müzmin ve iflah olmaz legalistleri, parlamentarizm destekçileri, her ortamda kendisine yol bulan oportünistleri şimdi “biz seçimlerin bir çare olduğunu hiç söylemedik” türünden açıklamalar yapabilmektedirler. Bu konuda karpuz gibi ikiye ayrılmış SİP-TKP’nin her iki kesiminin açıklamalarına bakmak yeterlidir.
Son olarak “bağzı” verileri de aktaralım (“sol” ve “komünist” iki partinin 1 Kasım seçimlerinin “gerçek kazanan”ını anlamak için de bu bilgiler gereklidir):
Sözünü ettiğimiz “partiler”, nereden bakılırsa bakılsın, kendilerini nerede konumlandırırlarsa konumlandırsınlar, her durumda legalizmin olabilecek en “örgütlü” partileridirler. Birisinin adı “Komünist Partisi”, diğerinin adı “Halkın Kurtuluş Partisi”. Birincisi kendisini illegal TKP’nin devamı olarak ilan ederken, ikincisi (HKP) “Türkiye’nin devrim teorisini üreten, yaratan” Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı “önderimiz” olarak ilan eder.
Birisi, Okuyan-Güler ikilisinin “KP”si, “oylarını beş kat artıran” parti olurken, diğeri, “Bilimcil Sosyalizmin temsilcisi” (ki bu söylem bir zamanların illegal TKP’sinin legal söylemidir) HKP oylarını %42 artıran “yegane” partidir.
Okuyan-Güler ikilisinin “KP”si, “yekpare” TKP olarak 2011 seçimlerinde 64.006 (%0,15) oy almışken, 1 Kasım’da aldığı oy 52.527 (%0,11) olmuştur. Bu sonuç, 7 Haziran seçimlerinde aldıkları “komik” dediklerini söyledikleri %0,03 oy oranıyla (13.497 oy) kıyaslandığında “tartışmasız” büyük bir “başarı” kazanmışlardır! Bu büyük “başarı”nın, kendisine HTKP adını veren kesimin “başarısızlığı” olduğu kesindir. Ama kesin olan bir başka gerçek ise, aldıkları oyların ancak bindelerle ifade edilebildiğidir.
“Bilimcil Sosyalizmin temsilcisi” HKP’nin ise, 2011 seçimlerine katılmadığından beş yılda ne kadar gelişme gösterdiğini bilemiyoruz. Ama 7 Haziran seçimlerindeki 60.396 (%0,13) oyunu “%42’lik artışla” 83.057’ye (%0,17) yükseltmeyi “başarmış”tır! Bu “başarı” da yine bindelerle ifade edilen “başarı” olarak solun seçim hallerinin hanesine yazılmıştır.
Bir kez daha “kazasız, belasız, güven ve barış ortamında” bir seçimi atlattık. Bundan sonrası “allah kerim!”