Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıklarını ve iç savaş politikasını, 1 Kasım seçimlerini kazanmaya yönelik geçici bir uygulama ya da “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” yönteminin bir uygulaması olarak görenler, islamcı faşizmin niteliği ve savaşın ve iç savaşın ne olduğu konusunda trajik biçimde yanılmaktadırlar.
Bu öylesine bir yanılgıdır ki, HDP’nin (ve bir ölçüde CHP) 10 Ekim Ankara katliamından sonra seçim mitinglerini iptal etmesinin ve “ne olur-ne olmaz” diyerek Selahattin Demirtaş’ın “ülke dışına” çıkartılmasının Recep Tayyip Erdoğan’ın bu iç savaş politikası karşısında açık bir teslimiyet anlamına geldiğini göremeyecek kadar kördür.
Gerçekte, somutta, Recep Tayyip Erdoğan iki yıldır sürdürdüğü iç savaş hazırlıklarını (“devlet”in polis gücü eşliğinde) yapabileceği en üst seviyeye ulaştırmıştır. İç savaş hazırlıkları, özellikle Kürt ulusal hareketi üzerinden yürürlüğe sokulmuştur, yani kuvveden fiile geçmiştir.
Seçim sath-ı mailinde, 8 Eylül günü, Ülkü Ocakları’nın “çağrısı”yla hemen hemen tüm illerde “Şehide Saygı, Teröre Lanet” mitingi düzenlenerek iç savaş ülke çapında uygulamaya sokulmuştur.
Mitinglerin sonrasında başta HDP binaları ve “Kürt” olduğu sanılan işyerleri saldırıya uğradı ve yakıldı. Saldırılar en yoğun biçimde Kırşehir ve Alanya’da gerçekleşti.
17 Eylül’de Ankara’da TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD, Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen, Türk-İş, TİSK, TBB, HAK-İŞ, TESK, TZOB’un “çağrısı” ile “Teröre Hayır Kardeşliğe Evet” adlı miting düzenlendi. TOBB’un başını çektiği bu mitingden bir hafta sonra, bu kez Recep Tayyip Erdoğan sahneye çıktı. 20 Eylül’de İstanbul’da “Milyonlarca Nefes Teröre Karşı Tek Ses” adıyla gövde gösterisi yapıldı.
Bu mitingler ve özellikle 8 Eylül mitingleri sonrasında HDP binalarına ve “Kürt” işyerlerine yapılan saldırılar Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıklarını ne ölçüde tamamladığını ve iç savaş ortamına ilk adımını attığını açıkça ortaya koydu.
Ve bu mitinglerin ve saldırıların ardından 10 Ekim Ankara katliamı gerçekleşti.
Bütün bu olaylar, saldırılara ve katliamlara rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıkları küçümsenmeye ve iç savaş politikaları önemsizleştirilmeye çalışıldı. Olaylar basitleştirilerek ve sıradanlaştırılarak, Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Kasım seçimlerinde MHP’nin “milliyetçi oyları”nı almak için başvurduğu bir “taktik” olarak değerlendirildi. Ortada “gerçek bir savaş” durumunun olmadığı, “karşılıklı savaşan” tarafların bulunmadığı buna kılıf olarak ileri sürüldü.
Oysa iç savaş, askeri bir savaş olmanın ötesinde, sivil insanların, yurttaşların birbirini boğazlaması olarak tanımlanamaz. Ayrıca bir “çatışma” ortamında “devletin silahlı güçleri”nin devreye sokulması, iç savaşı basit bir “derin devlet” işi ya da yalın biçimde devletin “muhalifleri” sindirme “operasyonu” olarak görülemez. Tarihteki tüm iç savaşlar, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü, Ekim Devrimi sonrasındaki “beyaz ordular”ın saldırıları, İspanya ve Yunanistan iç savaşı, yalın biçimde sadece “siviller” arasında olan savaşlar değildir. Devlet güçleri bu savaşta doğrudan karşı-devrim saflarında yer alan askeri bir güçtür.
İkinci olarak, bir savaşın, iç savaşın ilan edilmesi, ama fiilen gerçekleşmemesi ile bu savaşın fiilen gerçekleşmesi, yani tarafların birbirleriyle silahlı savaşa girişmeleri birbirinden farksızdır. Savaş tarihinin en önemli kuramcılarından Clausewitz “Savaş Üzerine” yapıtında şöyle yazar:
“Silahlı kuvvetlerin belirli bir noktada toplanması başlı başına bir muharebeyi mümkün kılar, fakat bu o muharebenin mutlaka cereyan edeceği anlamına gelmez. Şimdi bu olanağa bir gerçek, bir fiili durum gözü ile bakmak gerekir mi? Kuşkusuz... İmkan dahilindeki çarpışmalara, sonuçları bakımından, gerçek çarpışmalar gözü ile bakılmalıdır.”. (abç)
Yine aynı yerde Clausewitz, “... düşmanın askeri kuvvetlerinin imhası ve düşman gücünün yok edilmesi, ister bilfiil cereyan etmiş olsun, ister sadece
teklif edilip düşman tarafından kabul edilmemiş olsun, bir muharebenin ancak sonuçları ile gerçekleştirilir.” der. (abç)
Bu açıdan bakıldığında, 8-9 Eylül olayları ve 10 Ekim katliamı Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş ilanı, “teklifi”dir. Ama “karşı taraf” bu savaş ilanını kabul edememiş, dolayısıyla iç savaş fiilen gerçekleşmemiştir. Ama bu sözcüğün tam anlamıyla bir iç savaş durumudur ve sonuçları açısından (ki 1 Kasım seçimlerinde bu sonuçların bir bölümü gerçekleşmiştir) gerçek bir çarpışmadır.
İç savaş, ister fiilen gerçekleşmiş olsun, ister sonuçları göze alınamadığından tarafların birisi tarafından kabul edilmemiş olsun, devrimin ve karşı-devrimin mutlak kutuplaşma içinde birbiriyle savaşmasıdır.
“Devrim –der Lenin, en şiddetli, en vahşi, en çılgınca sınıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç savaş olmadan gerçekleşmedi. İç savaşın ise ‘olağanüstü karmaşık durum’ olmadan düşünülebileceğini, ancak dar görüşlü, dünyadan bihaber insanlar varsayabilirler”. (Lenin, “Bolşevikler Devlet İktidarını Koruyabilecekler mi?”, Toplu Yapıtlar, Cilt 26, s. 119.)
Lenin bir başka yerde şöyle yazıyor:
“18. yüzyılın sonundan beri Avrupa’daki bütün devrimlerin deneyimine tamamıyla uygun düşen bu deneyim, bize gösteriyor ki, iç savaş, birbiri ardı sıra gelen, birbiri üzerine yığılmış, artmış, kızışmış, iktisadî ve siyasal çatışmalardan sonra iki sınıf arasında silahlı çatışma haline dönüşen sınıf savaşımının, en keskin biçimidir. Ülkelerin pek çoğunda –hemen istisnasız hepsinde denilebilir– ne kadar az özgür ve az gelişmiş olurlarsa olsunlar, kapitalizmin bütün iktisadî gelişmesinin, bütün dünyadaki modern toplumun tüm tarihinin, aralarında uzlaşmaz karşıtlık yarattığı ve bu uzlaşmaz karşıtlığı güçlendirdiği sınıflar arasında, yani burjuvazi ile proletarya arasında iç savaş görülür.” (Lenin, Rus Devrimi ve İç Savaş, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, s 160-161.)
Tarihsel gerçekler böyle olsa da, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıklarını uygulamaya dönüştürmesi karşısında “bir taraf”, yani devrimci güçler bu dönüşüm karşısında pasif kalmışlar ve sessizliğe bürünmüşlerdir.
Kuşkusuz bu pasiflikte devrimci güçler olarak tanımlanabilecek örgütlü bir hareketin olmaması ve tüm “silahlı” faaliyetlerin HDP üzerinden PKK’ye endekslenmesi belirleyici olmuştur. Ama bu durum, “sol”daki legalizmin, oportünizmin ve pasifizmin yarattığı bir sonuçtur.
“Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda, kitlelerin örgütlenmesi ve sosyalizmin yayılması için en küçük legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal çalışmanın kölesi olmaktan da, kendilerini kurtarmalıdırlar. Engels, iç savaşa ve burjuvazinin yasaları çiğnemesinden sonra bizim de yasaları çiğnememiz gereğine değinerek, ‘İlk silahı patlatan siz olunuz bay burjuvalar!’ diye yazıyordu. İçinde bulunduğumuz bunalımlar, burjuvazinin, bütün ülkelerde, en özgür ülkelerde bile, yasaları ayaklar altına aldığını göstermektedir; devrimci savaşım yöntemlerini savunmak, tartışmak, değerlendirmek ve hazırlamak amacıyla bir illegal örgüt kurulmaksızın kitlelerin devrime yöneltilmeleri olanaksızdır. Örneğin Almanya’da, sosyalistlerin yaptıkları bütün namuslu işler, o pis oportünizme ve ikiyüzlü ‘kautskiciliğe’ karşın ve gizlice yapılmıştır. İngiltere’de, askerliğe karşı yazılar yayınladıkları için insanlar zindanlara atılmışlardır. İllegal propaganda yöntemlerini kınamayı ve bununla legal basında alay etmeyi sosyal-demokrat parti üyeliği ile bağdaşır saymak sosyalizme ihanettir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 28-29)
Lenin’in dediği gibi, “ihanet”, “sol”daki legalizmle başlamıştır. “Oyuna gelmeyelim”, “provokasyona gelmeyelim”, “demokratik ve barış yolundan ayrılmayalım” sözlerinde ifadesini bulan oportünizm, soldaki devrimci unsurları ve sol kitleyi örgütsüz ve silahsız bırakarak, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaşı karşısında (her ne kadar Gezi Direnişi’nin akılda kalan sloganıysa da) boyun eğmeye yöneltmiştir.
“Sol”un başına musallat olan legalistler ve oportünistler, bu durumu görmezlikten gelerek, gelişmeleri PKK’nin “devrimci halk savaşı” söylemiyle silahlı saldırıları yoğunlaştırmasının bir sonucu olarak sunmuşlardır. Daha da ileri giderek, 1 Kasım seçimlerini AKP’nin “açık-ara” kazanmasını ve HDP’nin seçim barajını zorlukla geçmesini PKK’nin silahlı eylemlerinin ürünü olduğu iddia edilmiştir.
Bu, Ankara katliamında kitleleri “koruyamayan”, daha doğrusu “koruma” diye bir nosyona ve misyona hiç sahip olmamış “sol”cular, katliamın ertesi günü pazardan 100 liraya aldıkları “metal dedektörü”yle sahneye çıkıp, “devletin almadığı güvenliği” kendilerinin sağladıklarını ilan edebilecek kadar aymazlık (kendilerine göre “kahramanlık”) göstermişlerdir. Üstelik bunu “canlı bombalara karşı güvenlik önlemi” olarak da sunabilmişlerdir.
[1*] Aynı zihniyet, Gezi Direnişi sürecinde “eli sopalılar”ın saldırıları karşısında “bunu konu yapmayalım, yoksa kitleler paniğe kapılır” diyerek insanları kendi hallerine terk etmiştir.
Kendisine devrimci diyen herkes çok iyi bilmelidir ki, savaş, iç savaş ve devrim bir şiddet hareketidir. Şiddet de, silahlı güçlerle uygulanır. Savaş ya da iç savaş, ister fiilen gerçekleşmemiş olsun, her durumda silahlı güçlerin varlığını öngerektirir. Bu güçlere sahip olmayanlar savaş meydanına çıkmadan yenilgiyi peşinen kabul ederler. Bu da karşı-devrimin şiddeti karşısında boyun eğmek demektir.
Bugün için Recep Tayyip Erdoğan hazırlandığı ve uygulamaya soktuğu iç savaşın başlangıç evresinden direnişle karşılaşmaksızın, “kazasız-belasız” geçmiştir. Ama bu her zaman ve her aşamada böyle olacak demek değildir. Devrimciler, tarihin derslerini alarak ve devrimci savaşın gerekliliğini kavrayarak örgütlenmek zorundadırlar. Bu yapılabildiği koşullarda, devrimciler ve devrimci kitleler ilan edilen iç savaşları her zaman “hoş geldin, safa geldin” diyerek karşılayacaklardır. Bunlar yapıldıktan sonra, doğru bir devrimci çizgide ve doğru bir politikleşmiş askeri savaş yönetimiyle iç savaşlardan zaferle çıkılacaktır.
Dipnot
[1*] 11 Ekim’de “Sıhhiye Meydanı’ndaki kitlesel anma etkinliğinde polisler TOMA’larla Kızılay girişini tutarken, alanın güvenlik önlemlerini Halkevleri, HDP ve ESP aldı. Halkevleri üyeleri anma etkinliği başlamadan bir saat önce alana gelerek detektörle alanı taradı. Anma etkinliğinin başlama saatinin yaklaşmasıyla birlikte üç örgütün görevlileri alanın Kızılay, Mithatpaşa ve Necatibey girişlerinde kol kola girerek zincir oluşturdu, alana girenlerin üstlerini aradı, detektörle çantaları taradı.” (sendika.org) Üstelik “kol kola girerek zincir” oluşturanlar, yüzlerini mitinge katılanlara ve sırtlarını polislere dönerek bunu yapmışlardır.