Seçimler, geniş halk kitlelerinde bir şeylerin değişebileceği beklenti ve umutlarının arttığı, bu yolla mevcut toplumsal-siyasal sisteme (bir süreliğine de olsa) bağlandığı ve sistemin kendi işleyiş kurallarına daha fazla uyduğu bir ortam yaratır.
Öte yandan seçim ortamlarında ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz beklentiler, kitlelerin politikayla daha fazla ilgilenmesine yol açtığı gibi, kendi içlerinde bölünmesine, ayrışmasına ve hatta uzun süreli kutuplaşmasına da yol açar.
Olağan zamanlarda siyasetle fazlaca ya da hiç ilgilenmeyen insanlar, seçimlere katılarak (oy vererek) ülkenin siyasal yapısının biçimlendirilmesine katkıda bulunurlar. Oy tercihleri de, siyasete ne kadar uzak olduklarına göre belirlenir. Etkili bir siyasal reklam, hoş bir müzik klipi, siyasetçiye ilişkin yaratılmış olan “algı”, oy tercihlerini belirleyebildiği gibi, “hasımlar”, “ötekiler” vb. söylemler de oy tercihini belirleyebilmektedir. Siyasetten uzak insanların oy tercihlerini değiştirmeye yol açan en temel etmen ise, ortaya çıkacak seçim sonuçlarının o güne kadar sürdürdükleri ve fazlaca da hoşnutsuz olmadıkları yaşamlarını alt-üst edebileceğine ilişkin bir beklentinin yaratılmasıdır...
Seçimler, diğer yandan iktidar olmanın “nimet”lerinden yararlanan kesimlerin varolan çıkarlarını korumaları yönünde bir harekete yol açar. “Muhalif” kesimler açısından ise, seçimler, varolan iktidardan kurtulmanın somut ve gerçek bir aracı olarak görünür. Bu da, sisteme bütünsel olarak “muhalif” olanların bir süreliğine sisteme tabi olmalarını getirir.
Bir başka açıdan, seçimler, mevcut toplumsal yapıdaki değişik sınıf ve tabakaların siyasal düzeylerini ölçmenin bir aracıdır. Engels’in deyişiyle, bu da seçimlerden beklenebilecek tek şeydir.
Ülkemizde seçimler, ister genel seçimler olsun, ister yerel seçimler olsun, her zaman siyasal iktidar ile toplumsal muhalefet arasında bir hesaplaşma ortamı olmuştur. Bu nedenle de, sistem, toplumsal muhalefeti değişik yol ve araçlarla bertaraf edemediği, pasifize edemediği koşullarda seçimlere giderek, toplumsal muhalefeti bir süreliğine sistem içi değişim beklentisine yöneltir.
Bu sistem içi değişim beklentisi, “sol” yapıların ve örgütlerin değişik gerekçelerle (örneğin, “taktik hevalım” mantığıyla ya da “geniş halk kitleleriyle bağ kurmak için legal olanaklardan yararlanma” adına) seçimlere katılımıyla önemli ölçüde meşruluk kazanır.
Bu “meşruiyet” içinde yapılan seçimler, bir dönem için toplumsal muhalefeti yatıştıramasa da, asıl olarak bu muhalefeti (bir süreliğine de olsa) sistem içine çekerek belli bir işlevi yerine getirir.
Artık herkes, AKP’lisi de, CHP’lisi de, MHP’lisi de, HDP’lisi de biliyor. Daha düne kadar “barış”tan, “barış süreci”nden söz eden Recep Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçim döneminde “masayı” devirdi. Daha “Dolmabahçe Mutabakatı”nın mürekkebi kurumadan Recep Tayyip Erdoğan’ın “masayı” devirmesinin, İmralı üzerinden yürütülen “barış sürecini” sonlandırmasının “hikmeti” de herkes tarafından biliniyor. Yine de “ne oldu da böyle oldu” sorusu hala zihinlerde tam olarak yanıtlanmamış bir soru olarak kalmayı sürdürüyor.
Bir taraftan ülkeyi “anket”ler üzerinden yöneten Recep Tayyip Erdoğan, diğer taraftan her seçim döneminde yaşanılan “bildik” durumları 7 Haziran sürecinde de ortaya koydu.
%36 oy oranıyla iktidar olduğu Kasım 2002 seçimlerinden 7 Haziran seçimlerine kadar geçen sürede gerçekleştirilen tüm genel ve yerel seçimlerden “açık-ara” birinci çıkan AKP’nin en bildik “taktiği”nin temelinde, “ekonomik istikrar” ve “analar ağlamasın” demagojisi yatmıştır.
“Ekonomik istikrar” ancak “tek parti iktidarı” ile mümkündür demagojisi ne kadar tutmuşsa, “analar ağlamasın” demagojisi de bir o kadar kabul görmüştür.
Burada “ekonomik istikrar”ın nasıl bir şey olduğunu, nasıl demagojik biçimde kullanıldığını ele almayacağız. Ama PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadeleyle on binlerce insanın yaşamını yitirdiği bir ülkede, hiç tartışmasız “analar ağlamasın” demagojisi “ekonomik istikrar”dan çok daha etkili olmuştur.
“Analar ağlamasın” ya da Oslo’da başlayıp İmralı üzerinden sürdürülen “barış görüşmeleri”,
her seçim sath-ı mailine girildiğinde PKK’nin “
tek taraflı ateşkes”iyle güçlendirilmiştir.
AKP için yaşamsal niteliğe sahip olan ve askeri darbe tehdidiyle yüzyüze olduğu 2007 Temmuz seçimleri öncesinde PKK’nin ilan edilmemiş bir “ateşkes”e gitmesi “can suyu” olmuştur. Yıllar sonra A. Öcalan’ın AKP’yi devirmeye yönelik askeri darbeyi ben önledim mealinden sözleri bu durumu yalın biçimde ortaya koymuştur.
2009’da yapılan “gizli” Oslo görüşmelerinin ardından yapılan ve Türkiye’deki siyasal sistemi “fiilen” değiştiren 12 Eylül 2010 referandumu, yine resmen ilan edilmiş bir ateşkes ortamında ve üstelik BDP’nin “boykot” kararıyla gerçekleştirildi. Ateşkes ve boykot kararı altında yapılan referandumdan AKP “zafer”le çıktı. Aynı ateşkes durumu 2011 genel seçimlerinde de sürmüştür.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan “taşın altına elini koyan” “barış yanlısı” ve “Kürt sorununu çözecek tek kişi” olarak lanse edilirken, arka planında her zaman PKK ile yapılan “gizli” görüşmeler ve buna bağlı olarak PKK’nin ilan ettiği ateşkesler yatmıştır.
Tüm bu görüşmelere, “barış” propagandalarına karşın Recep Tayyip Erdoğan, her seçim döneminde “
tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet”ten söz etmekten hiç kaçınmamıştır. Bu “motto”, 2007 seçimlerinde de, 2011 seçimlerinde de, son olarak 7 Haziran seçimlerinde de ve son olarak 1 Kasım “tekrar” seçimlerinde de Recep Tayyip Erdoğan’ın en gözde propaganda sloganı olmayı sürdürmüştür.
Bu açık gerçeğe rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın “
tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” propagandası neo-liberaller ve her cinsten köşe yazarları tarafından bir “seçim taktiği” olarak sunulmuştur. Gerekçe ise, “MHP’nin milliyetçi oylarını almak” olmuştur.
7 Haziran seçimleri öncesinde, Dolmabahçe “mutabakatı”nın hemen sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla meydanlara çıktığında yine aynı sloganı kullanması da, aynı biçimde “seçim taktiği” olarak gösterilmiş ve aynı biçimde “amaç, MHP’nin milliyetçi oylarını almak” olarak sunulmuştur.
Bu söylemlere rağmen 7 Haziran seçimleri de, diğerleri gibi, PKK’nin “tek taraflı ateşkes”i ortamında gerçekleştirilmiştir. Diğer bir ifadeyle, aynı ırmakta üçüncü, dördüncü ve hatta beşinci kez yıkanılmaya kalkışılmıştır.
7 Haziran seçim sonuçlarının Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi olmasa da, “beklediği” gibi çıktığı söylenebilir. Temmuz ayına gelindiğinde, “ne olduysa oldu”, birden “taraflar” kılıçlarını çekip saldırıya başladılar. Ortalıkta ne “barış süreci”, ne “müzakere”, ne de “ateşkes” kaldı. Recep Tayyip Erdoğan, Suruç Katliamı’nı bahane ederek ülke çapında “terörle mücadele” başlattı. PKK’de aynı boyutta ve sertlikte buna yanıt verdi. Ortalık kan gölüne döndü. Ölüm haberleri birbiri ardına gelmeye başladı. Recep Tayyip Erdoğan bir kez daha “tek vatan, tek millet... vs.” propagandasına başladı ve “Teröre karşı tek yürek, tek yumruk” mitingleriyle 1 Kasım seçim çalışmalarına başladı.
1 Kasım “tekrar” seçim sürecinde Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha milliyetçi-şovenist söylemlere başvurması, hemen “MHP’nin milliyetçi oylarını almak”, MHP’yi “barajın altına itmek” olarak yorumlandı. Hemen ardından 7 Haziran seçimlerinde kaybettiği “tek parti iktidarı”nı 1 Kasım’da yeniden kazanabileceği söylenmeye başlandı.
Bu arada bazı “
küçük” şeyler görmezlikten gelindi.
Bu “küçük” şeylerin belki de “en küçük” olanı,
İncirlik üssünün Suriye ve Irak savaşında etkin bir biçimde kullanılması için ABD ile
8 Temmuz’da “mutabakata” varılmasıydı. Her ne kadar bu “mutabakat”a kadar Dolmabahçe’deki “masa” devrilmişse de, henüz ülke çapında bir “terör”den, “terörle mücadele”den söz edilmiyordu.
23 Temmuz’da Obama ve Erdoğan’ın “telefon görüşmesi”yle resmiyet kazandırılan 8 Temmuz “mutabakatı”nın haftasında (henüz Suruç Katliamı yapılmamışken, “terörle sonuna kadar savaş” sloganları atılmamışken) PKK’nin “devrimci halk savaşı süreci”ne yönelik açıklamaları geldi.
Görüldü ki, iki taraf da, AKP de, PKK de “mutabakat”ın ne olduğunu ve neye yönelik olduğunu çok iyi biliyorlardı. “Mutabakat”la birlikte kılıçlar bilenmeye başladı ve 23 Temmuz’da resmiyet kazanır kazanmaz “terörle sonuna kadar savaş” başlatıldı.
Görmezlikten gelinen bir diğer “küçük” şey ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun zamandır planladığı ve hazırlandığı “
iç savaş”tır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “iç savaş” planı, 3 Temmuz 2013’de (Gezi Direnişi’nden birkaç hafta sonra) Mısır’da “Müslüman Kardeşler” iktidarına (Mürsi) karşı gerçekleştirilen askeri darbe ile kuvvadan fiile çıktı. “Oyların namusu” söylemi Recep Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşmez oldu. Daha da öteye geçerek, Mısır’daki askeri darbe sonrasında Müslüman Kardeşler’in “direnişi”ndeki can kayıpları kutsadı. “Binlerce insan şehit olduysa bu
oylarının namusu için şehit oldular” demekten geri kalmadı.
Elbette “iç savaş” planları, yalın bir askeri darbe ya da toplumsal muhalefet hareketinin kendisini devirmesine bağlı değildir. Kendi deyişiyle, “iç savaş” planı, şeriatçıların “fıtratında” vardır. Gerek İran “islam devrimi”, gerekse N Erbakan’ın 1994 yılında söylediği “
geçiş dönemi, sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak, kansız mı olacak” sözleri şeriatçıların her koşulda iktidar olmak için bir iç savaşı göze aldıklarının açık ifadesi olmuştur. Ancak “iç savaş”, neo-liberallerin “pragmatist” olmakla övdükleri Recep Tayyip Erdoğan’ın gündemine ancak Gezi Direnişi ve Mısır’daki askeri darbe sonrasında girmiştir.
Artık “iç savaş”, bir yanıyla kendi iktidarlarını pekiştirmenin ve kökleştirmenin aracı olurken, diğer yanıyla kendilerine yönelik toplumsal muhalefete “haddini bildirmek” amacıyla planlanmış ve hazırlığa başlanılmış bir süreç olmuştur.
Toplumsal muhalefetin, özellikle “sol” dayanaklı toplumsal muhalefetin en hassas yeri, “zincirin zayıf halkası” hiç şüphesiz “Kürt sorunu”dur. Dolayısıyla “iç savaş” buradan başlatılmak durumundadır.
Böylece bir yandan “MHP’nin milliyetçi oyları” kolayca alınabilecek, diğer yandan ülke çapında “PKK terörü” bahanesiyle yaygın ve yoğun milliyetçi-şovenist rüzgarlar estirilebilecektir. Bunun sonucu olarak 24 Temmuz’da “Kandil” bombalanmaya başladı. ABD’den alınan “istihbarati bilgi”yle zaten gelişmeleri “an be an” izleyen “Kandil” de buna yanıt vermekte duraksamadı. Bir kez daha 2012 Şemdinli olayı (daha geniş ölçekte ve yoğunlukta) sahneye çıktı.
“İç savaş”ın uvertürü, TSK’nın “dağı-taşı” bombalamasıyla ve buna PKK’nin “misilleme hakkını kullanarak” yaygın saldırılarla ve ilçe direnişleriyle yanıt vermesiyle başladı. Birbiri ardına “sokağa çıkma” yasakları ilan edildi.
Bir yanda “sokak çatışmaları”, diğer yanda TSK-PKK çatışmaları olanca hızıyla ve yaygınlığıyla sürüp giderken, 1 Kasım “tekrar” seçiminin “kaderi” ortada kaldı.
Yapılan ve yaptırılan “anket”, 1 Kasım seçimlerinde 7 Haziran seçimlerine benzer sonuçların çıkacağını gösterirken, AKP’nin 1-2 puan artırma uğruna her yola başvurduğu görülmeye başlandı. Hedef, bir yanıyla “MHP’nin milliyetçi oyları”ndan bir miktarını “tırtıklamak”, diğer yanıyla HDP’nin oylarını olabildiğince “tırpanlamak”tır.
MHP’nin “milliyetçi oyları” bayrak mitingleriyle aşındırılmaya çalışılırken, HDP’nin oyları, doğrudan seçmenlerin oy kullanamaz hale getirilmesiyle azaltılmaya çalışılmaktadır. “Sokağa çıkma yasakları” ne kadar “askeri gereklilik” olarak gösterilirse gösterilsin, aynı gerekçelerle “seçmen taşıma”, “sandık birleştirme” girişimleriyle HDP’ nin barajın altında kalması sağlanmaya çalışılmaktadır.
HDP’nin baraj altına itilebilmesi için, 7 Haziran seçimlerinde aldığı 5 milyon 846 bin oyun yaklaşık bir milyonunun “buharlaşması” ya da bir milyon seçmenin oy kullanamaz hale getirilmesi gerekmektedir. Bu durumda HDP’nin baraj altına itilebilmesi için CHP’den HDP’ye giden bir miktar “ödünç oy”un geri döneceği gözönüne alındığında, 700-800 bin seçmenin oy kullanmasının önüne geçilmesi yeterli olacaktır.
Ancak bu “evdeki hesap” çarşıya uyacakmış gibi de görünmemektedir. En azından %32,5 gibi düşük bir katılımın olduğu yurtdışı oylarının iki yüz binini (%21,4) almış olan HDP’nin katılımı artırarak daha yüksek bir oy miktarını elde etmesi olasıdır. “Rahmetli” Demirel’in çok sevdiği sözle, “keser döner sap döner gün gelir hesap döner”.
Böylece biraz oradan (MHP), biraz buradan (HDP) oy kaydırmaları ya da kayıpları sağlanmaya çalışılırken, bir yandan da seçimlere katılımı düşürmeye çalışılmalıdır. Özellikle de “rahatına düşkün” CHP seçmenini, ister dört günlük 29 Ekim tatili nedeniyle, ister bıkkınlığı ve bezginliği nedeniyle sandığa gitmesini “beklemek” gerekir.
Bütün bunların yeterli olmayacağı görüldüğü için de, Recep Tayyip Erdoğan birbiri ardına “muhtarlarıyla” toplantılar düzenlemektedir. Bu “muhtarlar” aracılığıyla “seçim hilesi” yapılarak bir miktar daha oy sağlanmaya çalışılmaktadır.
“Seçmen taşıma”, “sandık birleştirme” dışındaki tüm bu yollar ve yöntemler hemen her seçimde AKP tarafından sıkça ve bolca kullanılmıştır. Burada “yeni”, “şaşırtıcı” bir şey yoktur. “Seçmen taşıma” ya da “sandık birleştirme”yle ne kadar başarılı olunacağı da belirsizdir. Sonuçta, tüm yol ve yöntemi deneyen AKP’nin 7 Haziran’dan daha “iyi” bir sonuç alması da pek olası görünmemektedir.
Bu olasılıklar içinde 1 Kasım seçimlerine bir ay kalmışken hemen her yerde (açık ya da kapalı) dile getirilen şey “seçimlerin yapılıp yapılmayacağı” olmaktadır. Doğal olarak “ne olacak”cı zihniyet de bu sorunun yanıtının peşinde koşmaktadır. Tıpkı 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı geçip geçmeyeceğini önceden bilme arzusu gibi.
Devrimciler için “durum tahlili”, gelişen siyasal olayların yönünü, dinamiklerini ve yönelimlerini saptamayı hedefler. Ancak sadece saptamakla yetinilmez. Aynı zamanda olası gelişmeler karşısında nasıl bir tutum alınacağı ve ne yapılacağı da belirlenmek durumundadır. Bu açıdan, mevcut durum tahlili, salt olguların yan yana ya da alt alta dizilmesi olmadığı gibi, “akla gelebilen her türlü olasılığın” ortaya konulması ve bunlara karşı “politikalar” oluşturulması da değildir. Objektif bir küçük-burjuva aydını da bu olguları ve olasılıkları saptayabilir.
Düzenin “olağan” yasallığı içinden bakıldığında, seçimler yapılır. Seçimler yapılır, sonuçlar 7 Haziran’dan farklı olmazsa, “ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” diyen düzen partileri bir araya gelerek bir “çare” (koalisyon) bulurlar.
Ama sorun bu değildir. Sorun, Recep Tayyip Erdoğan’ın
de facto (fiilen) elde ettiği gücü kimseyle paylaşmaya niyetinin olmaması ve bu
de facto gücü sonuna kadar kullanmaya çalışmasıdır. Bunun için devletin yasal güçlerini kullanmakta bir an için bile “imtina” etmeyeceği varsayılmak durumundadır. Devletin yasal güçlerinin yanında faşist-islamcı milislerin, “alperen esnaf”ın ve “muhbir muhtar”ın devreye sokulması kimseyi şaşırtmayacaktır. Böylesi bir durumda “ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” diyen düzenin “muhalefet” partileri, ya Recep Tayyip Erdoğan’ın
de facto gücünü kabul edeceklerdir ya da AKP azınlık hükümetinin kurulmasını çaresiz biçimde izleyeceklerdir (Meclis başkanlığı seçiminde olduğu gibi).
Elbette HDP’nin baraj altında kalması da bir olasılıktır. Bunun hangi yol ve yöntemle yapıldığının fazlaca önemi yoktur.
De facto gücü elinde bulunduran açısından “sandık” önemlidir ve sandıktan çıkan sonuçları “herkes” kabul etmek zorundadır. Aksi halde “iç savaş” için örgütlenmiş milislerin önü açılır, yani Gezi Direnişi’nde “evde zor zaptedilen %50” harekete geçirilir. Bu da Recep Tayyip Erdoğan’ın
de facto gücünün sokak üzerinden yeniden “tesisi”dir.
Baraj altında kalan HDP de ellerini kavuşturup oturmayacaktır. PKK söyleminde ve programında yer alan “demokratik özerklik” yeni bir alan ve yeni bir meşruiyet kazanarak tüm Kürt illerinde uygulamaya sokulacaktır. Bu da
de facto bir savaş durumudur, ulusal bir savaş durumudur. Bunun sonuçları ülke çapında karşılıklı boğazlaşma olarak ortaya çıkar. Böyle bir ortamda, böylesine savaş koşullarında demokrasiden, sandıktan, legal olanaklardan söz etmek zaten olanaksızdır. Ülke fiilen (
de facto) savaş alanı haline gelir, her türlü demokratik hak ve özgürlükler tümüyle ortadan kalkar. Fiili bir sıkıyönetim ve darbe dönemi ortamına girilir.
İkinci olasılık ise, 1 Kasım seçimlerinin resmen yapılmaması ve AKP seçim hükümetiyle ülkenin yönetilmesidir. Bu ise, seçime katılan tüm siyasi partilerin fiilen işlevsizleşmesi ve kapatılmasıyla özdeştir. Açıkçası, bu olasılık, Recep Tayyip Erdoğan’ın 2007 referandumuyla yaptığı “kafa darbesi”nin (
coup de tête) “hükümet darbesi”yle (
coup d’état) tamamlanması demektir.
Bundan sonrasındaki tek ikilem, ya devrimci mücadele ya da “dış güçler”den (emperyalist ülkelerden) medet ummak olarak ortaya çıkar.
Görüldüğü gibi, 1 Kasım seçimleriyle bir kez daha belirginleşen tek şey, devrim ve karşı-devrimdir. Ya devrimci mücadele eldeki tüm olanaklarla sürdürülecektir ya da karşı-devrime teslim olunacaktır. Dün olduğu kadar bugün de başka seçenek yoktur. Dün olduğu gibi bugün de “başka seçenek” olduğunu varsayanlar elbette olacaktır. Hatta “henüz bütün legal olanaklar tüketilmediğinden” silahlı devrimci mücadelenin “yanlış” olduğunu bile ileri süreceklerdir. Bunlar teslimiyetçilikten başka bir sonuç üretmeyecektir.