Önce devrimci teori ve ardından ideoloji öldürüldü. Sonra medyumlara, cinci hocalara inanılmaya başlandı. Özellikle eğitim görmüş kesimler, yaşadıkları sorunların “nedenleri”ni psikologlarla ararken, “ne olacağını” medyumlardan, cinci hocalardan öğrenmeye çalıştılar. 90’ların başları medyumların, cinci hocaların yükseldiği, her türlü hurafenin el üstünde tutulduğu, dinciliğin, tarikatçılığın, cemaatciliğin giderek yaygınlaştığı bir dönem oldu. Her sorunun, her sıkıntının, her derdin dermanı hocalarda, şeyhlerde, şıhlarda aranır oldu. Bu da dinciliğin yaygınlaşmasına ve siyasal islamın güçlenmesine yol açtı.
“Allahın dediği olur”a, başa gelenlerin ve geleceklerin “alın yazısı” olduğuna ilişkin inanç siyasal islamcılığı iktidara doğru taşırken, bir tarafıyla maddeci (materyalist değil), bir tarafıyla pragmatist anlayışlar ve yaklaşımlar baş tacı oldu.
Ne kadar “Allahın dediği olur”a, “alnımıza ne yazılmışsa o olur”a inanılırsa inanılsın, yine de “maddiyat”, “ahrette iman, dünyada mekan”ın ayrılmaz bir parçası olmayı sürdürdü.
Bu “maddiyatçılık”, her ne kadar 80’lerin başlarında “bankerliği” keşfetmişse de, 90’ların ortasından itibaren borsanın keşfiyle birlikte “zirve” yaptı. Borsa, dolar ve altın, bu “iman sahibi” “maddecilerin” gözdesi olup çıktı. “Ne olacak bu memleketin hali”nden daha çok, “ne olacak bu borsanın hali” sorusu sorulmaya başlandı. Ama soru böyle de olsa, “maksat”, borsada hangi hisse senedinin fiyatının artacağını, hangisini almanın kârlı olacağını önceden bilmekti. Dünyada ve ülkedeki siyasal gelişmelerin borsa üzerindeki etkisi, siyasal gelişmelerin insanların ve ülkelerin geleceğindeki etkisinden çok daha fazla önemsenir oldu.
Repolar, ters-repolar keşfedildi. Eldeki her türlü “varlığı” paraya çevirip hisse senetlerine, hazine bonolarına yatırmak, “geleceği bilme” arzularını daha da pekiştirdi. Geleceği, daha doğrusu hangi hisse senedinin yükseleceğini, doların ne yönde gideceğini bilmenin getirisi olduğu sürece bu arzu sürüp gitti.
Yanlış öngörülerden yola çıkanlar, “geleceği bildiği” varsayılanların (televoleci ekonomistler gibi) bildiklerinin boş olduğunu görenler, ellerindeki her şeyi kaybettikçe “allah”a döndüler. Ne de olsa “Allah ne takdir ettiyse o oluyordu”. Kayıpları telafi etmenin yolu da “allah”a inanmaktan geçiyordu.
Yine de “allah”, varlık sahiplerinin ya da ellerinde-avuçlarındaki her şeyi satarak varlık sahibi olmaya kalkışanların hangi hisse senedine para yatırmaları gerektiğini, doların yükselip yükselmeyeceğini, altının değerinin artıp artmayacağını “alınlarına” yazmadığı için, çareyi, gazetelerin ekonomi sayfalarında, televizyonların ekonomi programlarında, daha da önemlisi ekonomist köşe yazarlarında aramaya koyuldular.
İşyerlerinin özelleştirilmesinden pay kapmak isteyen işçiler ve devlet kağıtlarına para yatırmanın çok kârlı olduğunu düşünen devlet memurları yepyeni bir dünyanın kapısından içeri girdiler. Özelleştirilen işyerlerinin giderek kapanacağı, işlerinden atılacakları işçilerin bile umurunda değilken, açılan yeni kapıya olan itimat ve ihtimam daha da arttı.
19 Şubat 2001 gününe gelindiğinde, tüm “maddiyatçılar” ellerindeki kağıtların birden buhar olduğunu, tüm varlıklarını kaybettiklerini gördüler. Kandırılmışlardı. Bunun cezasını da mecliste bulunan tüm partilere kestiler. Maddiyat kaybetmişti, ama “maneviyat” olanca haşmetiyle karşılarına çıktı.
Şimdi sıra şeriatçı, islamcı AKP’deydi. Yine ekonomi köşe yazarlarından, televizyon yorumcularından öğrendikleriyle, “istikrarlı” bir ülke olabilmek için “tek parti iktidarı”nın olmazsa olmaz olduğunu bellediler. “Tek parti iktidarı”nda herşey güllük gülistanlık olacaktı, aldıkları hazine bonoları, hisse senetleri öyle bir gecede buharlaşmayacaktı. Ülkenin “istikrarı”, borsanın istikrarı demekti ve bu da ancak AKP iktidarıyla olurdu.
Böylece AKP’nin açık ara seçim “zaferleri” süreci başladı. Zaten “allah korkusu” taşıyan bu dinciler hak yemezlerdi, garibanın ekmeğine göz koymazlardı. Üstelik şeker, un, kömür dağıtarak garibanlara yardım bile ediyorlardı.
Özelleştirmeler sonucunda işyerleri kalmamış işçiler, sayıları giderek azalan devlet memurları ve “doğrudan gelir yardımı” adı altında üretmeden “para” sahibi olan köylüler, maddiyat uğruna maneviyatın peşine takıldılar.
Sonuçta, maneviyatın peşine takılanlar, garibanlar, “cahil-cühela” takımıydı. Bunların böylesine aldatılması, kandırılması çok “doğal”dı. Doğal olmayan ise, eğitim görmüş kesimlerin aynı teranelerle maneviyatçıların peşine takılmasıydı.
AKP’nin “AB’ye gireceğiz” söylemiyle Avrupalı olma hayaline kapılan eğitim görmüş kesimler, yani küçük-burjuva “aydın”ları, bu yolla zahmetsiz biçimde iyi bir yaşam kuracaklarını hesaplarken, AKP ihaleleriyle “ihya” edilen küçük-burjuvalar ise, bakkallıktan marketçiliğe sıçramanın hazzını yaşıyorlardı.
Ülkede tek parti iktidarı hiç yıkılmazcasına yerleşmiş göründüğünden, artık çok daha güvenli biçimde borsaya para yatırabilecekti. Bütün birikimleri 2001 kriziyle “sıfırlanmış” olan işçiler ve memurlar kredi kartlarıyla, tüketici kredileriyle, konut kredileriyle ve hatta tatil kredileriyle yeni bir “birikim”in kapısını açtılar. Kredi kartlarıyla sağladıkları yeni “birikimlerini” bir kez daha, ama daha güvenli biçimde “değerlendirmeye” yöneldiler.
Kimisi bir kez daha borsada şansını denemeye karar verirken, kimisi konut sektöründe rantiye olmanın hesaplarını yapmaya başladılar. Her ne kadar arada inişler-çıkışlar olsa da, krizler “teğet” geçip gitti. Hiç kimse bu işin sonunun ne olacağını düşünmediği gibi, bu “suyun” kaynağının ne olduğunu da sormadı. ABD’deki “mortgage krizi”nin sonucu olarak ortaya çıkan 2010 krizini AKP’nin engin öngörüsüyle ve Ali Babacan’ın marifetiyle kolayca atlattılar! Bu “atlatmanın” ülkeye maliyetinden çok, kendi paralarının akibeti onları ilgilendiriyordu.
Bu ortamda ve bu havayla çocuklar üniversitelere gönderildi. Dört yıllık klasik üniversitelerin yanında ve yanı başında açılan “iki yıllık üniversiteler” en gözde bölümler oldu. Milyonlarca öğrenci “iki yıllık üniversite”ye girmenin heyecanı ile mutluyken, üniversite sınavlarının lise birinci sınıf dersleriyle sınırlandırılmasından da aileler mutlu oldular. Üniversite sayıları onlarla ifade edilirken, ellilere, yüzlere ve yüz ellilere ulaştı. Her bölümden her cinsten on binlerce öğrenci mezun edildi. Bu mezunların nerede ve nasıl iş bulacağı ise kimsenin umurunda olmadı.
Hiç şüphesiz, bütün bu olayların ve gelişmelerin gerçek niteliğini, ülkeye ve insanlara neye mal olacağını bilenler elbette vardı. Ama bir kez toplum şirazesinden çıkmıştı ve bu kesimleri de içine almakta fazla gecikmedi.
“Bilenler”, kendilerini “marksist” görüyor olsalar da, “solcu” gibi görünüyorlarsa da, “makro iktisat”tan “mikro iktisada” transfer oldular. Gazetelerde, televizyonlarda borsanın, doların ve altının “teknik analizi”ni yapan bu “bilgiçler”, bir yandan kariyer sahibi olurken, diğer yandan para sahibi oldular.
Bunların sonucu ise, on yıllardır süren “kahinlik” beklentilerinin güçlenmesi ve yaygınlaşması oldu. Gelişen siyasal olaylar yer yer “ne olacak bu memleketin hali” sorusunu öne çıkartırken, beklenilen yanıt kahinlikle ilgiliydi, ne olacağının bilinmesiyle ilgiliydi. “Allahtan başka” kimsenin bilemeyeceği söylenen “gelecek”, bir kez daha kahinlik, medyumluk işi haline dönüştü.
Bilinmek ve öğrenilmek istenen, sadece “ne olacağı”ydı. Eğer “ne olacağı”nı önceden bilebilirlerse, ona göre “pozisyon” alacaklardı. Hiç kimse olacak olanın olması gereken olup olmadığına bakmadığı gibi, olacak olanın iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz olmasına da bakmadılar. Dahası olumsuz, kötü olacak olanın olmaması için de bir şey yapma isteği ve eğilimi de ortadan kalkmıştı.
İnsanları, halkı, kitleleri aydınlatması, bilinçlendirmesi gerekenler de bu ortama ve havaya uydular. Kendilerine devrimci diyenler de, “komünist” diyenler de, hatta “marksist-leninist ve de komünist” diyenler de, bu ortamda ve bu hava içinde ajit-prop bir söyleme yöneldiler. Devrimci teorinin defteri çoktan dürülmüştü, ideoloji ise, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığıyla birlikte zaten ölmüştü. Silahlı devrimci mücadele, zaten 12 Eylül’le birlikte “yenilmiş”ti. Artık varolmak, varolmaya çalışmak “sol”un tek amacı haline gelirken, dünyayı değiştirmek sadece “anti-küreselleşme” söylemlerinde sözü edilen bir “şey” haline geldi.
Böylece “sol”un giderek artan bir legalizasyon süreci başladı. Amaç, bir yandan “devlet”in her türlü baskı ve şiddetinden uzak kalmak, diğer yandan “legal olanaklar”dan yararlanmak oldu. Steril ortamlarda varlık göstermek, belli mekanlarda “kültür” yapmak, belli mahallelerde gövde göstermek, 2-3 kişilik “medyatik” eylemlerle manşetlere çıkmak başlı başına “eylem” haline geldi. Birbiri ardına kurulan legal partilerle ve legal partiler arasında kurulan “bloklar”la seçimlere katılmak bu “eylemliliğin” doruk noktası oldu.
Kimileri “stratejik hedef”lerle yetinerek, ülkedeki somut siyasal gelişmeleri bir yana bırakarak “silahların propagandası”na yönelirken, kimileri de illegalite ile legalitenin melez bir karışımını uydurarak “siyaset” yaptı. Ama her durumda, bazı istisnalar dışında, hemen hemen tüm sol legalize oldu ve “Kürt özgürlük hareketi” yandaşı kesildi.
“Kürt açılımı”, “barış görüşmeleri”, “müzakere süreci” başladı. İlk günlerdeki çoktan terk edilmiş “klasik sol” bakış açısıyla bunlara “mesafeli” duranlar, “Osmanlıda oyun bitmez” diyenler, “sürecin” nasıl geleceğini keşfetmeye çalıştılar. “Kürt sorunu”nun “barışçıl” yoldan ve şeriatçı AKP aracılığıyla çözülebileceğine olan inanç giderek arttı ve sonunda inanç olmaktan çıkıp iman haline geldi.
AKP iktidarı koşullarında “memleketin hali” pek de umursanır olmadığı gibi, “merak” konusu bile olmadı.
Bu ortamda 2010 referandumu yapıldı ve 2011 seçimlerini AKP, bir kez daha açık ara kazandı.
Bu sıra ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısı, kimsenin umurunda olmasa da, kendi yolunda ve kendi yasalarıyla olacak olana doğru ilerlemeyi sürdürdü. Kendi gücünün zirvesinde olan AKP’nin giderek şeriatçı “dava”sını daha fazla öne çıkartması ve bu yönde icraatlara başlaması bu süreçte belli bir kırılmaya ve kaygıya yol açtı. Böylece Haziran 2013’e, Gezi Direnişi’ne gelindi.
Her ne kadar insanlar ve “solcular”, ne olacağını bilme derdinde olsalar da, olacak olanın olmaması için bir şey yapma derdinde olmadılar. Olmadıkları için de, “ne yapmalı” diye bir soruları da yoktu. Gezi Direnişi bu hava içinde başlayıp sonlandı.
Artık bir şeyler kırılmıştı. AKP’nin gücünün zayıflıkları yavaş da olsa ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık bu gücü kırmanın zamanı gelmişti. Ama sadece geleceğin “ne olacağı”nı bilmekle yetinenler, böylesi bir zamanda “ne yapılacağı”nı bilebilecek ve düşünebilecek durumda değillerdi. Herşeyleriyle legalize olmuş “sol”un legalite dışında “bir şeyi” düşünebilmesi de olanaksızlaşmıştı.
Soru yine aynıydı: Ne olacak?
Bir kez daha kahinlik, medyumluk revaç buldu. “Ne olacak” sorusuna, bir dizi senaryolarla, onlarca olasılıklarla yanıtlar verilmeye başlandı. Şöyle olursa böyle olur, böyle olursa şöyle olur türünden köşe yazarlarına özgü bir dil ve söylem gelişti. “Ne olacak” sorusu, günlük gazete manşetleriyle değişen bir “değişken” olarak ortalıkta dolaşmayı sürdürdü.
İçinde yaşanılan somut koşulların somut tahlilinin yerine günlük olaylara “endeksli” yazılar solun tek “besin” kaynağı haline geldi. Hararetli televizyon tartışmaları teorik ve ideolojik polemiklerin yerine geçti. İdeolojisizliği politikasızlık izledi. Devrimci mücadele çoktan unutulduğundan, devrimci mücadelenin taktiklerine yön verecek durum tahlilleri zaten unutulmuştu. Devrim stratejisi de, dünyanın ve ülkenin tahlili olmaktan çok, “taktik hevalım” mantığı içinde öylesine konuşulan bir “şey” haline geldi. Dünyayı değiştirmek yerine yorumlamakla yetinenler bile mumla aranır oldu. İçinde yaşanılan koşulları anlamakta zorlanıldıkça, “ne olacak” sorusu daha fazla sorulmaya başlandı.
Bununla da yetinilmedi. “Ne olacak” sorusu, giderek “mikro”laştı. Her seçim öncesinde seçim sonuçlarının “ne olacağı” merakı başlı başına siyaset konusu olmaya başladı. 7 Haziran seçimlerinde görüldüğü gibi, “HDP barajı geçecek mi” türünden sorular, HDP’nin barajı geçebilmesi için ne yapması gerektiği sorusunu bile gölgede bıraktı.
Böylesi bir ortamda “seçimlerde devrimci tavır ne olmalıdır” sorusu buharlaşırken, “bu seçimde hangi partiye oy verilmeli” sorusu da pek sorulmaz oldu. Kendi programının ve söyleminin herhangi bir yerinde “sosyalist” sözcüğü geçmeyen bir parti, bu ortam içinde kolayca “sol” ve “sosyalist” parti olarak “algı”latıldı.
Böylece solda ajit-prop söylem egemen olurken, seçimlerle “bir şeylerin değişebileceği” beklentisi her yanı sardı.
Devrim yapmak rafa kaldırıldı. Kimilerinin film malzemesi haline getirdiği gibi, devrim, devrimcilerin ve halkın sabah kalktıklarında öğrendikleri bir “şey” olarak sunuldu. Devrimin “olurluğu” bile “ne olacak” sorusunun “kapsama alanı” içinde yer almıyordu.
Devrim yapmak bir yana konulunca, devrim için örgütlenmek de, kitleleri bilinçlendirmek de bir yana konuldu. “Ne olacağını” bilme isteği politik pasifizme yol açtı.
Devrimci örgütlenme geriledikçe, devrimci mücadele de o ölçüde geriledi. Devrimci örgütlenmeyi geliştirmek ve harekete geçirmek de o kadar zorlaştı. Devrimci örgütlenme ve devrimci mücadele zorlu ve yoğun bir çabayı ve zamanı gerektirir hale geldi. Çaba göstermekten uzaklaşanlar ya da bir şeylerin hemen olmasını isteyenler, çabanın yoğunluğu ve zamanın uzunluğu karşısında karamsarlığa kapıldılar. Böylece devrimci mücadele biraz daha geriye itildi. Devrimci mücadelenin güç kaybetmesi ve geriye itilişi arttıkça, onu örgütlemek o ölçüde daha fazla çabaya ve zamana ihtiyaç duyar hale eldi.
Böylece içinde yaşanılan somut tarihsel koşullarda “ne yapmalı”yı konuşmak yerine, “ne olduğunu” tahlil etmeye ve anlamaya çalışmak zorunda kalındı.
Devrimci örgütlenme gerilememiş olsaydı, bugün bütün bunları konuşmak yerine, “eldeki mevcut güçlerle ne yapılması gerektiği” sorusu konuşuyor olurduk. Eğer bugün, eldeki mevcutt güçlerle ne yapmalı sorusunu konuşamıyorsak, bunun temel nedenlerinden birisi de “ne yapmalı” yerine, kahinlikten muzdarip “ne olacak” sorusunun sorulmasının bir alışkanlık haline gelmiş olmasıdır. Bu koşullarda 777 bin kilometre kare ve 72 milyonluk bir ülkede devrim yapmak için daha fazla çaba göstermekten ve zamandan başka bir araç, yol yoktur.