Bir seçim daha sona erdi. Her seçim sonrasında olduğu gibi, bu seçimlerde de, kimin ne kadar oy aldığı, ne kadar oy kaybettiği ya da oylarını ne kadar artırdığı bolca konuşulup tartışılıyor. Seçimlerin sayısal verileri alt alta konuyor, bir öncekilerle çarpılıyor, çıkartılıyor, bölünüyor ve sonuçta seçimin "galibi"nin kim olduğu ilan ediliyor.
30 Mart yerel seçimleri sonrasında ortaya çıkan manzara daha önceki seçimlerden çok farklı değildir. Yakından bakıldığında, bu seçimlerin 2011 genel seçimleri ile 2009 yerel seçimlerinin tıpkısı, daha açık ifadeyle, fotokopisi olduğu söylenebilir.
30 Mart yerel seçimlerinin diğer seçimlerden tek farkı, seçim sonrasında ortaya çıkan oy karmaşası, seçim hileleri ve birbiri ardına gelen itirazlar olmuştur. Daha önceki seçimlerin sonrasında sürekli dile getirilen, ama her durumda sonuçlara "saygı duyulması gerektiği" söylemiyle bir yana itilen seçim hileleri, bu seçimlerde çok daha belirgin ve somut olarak ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle bir ilktir.
Sayısal verilere bakıldığında, 2011 ve 2009 seçimlerinin fotokopisi olan 30 Mart seçimleri, Gezi Direnişi ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarının yarattığı gök gürültüsü ve fırtına altında yapılmış olmasına rağmen, sonuçlar, seçmen kitlesinde belirgin bir değişimin ve farklılaşmanın ortaya çıkmadığını göstermiştir. Daha önceki seçimlerde olduğu gibi, mevcut düzenin partileri açısından saflar ve oylar bloklaşmış, sosyolojik ifadeyle, toplumsal kutuplaşma kesin bir hal almıştır.
Nasıl ifade edilirse edilsin, 30 Mart seçimlerinin kesin ve belirgin bir "galibi" ortaya çıkmamıştır. "Endişeli laikler"in beklentileri gerçekleşmemiş, eski durum bu yerel seçimlerle birlikte bir kez daha onaylanmıştır. "Gezi'den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" söylemlerine, 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarına, birbiri ardına yayınlanan "tapeler"e rağmen her şeyin yerli yerinde kalışı, AKP'nin bu olaylardan ve gelişmelerden fazlaca etkilenmemiş olması bir kez daha "sol seçmen" kitlesinde düş kırıklığı yaratmıştır. Daha önceki seçimlerde olduğu gibi, "kişisel bozgun havası" bu seçimlerde fazlaca ön plana çıkmamışsa da, düş kırıklığı çok daha fazla derinleşmiştir.
AKP'nin "beklenilen" düzeyde oy kaybına uğramaması ve buna dayanarak Recep Tayyip Erdoğan'ın seçim akşamı tüm ailesiyle birlikte yaptığı "balkon konuşması", seçimlerin sayısal sonuçlarından daha çok, geleceğe dönük spekülatif söylemlerin yoğunlaşmasına yol açmıştır.
En tipik söylem, böylesi bir sonuçla kendi konumunu güçlendirdiğini düşünen Recep Tayyip Erdoğan'ın "cemaat"e karşı yoğun bir saldırıya geçeceği ve bu saldırı havası içinde kendi gücünü ve mutlak iktidarını daha da pekiştireceğidir. Oysa bu yeni bir durum değildir. 2007 seçimlerinden günümüze kadar gelişen siyasal olayların ana ekseni ve yönelimi hep bu yönde olmuştur.
2011 genel seçimleri öncesinde Kurtuluş Cephesi'nde yapılan bir değerlendirmede şunlar yazılıdır:
"Bugün AKP, yasallık görünümü altında, kendinden önceki tüm yasal sınırlamaları ortadan kaldırarak kendi mutlak iktidarını kurmaya yönelmiştir. Artık varolan hiçbir yasa AKP'-nin mutlak iktidarı için bir engel niteliğine sahip değildir. Bu öylesine bir durum yaratmıştır ki, yasallık ve meşruiyet anlamını yitirmiştir. AKP, mevcut yasaları büyük ölçüde değiştirmemiştir. Bu yönüyle AKP'nin 'yasa tanımaz' olduğundan, 'yasaları çiğnediğinden' kimse söz edememektedir. Gerçekte ise, tüm yasalar, 'yargı' yoluyla, AKP'nin istediği yönde eğilip bükülmektedir. Ama mevcut yasalara biçimsel olarak (hukuksal ifadesiyle 'lafızlarına') 'uygun' hareket edilmesi karşısında demokrat hukukçuların bile elleri kolları bağlı kalmaktadır. Bununla da yetinmeyen AKP, şimdi ülkeyi altı ay süreyle 'kanun hükmünde kararname'yle yönetmek istemektedir.
Eğer bir ülkede bir iktidar 'yasa tanımaz' hale gelmişse, kendi yasallığını kendisi çiğner hale gelmişse, açıktır ki, bu 'yasa tanımaz', baskıcı iktidara karşı 'direnme hakkı', tarihsel ve toplumsal olarak meşrudur. Ancak AKP'nin yasallığını, yasama organının yeni yasalar çıkarmasıyla değil de, mevcut yasaları yargının 'lafzi' yorumuyla 'uygulaması' bu klasik anlayışın 'ezber'ini bozmuştur. Artık 'yasallık', meşruiyeti içeren bir tanım olmaktan çıkmıştır.
Bugün yasaların 'lafızları'na 'uygun' olarak yargının getirdiği yorumla yürütülen AKP icraatlarının biçimsel 'yasallığı', evrensel (burjuva) hukukun 'yasallık' anlayışıyla açıklanamaz hale gelmiştir. Bu da, siyasal bir iktidarın tüm icraatının 'yasalara uygun' olduğu sürece 'meşru' olduğunu vaaz eden burjuva hukuk anlayışının küçük-burjuva yorumunun iflası demektir.
Oysa durum çok açıktır. AKP'nin 'yasallığı', ülkemizde egemen olan oligarşik diktanın yasalarına dayanan bir 'yasallık'tır. 'Eski' tanımla, sömürge tipi faşizmin yasallığıdır. Yine 'eski' tanımla, 'Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan 'temsili demokrasi' ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir'. AKP'nin tüm yaptığı, yasallığını, meşruiyetini sömürge tipi faşizmde bulan bir düzenin yasalarını kendi çıkarları için 'yorum'lamaktan ibarettir.
Bu durum karşısında küçük-burjuva aydın kesimin içine düştüğü çaresizlik ise, tümüyle sömürge tipi faşizmi, oligarşik dikta yönetimini uzun yıllardır yasal ve meşru görmesinden kaynaklanmaktadır."[1]
Gezi Direnişi, AKP iktidarının ve Recep Tayyip Erdoğan'ın hukuksuzluğunu bir süreliğine durdurmuşsa da, 30 Mart seçimleriyle birlikte Gezi Direnişi öncesindeki günlere geri dönülmüştür.
Bugünün beklentisi, 30 Mart seçim sonuçlarıyla birlikte Recep Tayyip Erdoğan'ın yasa tanımazlığının "cemaat operasyonu" adı altında görülmedik boyutlara ulaşacağıdır. Yasa tanımazlık, hukuksuzluk, keyfi yönetim uygulaması "cemaat operasyonları" adı altında yaygınlaşıp pekişirken, "cemaat karşıtları"nın, "cemaat mağdurları"nın bu gelişme karşısında "kontrol kulesine" çıkarak, sureti haktan görünme gayretleri içine girecekleri de kesindir.
Şurası açıktır: Türkiye'nin kentsel nüfusunun "kentlileşmiş" kesimleri (çarpık kapitalizmin çarpık burjuvazisi) AKP'ye ve Recep Tayyip Erdoğan'a mutlak biçimde karşıdırlar. Siyasal olarak aktif olan bu kesimler, bu tutumlarını 30 Mart seçimlerinde de kesin ve mutlak biçimde ortaya koymuşlardır. Bunun karşısında Anadolu kasabaları ve kırsal bölgeler kesin ve mutlak biçimde AKP'nin her türlü icraatının arkasında durmaktadır. MHP kitlesi bu iki kesim arasına sıkışmış gibi görünse de, her durumda dinsel ve milliyetçi özellikleriyle kesin karar ve tutum alma noktasına gelindiğinde, AKP'nin arkasında duran seçmen kitlesinden çok daha farklı bir tutum takınmayacağı da görülmektedir. Diğer bir kesim ise, ulusal sorununu her şeyin önüne ve üzerine koyan Kürt kitlesidir.
Böylece Türkiye halkı üç ana bölüm içinde saflaşmıştır.
Birinci bölüm, her koşulda AKP'ye ve Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel gücüne karşı olan "sol seçmen kitlesi"den oluşmaktadır. Bu kitlenin en tipik özelliği, siyasal olarak aktif olması, ancak gelişen olaylar karşısında çok kolaylıkla umutsuzluğa kapılması, moralmen çökmesi ve uzun süreli bir mücadeleyi sürdürecek bakış açısına ve örgütlülüğe sahip olmamasıdır.
Bunun temel nedeni, ne denli AKP iktidarına karşı olurlarsa olsunlar, her durumda mevcut düzenin/sistemin varlığını sürdürmesinden yana olmalarıdır. İçinde yaşadıkları sistemin köklü biçimde (radikal) değişmesinden yana değillerdir. Tüketim ekonomisinin öznesi olan bu kesimler, sözde ne denli ekonomik gidişattan kaygılı gibi görünseler de, kredi kartlı yaşam alışkanlıkları, TOKİ düzeni vb. gelişmelerden fazlaca rahatsız değillerdir. Bu yönüyle düzenle barışıktırlar. Onları kaygılandıran, saflaştıran ve zaman zaman tepkilerini dışa vurmaya yönelten şey, barışık oldukları sistem içinde yaşamlarına müdahale edileceği korkusudur. Özcesi, "sol seçmen kitlesi"nin düzenle, sistemle çelişkisi, siyasal iktidarın (AKP) keyfiyeti ve iktidar gücünü pervasızca kullanma eğilimiyle belirlenmektedir. Giderek seçimlerle bir şeylerin değiştirilebileceği ya da AKP'nin "sivil vesayeti"nin seçimlerle sınırlandırılabileceği beklentisi zayıflamaktadır. Bu da, eski tarzda bir parlamento dışı muhalefet eğilimlerinin güçlenmesine yol açmaktadır. Her şeye rağmen, düzenin/sistemin değişmesinden daha çok, yönetimin/hükümetin değişmesinden yanadırlar. Düzenden/sistemden beklentileri hala çok yüksektir. Bu nedenle düzenin değişmesini değil, yönetime çekidüzen verilmesini, yani reforme edilmesini istemekte ve beklemektedirler.
BDP'nin, özellikle de HDP'nin temsil ettiği kitle, Kürt ulusal sorunu bağlamında bu kitleden farklılaşmıştır. Günlük yaşamda "sol seçmen kitlesi"nin eğilimlerini taşıyor olsalar da, herşey ulusal soruna endekslendiğinden bu kitleye uzak durmaktadırlar. CHP'nin "ulusalcılığı" ile MHP'nin "milliyetçiliği" arasındaki sınır çizgilerinin silikleşmesi, birbirine yakınlaşması bu kitlenin "sol seçmen kitlesi"nden uzak durmasını daha belirgin hale getirmektedir. Bu yönüyle BDP/HDP kitlesi, siyasal iktidara ilişkin hayırhah bir tutum içindedir. "Sol kitle"nin tepkisinin büyümesi ve dışavurumu karşısında AKP yanında tutum takınmaları ve bu tepkiler sayesinde AKP ile "müzakere"lerin daha etkin olacağını varsaymaları iki kitle arasındaki ayrışmayı daha da keskinleştirmektedir. HDP saflarında yer alan "sol bileşenler"in istemi her iki kitlenin birleşmesi ve birlikte hareket etmesi olsa da, genel eğilim, "sol kitle"nin AKP'ye karşı muhalefetinin keskinleşmesinin "müzakere sürecinde" AKP'yi daha fazla taviz vermeye zorlayacağı yönündedir. Bu yönüyle toplumsal muhalefetin AKP iktidarını devirmesinden çok, köşeye sıkıştırmasını beklemektedirler. Bu sıkıştırma sayesinde AKP'nin kendilerine daha fazla ihtiyaç duyacağını, daha fazla taviz vereceğini ummaktadırlar.
Üçüncü ana kitle, blok halinde ve her koşulda AKP'ye oy veren kesimdir.
İstanbul seçim sonuçlarında çok açık biçimde görüldüğü gibi, bu kitle, ticarete ve inşaata dayalı ekonomik gelişmeden yararlanan ve bu yolla daha iyi bir yaşam tarzına sahip olduğunu ve olacağını düşünen bir kitledir. Sol söylemle "sadaka kültürü" ya da "sosyal yardımlar", bu kesimlerin yaşam koşullarını belirlemektedir. Giderek kurumlaşan ve AKP ile özdeşleşen bu durum, AKP iktidarı kaybettiğinde kendilerinin de kaybedeceği bir durum olarak görülmektedir. İşsizliğin yoğun olduğu bir kesim olduğu halde, "sosyal yardımlar"la, bir bakıma çalışmadan kazanarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
Bütün bu ilişki ve çelişkiler içinde toplumsal, siyasal ve kültürel olarak aktif olan legal sol örgütlenmeler (ki bunlar ülkemizdeki legalizmin ve oportünizmin ana unsurlarıdır) ve onların eylemli unsurları da tam anlamıyla "hayatın normal akışına" uygun hareket etmektedirler. Bu örgütlenmelerin unsurları (ki bunlara kısmen "kadroları" denilebilir) hemen her durumda sokağa çıkabildiklerinden, yani eylem içinde olduklarından, bir parçasını oluşturdukları örgütlenmelerin oportünist niteliklerini ve legalist/pasifist konumlarını görememektedirler.
Ama bundan daha önemlisi, eylemli sol kesimler de, "hayatın normal akışı" içinde sistemle, düzenle kesinkes uzlaşmaz bir çelişki ya da çatışkı içinde değillerdir. Bu yönüyle sol kitleyle ortak özelliklere sahiptir. Onlar da kredi kartlı yaşam olanaklarıyla, "akıllı telefon" ayrıcalıklarıyla, "café kültürü"yle vb. yollarla mevcut düzene dört bir yandan bağlanmış durumdadırlar. Gelecek beklentileri, toplumsal olmaktan çok bireysel ve kişiseldir. Bu nedenle legalist yapılar açısından bile kadro denilebilecek özellikler göstermemektedirler. Her şey tüketim ekonomisinin "akışına" uygun gitmektedir. Mevcut düzenle olan çelişkileri keskin olmadığı için de, uzun erimli ve sistemli bir mücadelenin parçası olamamaktadırlar. Onlar için, "özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir ve mümkün olan mücadele de belli bir anda verilmekte olan mücadeledir".
Bu durum ve zihniyet, Lenin'in sözleriyle, "kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğilimin ta kendisidir". Bunun sonuçları ise, sürekli ve kalıcı bir mücadelenin örgütlenememesidir.
İşte bu koşullarda seçimler, "an" olarak yapılan eylemliliklerin durağanlaştığı, seçim çalışmalarının pasifizmine kapılındığı, birbirinin aynısı olan sloganlarla, faaliyetlerle yetinildiği bir ortam oluşturmaktadır.
Hiç şüphesiz legalizm ve onun oportünizmi eylemsel olarak etkin kesimler üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir. İster parti olarak örgütlenmiş olsun, ister değişik adlarla (platform, kolektif, federasyon, dernek vb.) faaliyet yürütülsün, her durumda "an" her şeyin önüne geçirilmektedir. Son yıllardaki seçim sonuçlarının neredeyse birbirinin aynısı olması gibi, bu yapılar ve onların içinde faaliyet yürütenler aynı şeyleri biteviye yinelemekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Buna karşılık "legalist sol"un partilerin, tüm görkemli söylemlerine, her yerde hazır ve nazır olarak sokağa çıkışına rağmen, kitleler üzerindeki etkileri bindelik oranlarla ifade edilebilecek düzeyde olduğu seçim sonuçlarında çok açık biçimde görülmektedir.
Devrimci mücadele ise (ki silahlı devrimci mücadele demek daha doğrudur), sözcüğün tam anlamıyla "hayatın normal akışına" uygun görülmediğinden, ne ülkenin gündeminde, ne de bu sol kesimlerin içinde sözü bile edilmeyen bir olgu durumundadır. Bunda belirleyici olan, legalizmin ve oportünizmin "an"lık eylemlilikleri devrimci bir mücadele gibi gösterebilmiş olması ve böyle "algı"lanmasını sağlayabilmiş olmasıdır.
Burada en önemli unsur siyasal olarak aktif olan insanların içinde bulunulan durumu açık ve net olarak görmeleridir. İkinci unsur ise, sol kitlenin düzenin yasallığına bağlı ve onun kurallarıyla toplumsal sistemin değiştirilemeyeceğini görmeleridir. 30 Mart seçim sonuçları, daha önceki seçimlerin fotokopisi olsa bile, bu yönde gelişmelerin önünü açacak dinamiklere sahiptir. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının her türlü hukuksuzluğa başvurabilecek durumda olduklarının görülmesi bu gelişmenin yolunu açmaktadır.
Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan'ın hukuksuz ve kuralsız keyfi yönetimi altında çok daha yoğun baskı ve şiddete sahne olacaktır. Gerek sol kitlenin, gerekse solda yer alan eylemli unsurların uzun erimli ve sistemli bir mücadele yürütmekten başka seçenekleri olmayacaktır. Çok daha önemlisi, Recep Tayyip Erdoğan'ın Gezi Direnişi sırasında "evde zor tutuyoruz" dediği sağcı kitleyi, özellikle BBP içinde örgütlenmiş islamcı-faşist milisleri sokağa çıkartmasıdır. Berkin Elvan'ın cenazesinden sonra Okmeydanı'nda meydana gelen olay bu gelişmenin belirtileridir. Bu da, sol kitlenin islamcı-faşist teröre karşı savunulmasını acil bir sorun olarak ortaya çıkarmaktadır. Bunu yapabilmenin yolu ise, uzun erimli ve sistemli bir mücadele yürütebilecek kadroların yaratılmasından geçmektedir.
Dipnotlar
[1] Kurtuluş Cephesi, "Seçim Ortamına Girilirken Türkiye'nin Genel Görünümü", Sayı: 120, Mart-Nisan 2011.