30 Mart 2014 yerel seçimlerin sath-ı mailine girilmeye başlandı. AKP’nin “aday şov”larıyla seçim “havası” biçimlendi. Her yerel seçimde olduğu gibi, “üç büyük kent”, Ankara, İstanbul ve İzmir, seçim ortamının ve “havası”nın eksenini oluşturuyor. İzmir, şeriatçıların pek sevdiği tanımla, “gavur İzmir”, hala “gavur”luğunu yapma eğilimini değiştirmediği için ikinci planda kalırken, Ankara ve özellikle İstanbul, seçimlerin “odak noktası” haline geldi.
Burada bir yerel seçim “öngörüsü” ya da sonuçlarına ilişkin “kehanet”te bulunmak durumunda değiliz. Aynı biçimde, seçimlerin niteliği, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin “önemi” ve yerel seçimler üzerinden “siyasal iktidar mücadelesi” verilmesini de ele almayacağız.
AKP açısından, 30 Mart 2014 yerel seçimleri, iktidarını onaylatmanın ve pekiştirmenin en önemli aracı olarak belirginleşirken, Recep Tayyip Erdoğan açısından “tam yetkili devlet başkanı” olma yolu olarak görülmektedir.
“Muhalefet” açısından, bu yerel seçimler AKP iktidarını devirmenin ilk büyük adımı olarak kabul edilmektedir.
Burada ve bugün için bizi ilgilendiren, “sol” adına ortaya çıkan legalistlerin, her seçimde olduğu gibi, dayanılmaz ve bulunmaz seçim taktiklerinin son versiyonudur. (Bu “taktikler” konusunda Kurtuluş Cephesi’nin Ocak-Şubat 2004 tarihli 77. sayısında yayınlanan ve bu sayımızda da yer alan “‘Sol’da ve Sol’da Dayanılmaz ve Bulunmaz Seçim Taktikleri” başlıklı yazı bir çeşit “klasik” haline gelmiştir.)
Elbette “sol”, legalist “sol” söz konusu olunca, ister istemez işin içine BDP ve onun yeni versiyonu HDP girmektedir. A. Öcalan’ın İmralı’dan verdiği talimatla kurulan ve “bileşenleri” de, legalize olmuş “sol”un her türden ve cinsten unsurlarını barındırdığından, HDP ve onun “seçim taktikleri”, “sol”un en yeni “seçim taktikleri” versiyonunun mihenk taşı haline getirmektedir. Ve burada da İstanbul, Gezi “Ayaklanması” ve Sırrı Süreyya Önder sahnenin ön planında rol almaktadır.
Gezi “Ayaklanması”nın “mütevazi sahibi” olarak piyasaya sunulan Sırrı Süreyya Önder, henüz HDP’nin İstanbul “aday adayı” olarak ortaya çıkmadan önce, ilk ısınma turlarını atmaya başladığında Gezi Direnişi üzerine söylediği şu sözleriyle dikkatleri üzerine çekmişti:
“CHP trafikte hızla giden ambulansın peşine takılan uyanık taksi şöförleri gibi Taksim’deki direnişe konmak istedi. Yemezler gözüm...”
Böylece Sırrı Süreyya Önder, Gezi bir yana, asıl olarak İstanbul’daki Kürt oylarını CHP’ye “yedirmeyeceklerini” göstermiş oldu.
Seçim sath-ı mailine girilirken, yine Sırrı Süreyya Önder’in ağzından HDP’nin, dolayısıyla BDP’nin “seçim taktiği”, “her türlü ittifaka açığız” ön girişiyle başlayan, ardından “ilkelerde ve programlarda anlaşmak” koşuluyla süren ve nihayetinde “CHP benim oylarımı bölmesin” esprisiyle (“yerseniz”) süslenen bir “taktik” olarak belirginleşti.
Her ne kadar A. Öcalan’ın HDP “taktiği” BDP içinde “rahatsızlık” yarattıysa da, HDP’nin “seçim taktiği”, “Batı”daki Kürt oylarını bloke etmek ve bu blok oy üzerinden yeni “ittifaklar”a yönelmekten ibarettir. Burada en önemli “ittifak” kaynağı, Recep Tayyip Erdoğan’ın “tam yetkili devlet başkanı” olma isteğidir. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu isteğini hayata geçirebilmesinin yolu, Anayasa’da yapılacak değişiklikten geçmektedir. “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” çalışmalarından bir şey çıkmayınca, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde kalan tek şey, anayasa referandumu yapmaktır. Bunun için de TBMM’de gerekli 330 oyu almak ve ardından anayasa referandumunda %50 oy oranını tutturmak gerekmektedir. Bu da, AKP-BDP “ittifakı” ile olanaklıdır.
İşte HDP’nin “seçim taktiği”, yani Batı’daki Kürt oylarını bloke etme amacı, “devlet başkanlığı” konusunda yapılacak olası bir anayasa referandumu için güçlü bir “pazarlık kozu”na sahip olmaya dayanmaktadır. Bu nedenle, “her türlü ittifaka açığız” türünden demagojiler bir yana bırakıldığında, ortadaki tek gerçek, Kürt göçmen nüfusunun yoğun olduğu İstanbul’da Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla Gezi “Ayaklanması”nın yaratmış olduğu oy potansiyelini, “geleneksel BDP seçmeni”nin oylarına ekleyerek, daha yüksek bir oy oranına ulaşmak istendiğidir.
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda görüldüğü gibi, BDP’nin boykot kararı, AKP’ye %8’lik bir “kazanç” sağlamıştır. BDP, bu referandumda “boykot” yerine, “evet, ama yetmez” kararı alması durumunda bile, anayasa değişikliği %58 oyla kabul edilmiş olacaktı. Tersi durumda, yani BDP’nin anayasa değişikliğine “hayır” oyu kullanma kararı alması durumunda, değişikliğin kabul ve reddi %49,5-%50,5 gibi “hassas” bir dengede kalmak durumundaydı.
İşte bu “hassas” dengeyi gözeten HDP’nin “seçim taktiği”, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kimin kazanacağını fazlaca önemsememektedir. Amaç, “müzakere sürecinde” elde önemli bir “koz”un bulunmasını sağlamaktır.
Özellikle İstanbul büyük kent belediye başkanlığını AKP’nin yitirmesinin siyasal sonuçlarının çok daha çarpıcı olacağı da açıktır. AKP’nin olası bir seçim yenilgisi, “muhalefet” kesiminde büyük bir moral yükselişe yol açarken, AKP saflarında dağılmaya ve parçalanmaya yol açma olasılığı yüksektir. Bu açıdan, İstanbul üzerinden yapılan hesaplar, AKP iktidarının geleceğine ilişkindir. Burada HDP ve Sırrı Süreyya Önder “faktörü” devreye girmektedir. Bugün için “aday adayı” olarak sahneye çıkan Sırrı Süreyya Önder’in HDP’nin “adayı” olarak seçimlere katılmasının, bir yandan BDP’nin Kürt oylarını bloke ederken, diğer yandan AKP’ye (A. Öcalan’ın 2010’dan günümüze kadar izlediği ve ateş-keslerle desteklenen “görüşme/müzakere” politikasının bir ürünü olarak) bir “hayat öpücüğü” sağlayacağı görünmektedir.
Aralık ayının başına kadar “her türlü ittifaka açığız” mesajı veren HDP, Aralık ayının ilk haftasında “hiç kimseyle ittifaka girmeyeceğiz” açıklaması yaparak, “standart” “sol” seçim taktiğinin hala geçerli olduğunu göstermiş oldu.
“‘Sol’da ve Sol’da Dayanılmaz ve Bulunmaz Seçim Taktikleri” yazısında ifade edilen “sol”un seçim mantığı ve anlayışı gözönüne alındığında, bugün HDP’nin “her türlü ittifaka” karşı olduğunu ilan edişi hiç de şaşırtıcı değildir. Sırrı Süreyya Önder’in neredeyse tümüyle CHP karşıtlığına dayanan demagojik söylemleri “standart”lara uygundur.
Ama kendisini solda gören halk kitlelerinin seçimlerden beklentileri, yıllardır seçimin ertesi günü yaşamak durumunda kaldığı moralsizlikten kurtulmaktır. “Sol adına” elde edilebilecek küçük bir seçim başarısı bile bu kitleyi canlandıracak ve hareketlendirecektir. Ne kadar “kerhen” olursa olsun, bu kitlenin oy tercihi yine CHP olmaktadır. “Sol” açısından CHP’nin oylarını “bölmek”, her durumda CHP tabanını (sol kitleyi) “kazanmak” anlamına gelse de, AKP’nin yeni bir “seçim zaferinin” seçimin ertesi günü yaratacağı demoralizasyonun, “bölenler”e karşı içsel bir tepkiye de yol açacağı kesindir. Gezi Direnişi sol kitlelerin moralini belli ölçülerde yükseltmiştir. Bu nedenle seçimler, sol kitlenin yıllardır yaşadığı demoralizasyonun sona erdirilmesi açısından özel bir öneme sahiptir. Bunun dışında kimin kimden ne kadar oy aldığının fazlaca önemi yoktur.