Emperyalist ideologların ve ekonomistlerin inancına göre, emperyalizme karşı gösterilen tepkilerin ve anti-emperyalist mücadelelerin gücünün temelinde emperyalizmin “kötü imajı” yatmaktadır. Bu nedenle, eğer emperyalizmin kitlelerin zihnindeki “kötü imajı” ortadan kaldırılabilinirse, anti-emperyalist tepkiler ve mücadeleler de (belli ölçüde) engellenebilecektir. Diğer bir ifadeyle, eğer emperyalizmin kitlelerdeki “kötü/olumsuz imajı” “olumlu imaj” haline dönüştürülebilirse, anti-emperyalist tepkilerin ve mücadelelerin (elbette belli ölçüde) ortaya çıkması ve sorun olması ortadan kaldırılabilecektir. Böylece “imaj” her şey haline getirilmektedir.
İmaj (imge) sözcüğünün pek çok değişik anlamı olmakla birlikte, en çok kullanılan anlamı “görüntü”, “izlenim” ya da “hayal”dir. Ancak imaj, sadece bir “görüntü”, “izlenim” ya da “hayal” değildir, aynı zamanda var olan ya da varmış gibi tasarlanan şeylerin zihinde canlandırılışıdır. Emperyalist ideologların, ekonomistlerin, reklamcıların ve PR’cıların
[1*] üzerinde çalıştıkları ana nokta da, “imaj” sözcüğünün “varolan ya da varmış gibi tasarlanan şeyler”le olan ilişkisidir. Varolan bir şeyin zihinde nasıl canlandırılacağı (“algılanacağı”) kadar, varolmayan bir şeyin “varmış gibi” tasarlanmasının sağlanması “image-maker”ların temel uğraşısı olmaktadır.
“İmaj yapıcılığı”, aynı zamanda varolan bir şeyin farklı “algı”lanmasının ya da varolmayan bir şeyin varmış gibi “algı”lanmasının sağlanmasıdır. Bu yönüyle, “imaj yapıcılığı” ile “algı yönetimi” birbiri içinde ve birbirini izleyen bir çizgi oluşturur.
“Algı yönetimi”nden amaç, karşı tarafın bilgiye, deneyime dayalı düşünme ve yargılama yeteneğini zayıflatmak, sadece dış dünyadan gelen ya da gönderilen imajlarla düşünmüş gibi düşünmesini, yani düşüncenin yerine kanıların ve sanıların geçmesini sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek “image-maker”ların ve PR’cıların işidir. (Ve bilindiği gibi, bu “image-maker”lar siyasal partilerin seçim kampanyalarının düzenleyicileridirler.)
Tümüyle psikolojiden türetilmiş ve devşirilmiş bu yöntemler, ekonomi alanında, özellikle de ürün pazarlanmasında yaygın biçimde kullanılır. Ancak ekonomi alanında kendine özgü bir teori haline sokulmuştur. Bu teori, “beklentiler teorisi” ya da “olumlu beklentiler teorisi”dir.
1980’lerin “hiper-enflasyon” döneminin yıldız ekonomisti M. Friedman’a göre, enflasyon parasal bir olay olmakla birlikte, aynı zamanda “psikolojik bir olay”dı. Bu teoriye göre, eğer bir ülkede insanlar (şüphesiz burada sözü edilen “insanlar”, günümüz söylemiyle “piyasa aktörleri”dir) fiyatların artacağı beklentisi içindeyseler, o ülkede fiyatlar artacak ve enflasyon yükselecektir. Tersi olduğunda, yani insanlar fiyatların artacağı beklentisinde olmazlarsa, enflasyon yükselmeyecektir.
Böylece “beklentiler teorisi”ne uygun olarak insanların ve toplumun “beklentileri”ni yönlendirerek ve yöneterek belli bir ülkedeki ekonomik olguların (örneğin enflasyon gibi) değiştirilebileceği ileri sürülmektedir. Bunun için de, uygulanan ekonomi politikaların “olumlu imaj” yaratması, “olumlu algılanması”nın sağlanması gerekmektedir. Bu da, “uygulayıcıların” “itibar”lı olmasını öngerektirir.
İşte son dönemde T.C. Merkez Bankası’nın (dolayısıyla başkanının) “itibarı”ndan, “inandırıcılığından” sıkça söz edilmesinin nedeni de, T.C. Merkez Bankası başkanının sıkça “medya”da boy göstermesinin nedeni de bu öngereklilikten türetilmiştir.
Yalın ifadesiyle, “image-maker”lıktan PR çalışmasına, “algı yönetimi”nden “beklentiler teorisi”ne kadar her şey, Nazi Almanyasının Propaganda Bakanı Göbbels’in ünlü sözüyle özetlenebilir: “
Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır!”
Son aylarda ekonomi “medya”sında sıkça şu sözler duyulmaktadır: Türkiye piyasaları yurtdışı piyasalarından
pozitif olarak ayrıştı; bu ayrışmanın temelinde ekonominin
görece güçlü yapısı yatmaktadır.
Yine son günlerde şu sözler sıkça duyulmaktadır: Dolardaki yükseliş Türkiye merkezli değil, yurtdışı kaynaklıdır; içerideki gelişmelerden çok dışarıdan kaynaklanmaktadır.
T.C. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’da, “2010 yılının kasım ayında alınan tedbirlerden sonra Türk lirasında diğer ülkelere göre daha az değer kaybı gözlendiğini” vurgulayarak şöyle konuşmaktadır:
"Biz bunu şöyle okuyoruz. Küresel parasal gelişmenin paramız üzerinde oluşturduğu ilave değerlenme baskısını ortadan kaldırdık. Daha doğal, normal piyasa şartlarında oluşmasına imkan tanıdık. Diğer ülkeler bunu çok başaramadı. O yüzden onların paraları değerlenmeye devam etti. Şimdi de ani bir çıkış olduğunda diğer ülkelerin paraları çok ciddi değer kaybediyor. Türk lirasındaki değer kaybı ise son derece sınırlı. Bu da bir anlamda bizim değer kaybının erken gerçekleşmiş olmasının bir sonucu. Tabii burada bazı yapısal sebeplerde var.
22 Ağustos’ta yaptığımız toplantıdan bu yana Türk lirasının değer kaybı diğer ülkelere göre son derece sınırlı oldu. Yüzde 4 civarında gözüküyor. Fakat Brezilya’ya baktığınızda aynı dönemde yüzde 14 olarak gözüküyor. Türkiye burada en az değer kaybına uğrayan ülkelerden. Neden çünkü, değer kaybını biz daha önce gördük.”
Görüldüğü gibi, ekonomi “medya”sı, bir taraftan borsa verilerine bakarak Türkiye borsasının dünya borsalarından “pozitif olarak ayrıştığı”na vurgu yaparken, diğer yandan Erdem Başçı, dolar kuru düzeyinde diğer “gelişmekte olan ülkelerden “ayrıştığı”nı vurgulamaktadır.
Her iki durumda da, yani borsa ve dolar kuru düzeyinde, Türkiye’nin “pozitif olarak ayrıştığı”na gönderme yaparak, işlerin “tıkırında” gittiği
imajı verilmeye çalışılmaktadır. Bu yolla, “insanlarımız”ın ekonominin “tıkırında” olduğuna inanarak, herhangi bir paniğe kapılmaksızın yaşamlarını olağan seyrinde sürdürmeye devam etmeleri sağlanmak istenmektedir. Bu “iman” içinde olanlar, açıktır ki, borsaya yatırdıkları paralarını çekmeyecekler (eğer varsa daha fazla yatıracaklar), dolara hücum etmeyecekler ve böylece de borsanın düşüşü engellenecek, doların değer kazanması frenlenmiş olacaktır.
Burada sorulması gereken soru, gerçekten söylendiği gibi Türkiye ekonomisi “güçlü” müdür ve yerli piyasalar yurtdışı piyasalarından “pozitif olarak ayrışmış” mıdır?
Öncelikle son dört ayın iç ve dış borsa “performans”larına bakalım: Elbette ilk bakılacak yer, “gelişmiş ülkeler”in borsaları olacaktır.
|
Dow Jones
|
Dax
|
Nikkei
|
Endeks
|
% Değişim
|
Endeks
|
% Değişim
|
Endeks
|
% Değişim
|
1 Temmuz 11
|
12.583
|
2,38
|
7.419
|
2,80
|
9.965
|
2,53
|
1 Ağustos 11
|
12.132
|
-3,58
|
6.954
|
-6,27
|
9.965
|
0,00
|
6 Eylül 11
|
11.139
|
-8,19
|
5.194
|
-25,31
|
8.591
|
-13,79
|
12 Eylül 11
|
11.061
|
-0,70
|
5.072
|
-2,34
|
8.536
|
-0,64
|
19 Eylül 11
|
11.401
|
3,07
|
5.416
|
6,77
|
8.721
|
2,17
|
26 Eylül 11
|
11.044
|
-3,13
|
5.346
|
-1,30
|
8.374
|
-3,98
|
30 Eylül 11
|
10.913
|
-1,18
|
5.502
|
2,93
|
8.700
|
3,89
|
Ağustos-Eylül 11
|
|
-10,05
|
|
-20,88
|
|
-12,69
|
Son iki ayda Dow Jones (ABD) %10,1, Dax (Almanya) %20,9 ve Nikkei (Japonya) %12.7 değer kaybetmiştir. Aynı tarihlerde “gelişmekte olan ülkeler”in borsalarının “performansı” ise şöyle olmuştur: Arjantin borsası (Merval) %19,7 ve Endonezya borsası (JKSE) %14,6 değer kaybederken, Brezilya borsasının (Bovespa) değer kaybı %2,3 ve Meksika borsasının (MXX) değer kaybı %0,6 düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu dönemde İMKB’deki kayıplar %4 düzeyinde olmuştur.
%
Değişim |
Brezilya
(Bovespa) |
Arjantin
(Merval) |
Meksika
(MXX) |
Endonezya
(JKSE) |
Türkiye
(İMKB) |
4 Temmuz 11
|
-1,89
|
-7,53
|
4,39
|
5,7
|
1,52
|
1 Ağustos 11
|
-13,92
|
-11,61
|
-7,68
|
-2,05
|
-3,52
|
5 Eylül 11
|
5,34
|
-10,27
|
1,35
|
1,96
|
-12,71
|
12 Eylül 11
|
2,57
|
-0,11
|
4,05
|
-4,1
|
2,87
|
19 Eylül 11
|
-6,96
|
-9,71
|
-7,37
|
-10,66
|
4,19
|
26 Eylül 11
|
0,97
|
0,89
|
2,45
|
-3,21
|
-2,78
|
30 Eylül 11
|
-1,69
|
-1,37
|
0,35
|
7,03
|
5,09
|
3 Ekim 11
|
-1,04
|
0,00
|
0,00
|
-0,16
|
-0,39
|
Ağustos-Ekim 11
|
-2,28
|
-19,72
|
-0,58
|
-14,64
|
-3,98
|
“Gelişmiş ülkeler”in borsaları ile “gelişmekte olan ülkeler”in borsalarını karşılaştırdığımızda, en büyük değer kaybının Almanya’nın DAX endeksinde ortaya çıktığı görülmektedir (%20,9). En az değer kaybı ise, Meksika borsasında gerçekleşmiştir.
Bu veriler alt alta ya da yan yana konulduğunda, İMKB için “pozitif ayrışma” adı verilebilecek belirgin bir durum ortaya çıkmamaktadır. Eğer İMKB’nin “pozitif ayrışma”sından söz edilebilecekse, bu “pozitif ayrışma” Brezilya ve Meksika için çok daha belirgin niteliktedir. Ama haftalık veriler ölçeğinde İMKB’nin 19 Eylül ve 30 Eylül haftasında “pozitif ayrıştığı”nı, 26 Eylül'de “negatif olarak” ayrıştığını söylemek olanaklıdır. Ancak bu da borsaların spekülatif niteliği göz önüne alındığında zorlama bir “sonuç” olacaktır.
Eğer bir ülke borsasının diğer ülkelerin borsalarından “pozitif ayrışma”sı, o ülkenin ekonomisinin “görece güçlü” olduğu anlamına geliyorsa, bu durumda Brezilya ve Meksika ekonomilerinin Türkiye ekonomisinden çok daha “güçlü” olduğu sonucu çıkartılabilir. Öte yandan da, Dow Jones’un iki aylık kaybının İMKB’nin 2,5 katı ve Almanya’nın DAX endeksinin iki aylık kaybının da İMKB’nin 5 katı büyüklüğünde olduğu göz önüne alındığında, Türkiye ekonomisinin ABD ve Almanya ekonomisinden “görece güçlü” olduğundan söz etmek olanaklıdır.
GSYH’sı 700 milyar dolar olan Türkiye ekonomisinin, GSYH’sı 15 trilyon dolar olan ABD ve 3,3 trilyon dolar olan Almanya ekonomisinden “görece güçlü” olduğundan söz etmek, ancak “algı yönetimi” becerisiyle olanaklıdır!
Gelelim “dolardaki yükselişin Türkiye merkezli değil, yurtdışı kaynaklı olduğu”, ”içerideki gelişmelerden çok dışarıdan kaynaklandığı” iddalarına.
2011 yılının ilk sekiz ayında dolar, euro karşısında %0,3 gibi küçük bir düzeyde değerlenirken, “gelişmekte olan ülkeler”in para birimleri karşısında %10 ile %20 düzeyinde değer kazanmıştır.
Dolar/TL
|
|
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Ocak 11
|
1,554
|
3,67
|
Şubat 11
|
1,583
|
1,87
|
Mart 11
|
1,575
|
-0,51
|
Nisan 11
|
1,516
|
-3,75
|
Mayıs 11
|
1,564
|
3,17
|
Haziran 11
|
1,594
|
1,92
|
Temmuz 11
|
1,647
|
3,32
|
Ağustos 11
|
1,744
|
5,89
|
Eylül 11
|
1,787
|
2,44
|
3 Ekim 11
|
1,879
|
5,14
|
4 Ekim 11
|
1,900
|
1,12
|
Ocak-3 Ekim 11
|
|
20,91
|
Ağustos-3 Ekim 11
|
|
7,74
|
Merkez Bankası başkanının “beklenti yönlendirmesi” söylemine göre, TL’nin ilk sekiz ayda %20,9 değer kaybederek “gelişmekte olan ülkeler” arasında birinci sırayı kapmasının fazlaca önemi yoktur! Önemli olan, son iki ayda (Ağustos-Ekim) ne kadar “az” değer kaybettiğidir ve Merkez Bankası’nın “başarısı”nın kanıtı da burada aranmalıdır!
Erdem Başçı’nın “başarı ölçütü”ne göre, “gelişmekte olan ülkeler” arasında en başarılı olan, hiç şüphesiz, Arjantin Merkez Bankası’dır. Çünkü Arjantin Pezo’su son iki ayda %0,89 değer kaybetmiştir. Arjantin’i Endonezya izlemektedir. Rupi’nin son iki ayda dolar karşısındaki değer kaybı %5,73 olmuştur. TL ise, son iki ayda %7,74 değer kaybettiğinden, T.C. Merkez Bankası “başarı” sıralamasında bu ülkelerin gerisinde kalmıştır.
|
Brezilya
$/Real |
Arjantin
$/Pezo |
Meksika
$/Pezo |
Güney Afrika
$/Rand |
Endonezya
$/Rupi |
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Aylık Ortalama
|
% Değişim
|
Ocak 11
|
1,676
|
-
|
3,981
|
-
|
12,126
|
-
|
6,968
|
-
|
9.032
|
-
|
Şubat 11
|
1,668
|
-0,48
|
4,022
|
1,02
|
12,070
|
-0,46
|
7,188
|
3,16
|
8.913
|
-1,32
|
Mart 11
|
1,659
|
-0,54
|
4,037
|
0,38
|
11,999
|
-0,59
|
6,919
|
-3,74
|
8.760
|
-1,72
|
Nisan 11
|
1,586
|
-4,40
|
4,066
|
0,70
|
11,718
|
-2,34
|
6,731
|
-2,72
|
8.649
|
-1,27
|
Mayıs 11
|
1,615
|
1,80
|
4,084
|
0,45
|
11,653
|
-0,56
|
6,864
|
1,98
|
8.566
|
-0,96
|
Haziran 11
|
1,586
|
-1,75
|
4,096
|
0,30
|
11,806
|
1,31
|
6,798
|
-0,96
|
8.568
|
0,02
|
Temmuz 11
|
1,563
|
-1,46
|
4,128
|
0,77
|
11,673
|
-1,13
|
6,801
|
0,04
|
8.533
|
-0,41
|
Ağustos 11
|
1,595
|
2,01
|
4,168
|
0,98
|
12,232
|
4,79
|
7,079
|
4,09
|
8.541
|
0,09
|
Eylül 11
|
1,749
|
9,68
|
4,204
|
0,87
|
13,045
|
6,64
|
7,556
|
6,74
|
8.804
|
3,08
|
3 Ekim 11
|
1,891
|
8,11
|
4,205
|
0,01
|
13,992
|
7,27
|
8,133
|
7,64
|
9.030
|
2,57
|
Ocak-3 Ekim 11
|
|
12,81
|
|
5,61
|
|
15,39
|
|
16,73
|
|
-0,02
|
Ağustos-3 Ekim 11
|
|
18,56
|
|
0,89
|
|
14,39
|
|
14,89
|
|
5,73
|
Kaynak: BC do B, BCRA, Banco de México.
|
Buradan çıkartılan manipülatif “sonuç” ise, bu gelişmelerin “yurtiçi kaynaklı” olmayıp, tümüyle “yurtdışı kaynaklı” olduğudur.
Bu “gerekçelendirmeye” göre, ilk sekiz ayda sadece TL değil, neredeyse tüm ülkelerin paraları dolar karşısında değer yitirmiştir. Böyle olduğuna göre, TL’nin değer yitirmesi “spesifik” bir olay değil, “genel” bir olaydır, yani “dünya piyasalarından kaynaklanan” bir durumdur! Bunda Türkiye’nin ekonomi yönetiminin (siyasal iktidar) “günahı” yoktur!
Bu, tamı tamına Nasrettin Hoca’nın “hırsız” hikayesinin tersine benzemektedir. Herşeyin “müsebbibi” “dünya piyasaları”dır! Ama “ev sahibinin” hiç mi suçu yoktur?
Burada 2008-2009 Mortgage krizinin “teğet geçtiği” söylenen, ama bu krizden en fazla etkilenen, cari fiyatlarla (dolar bazında) %16,9 ve sabit fiyatlarla %4,8 küçülen bir ülkeden söz edilmektedir. Bu öyle bir ülkedir ki, cari işlemler açığı sürekli olarak “net hata/noksan” kalemiyle kapatılmaktadır. Yani kaynağı belli olmayan döviz girişleriyle cari açık kapatılmış görünmektedir. Hiç şüphesiz böyle bir ekonominin “güvenilirliği”, verilerin “doğruluğu ve gerçekliği” tartışma götürür niteliktedir. Doğal olarak, böyle bir ülke ekonomisinin “iyi” olduğuna “inanmak” için, ya “dini bütün” biri olmak ya da “algı yönetimi”nin kurbanı olmak gerekir.
Bu “algı yönetimi”nin, “beklenti yönlendirmesi”nin, popüler söylemle, “cambaza bak, cambaza!” kandırmacasından hiçbir farkı yoktur.
Şüphesiz bütün bu “yönlendirme”lerin siyasal ve ekonomik amaçları vardır.
Siyasal amaç, kesinkes AKP iktidarının ülkeyi ne kadar “iyi” yönettiğinin “algı”latılmasıdır. Ekonomik amaç ise, ülke içinde bir “paniğin” meydana gelmesini ve “bıyıklı yabancılar”ın Türkiye piyasasından çıkmasını önlemektir. Yani “Türk’ün Türk’e propagandası”dır.
Kabul edilmelidir ki, bu “propaganda”, bu “algı yönetimi”, bu “beklenti yönlendirilmesi” oldukça başarılıdır. Öylesine başarılıdır ki, TL’nin dolar karşısında %21 oranında değer kaybetmesine rağmen, bu değer kaybı fiyatlara yansıtılamamaktadır. Benzer durum enflasyon verilerinde de görülmektedir.
Eylül ayında yıllık bazda ÜFE (Üretici Fiyatlar Endeksi) %12,15 artarken, TÜFE’deki (Tüketici Fiyatlar Endeksi) artış oranı %6,15 düzeyinde kalmıştır. Bu da “beklentilerin yönlendirilmesi”nin bir başka sonucudur.
[2*]
İtiraf edelim ki, Türkiye’deki “küçük yatırımcı” ya da “küçük birikim sahibi”, her zaman “beklentilerinin yönlendirilmesi” talebinde bulunmaktadır. Ekonomi “medya”sının günlük olarak yayınladığı programlar “paramızı nereye yatıralım?” sorusu üzerinde yükselmektedir. Ekonominin “ısınması”na karşın “paranızı rahat rahat harcayın, sadece israf etmeyin” diye nasihat eden Recep Tayyip Erdoğan’ın “otomobil yerine ev alın” sözlerinin nasıl bir yönlendirme olduğu ortadadır.
Bütün sorun, kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmemesidir. Böyle bir ülkede, ekonomi ne kadar kendi dengesini “dışarda” buluyorsa, “küçük birikim sahipleri” de o kadar “dışardan” akılalma ihtiyacı duymaktadırlar. Böyle bir “kütle”nin de psikolojiden devşirilme yöntemlerle yönlendirilmesi o kadar kolay olmaktadır.
Herşeyin parasal ilişkilere indirgendiği ve herşeyin parasal bir karşılığı olması gerektiğinin düşünüldüğü bir ülkede, Türkiye’de, bu psikolojik “yönlendirme” yaşamın her alanında etkili olabilmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın, “emperyalizme karşı ezilen halkların” sözcülüğüne soyunması da, Ermenistan’dan İsrail’e, Kıbrıs Rum Kesimi’nden Suriye’ye kadar herkese “posta koyma”sı da bu “yönlendirme” ortamında prim yapmaktadır. Kendi “öz” parasını nasıl “değerlendireceği”ni bile başkasına soranlar, kaçınılmaz olarak başka ülkelerin işgalinden ve o ülke insanlarının öldürülmesinden nasıl “nemalanacaklarının” hesabını yapanların sözüne kulak vereceklerdir. “Ilımlı islamcı“ bir iktidar ortamında, “tokluk hapları”yla oruç tutulan ve oruç süresini 50 dakika kısaltmak için her yola başvurulan bir ülkede bütün bunların olması hiç de yadırgatıcı değildir. Sorun, birilerinin yalan söylemesi, manipülasyon yapması değil, başkalarının bu yalanlara inanması ve manipülasyonlarla hareket etmesidir.
Dipnotlar
[1*] PR, İngilizce “People Relation”ın kısaltılmış ifadesidir. PR’ın Türkçe karşılığı olarak “halkla ilişkiler” sözcükleri kullanılmaktadır.
[2*] Burada her şeyi ekonomik bir nedene bağlamanın çok doğru olmadığının altını çizmek gerekiyor. Dolardaki yükselişin, ÜFE ve TÜFE’ye yansımaması Merkez Bankası ve AKP’nin “algı yönetimi”nin başarısı olarak kabul edilse de, burada siyasal yönetimin (AKP) ekonomi üzerindeki siyasal “sopa”sı da etken bir unsurdur. Bu siyasal “sopa”, özellikle vergi denetimleri aracılığıyla icra edilmektedir.