Ulusal Bağımsızlık
Ulusal Kalkınma
[Anti-Emperyalizmin Ekonomi Politiğine Giriş]
1980 yılında emperyalist sistemin içine girdiği ekonomik buhranla birlikte ortaya çıkartılan en büyük iddia, bugüne kadar bilinen anlamda bağımlılık/bağımsızlık kavramlarının geçerli olmadığı, bunun yerini "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin aldığı olmuştur.
"Neo-liberalizm"e göre, "global" olarak ulusal ekonomiler birbirleriyle ayrılmaz bağlar kazanmıştı ve bu bağlar "3. dünya ülkeleri"nin "metropollere" bağımlılığı yanında, "metropoller"in "3. dünya ülkelerine" bağımlılığını da yaratmıştı. Bu "karşılıklı bağımlılık", "3. dünya ülkeleri"nin "metropoller"e sanayi malları ihracını artırarak, "metropoller"deki sanayilerle rekabet edebilme koşullarını da yaratmıştı. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Endonezya gibi ülkelerin "metropol" ülkelerle olan ticaretlerinde sanayi ürünleri ilk sırada yer aldığı gibi, dış ticaret dengesi bu ülkeler lehine büyük fazlalıklar verebilmekteydi. Üretim için gerekli girdilerin büyük bölümünün dış ülkelerden gelmesi, bu sanayilerin dışa bağımlılığını kaçınılmaz kıldığı gibi (uluslararası işbölümünün bir sonucu olarak diye ifade edilen), ürünlerin "metropol" ülkelere satılma zorunluluğu, aynı zamanda "metropol" ülkelerin bu ürünleri satın alma zorunluluğu ile birlikte gelişmişti.
Bu koşullarda diyordu "neo-liberalizm", tekil ulusal ekonomilerin kendi başına yeterli olması ve gelişebilmesi olanaksızlaşmıştır.
Bu "neo-liberal" iddialar, 1990 sonrasında Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında yaygınlaştırılmış, başlı başına bir ideolojik söylem haline dönüştürülmüştür. Bunun sonucu ise, "globalizm" propagandası olmuştur.
"Neo-liberalizm", emperyalist hegemonya altındaki ülkelerin içinde bulundukları sömürü ilişkilerini "karşılıklı bağımlılık" olarak tanımlayarak meşrulaştırırken, diğer yandan yeni kavramları, bu meşruiyetin yeni destekleri olarak kullanmaya başlamıştır.
Tüm bu söylemlerin ve savların amacı, emperyalist sömürü altındaki ülkelerde bağımsızlıkistemlerinin "günümüz dünyasında" hiçbir değere sahip olmadığını ve "globalleşen dünya"da, bağımsız olarak yaşamanın ve ulusal kalkınmanın olanaksız olduğunu kitlelere kabul ettirmekti. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından Küba'nın emperyalist ambargo koşullarında karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlara, Nikaragua'da Sandinistlerin iktidarı yitirişlerinden Vietnam'ın Amerikan emperyalizmiyle ve IMF ile ilişki kurmasına kadar her somut olgu, bu amaç için kullanıldı.
Öz olarak denilmektedir ki, "globalleşendünyada" anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) bir iktidar uzun süre ayakta kalamaz ve ulusal kalkınmayı sağlayamaz.
Dikte ettirilmeye çalışılan bu yargı, anti-emperyalist bir ekonomik kalkınma programının ne denli "insani", "toplumsal" niteliğe sahip olursa olsun, uygulanabilmesi için gerekli ekonomik kaynakları bulamayacağı iddiasıyla sona erdirilmekteydi. Böylece, salt anti-emperyalist bir devrim programının, gerekli ekonomik kaynakları "nereden bulacağı" sorusuyla sınırlı kalınmayarak, her türden anti-emperyalist ekonomi-politikaların "kaynak sorunu" nedeniyle uygulanamayacağı söylenir oldu.
Ülkemiz somutunda T. Özal döneminde yaygınlaştırılan bu "neo-liberal" söylem, bir yandan, devrim mücadelesi politik iktidarın ele geçirilmesiyle sonuçlansa bile, ekonomik kalkınmayı sağlayamayacağı için "boş" ve "soyut" bir gelecek hayali olduğunu ilan ederken, diğer yandan düzen partilerinin "popülist" seçim vaadlerinin gerçekleştirilebilmesi için gerekli kaynağın bulunamayacağı propagandasıyla birlikte yürütülmüştü.
Bu söylem, 1980 sonrasında reel ücretleri sürekli olarak düşen işçi sınıfının sendikal mücadelesinin yükseldiği bir evrede ücret artışı istemlerine karşı da geniş ölçüde kullanılmış ve en yüzsüz ifadelerle "bulun kaynağı istediğinizi verelim" denilmeye başlanılmıştı. Zaman içinde bu söylem ve onun içerdiği demagoji öylesine kabul görür hale gelmiştir ki, her türlü toplumsal, ekonomik, kültürel vb. istem karşısında "kaynak sorunu" ortaya atılmaya başlanmıştır. Sonuçta, geniş halk kitleleri bu demagojinin etkisi altına girmiş ve kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda bile "kaynağı nereden bulacaksın" sorusunu sorar hale gelmiştir. Giderek bu kavrayış günlük yaşamların içine girmiş, iş yerlerinden ev içlerine kadar her yerde istekler ve öneriler "kaynağı nerede" sorularıyla kolayca bir yana itilir olmuştur. Artık her talep ya da öneri, kendi içinde kendi "kaynağını" bulmaksızın "ileri sürülemez" ve söylenemez hale gelmiştir. Tüm bunlar giderek mizah konusu olabilecek boyutlarda yaygınlaşmış, aile ilişkileri içinde çocuğun en çocuksu istemleri bile, anne ve babaları tarafından "kaynağı nereden bulacaz?" sözleriyle karşılaşır olmuştur.[1*]
Sözün özü, "emperyalist sistemden ayrılarak ekonomik gelişmenin sağlanması olanaksızdır" yargısı en geniş ölçekte yerleştirilmiştir. Ve bu yargı, anti-emperyalist bir devrimci iktidarın "bulamayacağı" bir "ekonomik kaynağın", mevcut düzen tarafından nasıl bulunacağı sorusunu da sorulmaz hale getirmiş, giderek kadercilik, tevekkülcülük yaygınlaşmıştır.
İhracata yönelik sanayileşme demagojileriyle ülke içi pazar tümüyle ithal mallara teslim edilirken, emperyalizme bağımlılığın oluşturmuş olduğu dış borçlar sürekli büyümüştür.
İthal mallara talep yaratmak amacıyla uygulanan enflasyonist politikalar "devletin küçültülmesi" tezlerinin yaygınlaşmasına neden olmuş ve giderek enflasyonun nedeni "popülist devlet harcamaları" olarak ilan edilmiştir. Böylece "devletin küçültülmesi" tezleri "özelleştirme" uygulamalarıyla kamu kuruluşlarının ve mallarının satışına dönüşmüştür. "Özelleştirme" uygulamalarıyla kamu mülkiyeti özel mülkiyete dönüştürülmüş ve "özelleştirme"yle palazlanan yeni bir asalak tabakası oluşmuştur.
Tüm iddialara rağmen devlet bütçesi sürekli açık vermeye devam etmiş, dış borçlanmanın yerine iç borçlanma geçmiştir. IMF'nin gözetimi ve denetimi altında yürütülen iç borçlanma, uluslararası para sermayenin yeni rant kapısı haline getirilmiştir.
Artık emperyalizme bağımlı ülkelerin, sadece üretim ve tüketim açısından dışa bağımlılığı artmamış, aynı zamanda her türlü finansman ihtiyacı açısından dışa bağımlı hale gelmiştir. Bu, "sıcak para" adı verilen, kısa vadeli borçlanmaya dayalı bir ekonomik ve finansal yapı ortaya çıkarmıştır.
"Sıcak para"ya olan bağımlılık, ulusal ekonomileri her yönden kıskıvrak yakalamış, ulusal devletlerin eski gücünü ve olanaklarını tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Böylece emperyalizme bağımlı bir ülkenin zaten görüntüsel "ulusal bağımsızlığı" da ortadan kalkmış, ulusun ve ulusal devletin geleceği "sıcak para" politikalarıyla emperyalist para-sermayenin çıkarlarına bağlanmıştır.
Bunun sonucu ise, her türlü "ulusal çıkar"ın "sıcak para"nın çıkarına tabi kılınması, düpedüz ulusal aşağılanma döneminin başlaması olmuştur.
Ulusal aşağılanma, "sıcak para" ülkenin siyasal yönetimini belirleyecek boyutlara ulaştıkça artmış ve giderek ulusların kendi kendilerini "tasfiye" etmeleri noktasına kadar ulaşmıştır.
Bunun sonucu olarak, emperyalizme bağımlı ülkelerde garip bir durum ortaya çıkmıştır.
Bir taraftan emperyalizme bağımlılık nedeniyle gerçek ulusal bağımsızlığın elde edilmesi gerekliliği açıkça varlığını gün be gün hissettirirken, diğer taraftan halk kitlelerinde "ulusal bağımsızlığın tehlikede" olduğu düşüncesi yaygınlaşmaya başlamıştır.
Emperyalizme bağımlı bir ülkenin "bağımsızlığını yitirmesi tehlikesi", giderek halk kitleleri arasında "ulusalcı"[2*] ve "milliyetçi" tepkilerin yükselmesine neden olmuştur.
Ülkemiz somutunda ortaya çıktığı gibi, "ulusalcı" tepkiler, bağımlı bir ülkenin "bağımsızlığını yitirmesi" temelinde garip bir anti-emperyalist yönelim ortaya çıkarırken, aynı anlayış (bağımlı bir ülkenin "ulusal bağımsızlığını yitirmesi") solda "vatansever", "yurtsever" vb. söylemler ortaya çıkarmıştır.
2001 Şubat krizi, ardından Amerikan emperyalizminin Irak işgali ve nihayetinde AB'nin dayatmaları ve talimatları birbiri üstüne yığılmıştır.
Bu koşullarda Amerika ve AB karşıtı duygu ve düşünceler yaygınlaşmış, her olay ulusal tepki düzeyinde hızla siyasallaşmaya başlamıştır.
Ancak altyapısından üstyapısına, ekonomisinden askeriyesine kadar tümüyle emperyalizme bağımlı bir ülkede "bağımsızlığımız tehlikede" düşüncesinin yaygınlaşması ve siyasal tepkilere dönüşmesi ne denli başat hale gelmişse, gerçek anlamda ulusal bağımsızlık ("tam bağımsızlık") o denli gündemden çıkmıştır. Bu, "neo-liberalizm"in ne denli içselleştirildiğini, sorgulanmaksızın benimsendiğini gösteren en temel olgu olmuştur.
Ekonomik olarak "dışa", yani emperyalizme bağımlılığın sorgusuz sualsiz kabul edildiği, ancak siyasal olarak "ulusal bağımsızlık"tan söz edildiği, "ulusal onur"un her türlü milliyetçiliğin çıkış noktası olarak kullanıldığı gariplik giderek yaygınlaşmıştır.
Yıllardır sürdürülen "neo-liberal" propagandanın etkisiyle belirlenmiş olan bu garip "ulusalcı" ve milliyetçi gelişme, her durumda emperyalizmden bağımsız bir ekonomik gelişmenin ve ulusal kalkınmanın mümkün olmadığı önyargısının egemenliğini pekiştirmeye hizmet etmektedir.
Ulusalcı ve milliyetçi tepkiler ne kadar "ulusal onur"un ayaklar altına alındığından söz ederse etsin, her durumda, ne "sıcak para"nın egemenliğine, ne de ithalata olan bağımlılığa karşı bir tutum ortaya koymamaktadır.
"Neo-liberalizm" sorgusuz sualsiz içselleştirilmiştir.
Ulusalcı ve milliyetçi çevrelere bakıldığında, "ayaklar altına alınmış ulusal onuru kurtarmak" için herşeyi yapmaya hazırdırlar. Tek sorunları, "karşılıklı bağımlılık"la ortaya çıktığı kabul edilen ekonomik ilişkilerdir. "Sıcak para" ürkütülmeye gelmez!
Emperyalizmden bağımsız bir ülkede ulusal kalkınmanın gerçekleştirilebileceğine olan bilinç ne denli ortadan kaldırılmışsa, içi boş ulusalcı ve milliyetçi söylemler o kadar etkin hale gelmiştir.
Ulusal bağımsızlığın en temel koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğu bir yana bırakılmıştır. "Sıcak para" olmaksızın ithalatın finanse edilemeyeceği, iç ve dış borçlanma olmaksızın yatırımlar için "kaynak" bulunamayacağı önyargısı oluşmuştur. Kredi kartlarıyla sürdürülen yaşam tarzı, aynı zamanda bu kredi kartlarının "sıcak para"yla finanse edilmesinin toplumsal temeli haline gelmiştir.
"Neo-liberalizm"in, "ulusal kalkınma için yeterli ulusal sermaye birikimi mevcut değildir"le başlayan, dolayısıyla "yabancı sermayeye ihtiyaç" olduğu yargısıyla sonuçlanan tezleri, genel ifadeyle "ulusal kalkınmanın kaynakları" olmadığı düşüncesini yerleştirmiştir. Bu öylesine bir önyargı, önkabul ortaya çıkarmıştır ki, geçmiş dönemin devrimci-milliyetçileri bile "ulusalcı" söylemleri bir yana bırakmış, emperyalizmle "ulusal onurla bağdaşır işbirliği" savunucusu haline getirilmiştir.
Bu koşullarda, emperyalizm ve oligarşinin milis gücü olarak örgütlenmiş faşist-"milliyetçi" hareketler, yükselen anti-emperyalist ve milli tepkilerin pasifize edilmesi için uygun bir ortam bulmuştur. Ekonomik bağımsızlığın önsel olarak mümkün olmadığı düşüncesini kendileri için bulunmaz fırsat olarak gören faşist-"milliyetçi" hareketler, ekonomik içeriğinden soyutlanmış "ulusal" söylemlerin sözcüsü haline gelmişlerdir.
"Neo-liberalizm" ve "globalizm" propagandalarıyla anlamsızlaştırılan ve neredeyse ekonomik ve siyasal alandan dışlanan "ulusal bağımsızlık" ve "ulusal kalkınma"nın, bir kez daha tanımlanması ve yerli yerine oturtulması zorunlu hale gelmiştir.
Ulusal bağımsızlık, en yalın haliyle, belli topraklar üzerinde yaşayan ulus ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmasıdır. Bu hak, esas olarak siyasal niteliktedir, dolayısıyla ulusal devlete sahip olma ve bu devlet sınırları içinde kendi kaderini belirleme hakkıdır.
Bu nedenle ulusal bağımsızlık, ulusal devlet sınırları içinde yaşayan tüm ulusların kendi geleceklerine ilişkin kararlarına ve uygulamalarına dıştan yapılacak her türlü müdahalenin reddedilmesi demektir.
Ulusal bağımsızlık, dış müdahalenin reddedilmesi yönüyle, aynı zamanda böyle bir dış müdahalenin koşullarının yaratılmaması anlamına gelir. Bu da, ekonomik bağımsızlıkla özdeştir.
Ekonomik olarak dışa bağımlı bir ülkenin ulusal bağımsızlığından söz edilemez.
Ulusal bağımsızlığı olmayan bir ülkenin ulusal kaynaklara dayanan kalkınması, uluslar arasında eşit ve adil bir ilişkiyi esas alan ekonomik ilişkiler geliştirmesi de olanaksızdır.
Siyasal bağımsızlık, ekonomik bağımsızlığın, ulusal kalkınmanın gerçekleştirilmesinin önkoşuludur.
Bu nedenlerle, emperyalizmin tüm propaganda ve pasifikasyon araçlarını kullanarak yerleştirmeye çalıştığı "globalleşen dünyada ulusal bağımsızlık ve ulusal kalkınma mümkün değildir" düşüncesi, esas olarak ulusal bağımsızlık düşüncesini tahrip etmeyi amaçlamaktadır.
Emperyalizmden bağımsız bir ülkenin ulusal kalkınması, "gerçek ve bağımsız bir sanayileşme ve ileri bir tarımsal ekonomi yaratarak, halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmeyi" amaçlar. Bu amaç, aynı zamanda, "nüfus artışını gözönüne alarak, bu artışı aşan düzeyde ve kişi başına düşen miktarı zaman içinde artıran ve de bunun sürekliliğini güvence altına alan bir üretim artışını" da içerir.
Emperyalist propagandalar, "neo-liberal" söylemle, bu amacı gerçekleştirmek için gerekli siyasal irade mevcut olsa bile, ulusal temelde "ekonomik kaynaklar"ın bulunamayacağını ileri sürmüştür.
Genel olarak tanımlanırsa, ekonomide kaynak sorunu, mevcut üretim birimlerinin üretimlerini sürdürebilmeleri için gerekli girdiler (kapitalist ölçekte hammadde, yarı-mamul madde, makine, teçhizat vb. olarak değişmeyen sermaye ile ücretler ve diğer giderler için değişen sermaye) ile artan nüfus ve yeni gereksinmelerin karşılanması için üretimin artırılması amacıyla üretim alanının genişletilmesi ve yeni üretim birimlerinin kurulması için gerekli yatırım araçlarını kapsar.
Emperyalist sistem içinde ele alındığında bu "ekonomik kaynak", yani yatırım ve üretim için gerekli sermaye, ülkenin emperyalist sistem içindeki yerine göre değişkenlikler gösterir.
Eğer emperyalist bir ülke sözkonusu olursa ("metropol ülkeler"), sermayenin tarihsel birikimi ve yeniden üretimi ekonomik kaynakların çerçevesini belirleyecektir.
Emperyalist-kapitalist ülkeler açısından, ekonomik gelişim için, öncelikle bir sermayenin varolması gereklidir. Bir başka deyişle, kapitalist üretimin başlayabilmesi için, öncelikle kapitalistin bir "ekonomik kaynak", yani sermaye bulması şarttır. Bu yüzden, emperyalist-kapitalist ülkelerde kapitalizmin ilk ekonomik kaynakları ilkel sermaye birikimi olarak ortaya çıkar. Hiçbir şey yoktan varedilemeyeceğine göre, kapitalist üretim için ilk "ekonomik kaynak" bir yerden gelmiş olmak zorundadır. Bu ilk "ekonomik kaynak", yani ilkel sermaye birikimi olmaksızın, kapitalist üretimden söz etmek olanaksızdır. Aksi halde, mevcut olan, yani birikmiş olan bir sermayenin nereye ve nasıl yatırılacağı sorusu ortaya çıkar ki, bu da "kaynağı nereden bulacaksın" sorusunu soran herhangi bir "neo-liberalizm" yanlısının demagojisi için hiçbir işe yaramayacaktır. Onların demagojisinin temeli, gerçekleştirilmek istenen amaç için mevcut olmayan bir "kaynak"ın nereden bulunacağı sorusunda yatmaktadır. Dolayısıyla, emperyalist-kapitalist ülkelerin bugün ellerinde mevcut olan olağanüstü sermaye birikimi değil, başlangıçta mevcut olmayan sermayenin nasıl biriktirildiği sorusu yanıtlanmak zorundadır.
Marks, Kapital'de kapitalist üretim sürecini ayrıntılı olarak tahlil ederken, sermayenin ilkel birikimi ve büyüme sürecini de ayrıntılı olarak ele almıştır. Sermayenin ilkel birikimini Marks şöyle ortaya koymaktadır: "Sermaye birikimi, artı-değerin varlığını; artı-değer, kapitalist üretimi; kapitalist üretim ise, meta üreticilerinin ellerinde daha önceden oldukça büyük bir sermaye ve emek-gücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Buradaki hareketin bütünü, bu yüzden bir kısır döngü gibi görünür ve bundan ancak kapitalist birikimden önce, bu üretim tarzının sonucu değil, çıkış noktasını oluşturan bir ilkel birikimin (Adam Smith'in deyimiyle, daha önceki birikimin) bulunduğunu kabul etmekle kurtulmak mümkündür.
Ekonomi politikte, bu ilkel birikim, aşağı yukarı teolojide ilk günahın oynadığı rolü oynar. Adem baba elmayı ısırmıştır ve insanoğlu günaha bulanmıştır. Günahın başlangıcı güya böylece, geçmişe ait bir masal gibi anlatılarak açıklanmış oluyor. Evvel zaman içinde, iki çeşit insan vardı; birisi çalışkan, akıllı ve daha önemlisi tutumlu bir seçkinler topluluğu; diğeri, ellerine geçeni ve hatta daha fazlasını harvurup harman savuran tembel serseriler topluluğu. Teolojinin ilk günah efsanesi, bize, kuşkusuz, insanın ekmeğini alnının teriyle yemeğe nasıl mahkûm edildiğini anlatıyor, ama ekonomik ilk günahın tarihi ise, bize, yeryüzünde, buna hiç de gerek duymayan insanların bulunduğunu açıklıyor. Ne zararı var! Böylece ilk tür insanlar servet biriktirmiş oldular, ikinci türdekilerin ise, ellerinde kendi postlarından başka satacak bir şeyleri kalmadı. Ve işte, bütün çalışıp didinmelerine karşın, kendilerinden başka satacak hiç bir şeyleri olmayan büyük çoğunluğun sefaleti ve uzun süredir çalışmayı bıraktıkları halde, küçük bir azınlığın durmadan artan zenginliği, bu, ilk günahla başlar. Bu çocukça yavanlıklar, mülkiyetin savunulmasında, bize her allahın günü yinelenir durur... Oysa tarihte, ele geçirmenin, köleleştirmenin, soymanın, öldürmenin, kısacası zorun büyük rol oynadığını herkes bilir. Ekonomi politiğin şefkatli sayfalarında sevimli bir saflık çok eskiden beri sürer gider. Hak ile 'emek' her zaman için zenginliğin, tek aracı idiler, ama, içinde bulunulan yıl, her nedense hep bu kuralın dışında tutulur. Oysa, aslında, ilkel birikim yöntemleri saf ve sevimli olmaktan çok uzaktır...
İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler, kapitalist sınıfın oluşması yolunda kaldıraç görevi gören çağ açıcı devrimlerdir; ama her şeyden çok, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve 'bağlantısız' proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşır. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir." (K. Marks, Kapital, Cilt: I, s. 729-732, Ankara 1986.) İşte bu sermayenin ilkel birikimi, emperyalist-kapitalist ülkelerin bugünkü olağanüstü sermaye birikimlerinin kökenini oluşturur. Bu sermaye birikimi, kırsal alandan kentlere göçetmek zorunda kalan milyonlarca insanı proleterleştirerek, onların ürettiği artı-değere elkonulmasını sağlayarak, özcesi halk kitlelerinin sömürülmesiyle gerçekleşmiştir. Sermayenin bundan sonraki birikim süreci, artı-değeri artırma ve artı-değer oranını yükseltme süreci olarak işlemeye başlamıştır. Günde 12-15 saat çalıştırılan işçilerin, 5 yaşından itibaren fabrika ve madenlerde çalışmaya zorlanan çocukların ve kadınların ürettiği artı-değer kapitalist tarafından sermayeye eklenerek büyüyen ve yoğunlaşan bir sermaye birikimi ortaya çıkarmıştır.
Ancak kapitalist sermayenin emperyalist-kapitalist ülkelerdeki olağanüstü birikimi, salt işçi sınıfının ürettiği artı-değere elkonulmasıyla gerçekleşmemiştir. 19. yüzyılda kolonyalist yöntemlerle Asya, Afrika ve Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi ve buralardaki hammadde kaynaklarına elkonulması, kapitalist ülkelerdeki sermaye birikimini hızlandırmış ve boyutlarını büyütmüştür. 19. yüzyılda İngiliz sermaye birikiminin en önemli halkalarından birisi Hindistan'ın sömürgeleştirilmesi olmuştur. İngiliz tekstil sektörünün gelişimi, bir yandan Hindistan ve diğer sömürgelerden temin edilen ucuz hammaddelerle, diğer yandan bu ülkelerdeki her türden dokuma tezgahlarının yok edilmesiyle birlikte olmuştur.
20. yüzyıla girildiğinde, sermayenin olağanüstü yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte ortaya çıkan tekellerin ekonomiye egemen olmalarıyla birlikte başlayan emperyalist sömürgecilik, geçmiş dönemlerin kolonyalist sömürgeciliği üzerinde yükselmiştir. 1945'lere kadar emperyalist sömürü, dünyanın her yanında ("global" olarak) ülkelerin ve halkların sömürgeleştirilmesiyle birlikte gelişmiştir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomik hammadde kaynakları, emperyalist ülkeler tarafından gaspedilmiş ve karşılığında bu ülkeler emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmiştir. Hammaddeleri ucuza (yokpahasına) alıp, mamul malları yüksek fiyatlarla sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde pazarlayan emperyalist ülkeler, bu ilişkiler içinde kendilerine artı-değer yanında tekel-kârı da sağlamışlardır.
İşte emperyalist-kapitalist ülkelerdeki olağanüstü sermaye birikiminin tarihsel gelişimi ve ellerinde tuttukları "ekonomik kaynağın" oluşumu böyle gerçekleşmiştir. Bu, kapitalizmin yalın sömürü mekanizmasından başka bir şey değildir.
Burjuva ekonomistlerinin ve ideologlarının özenle gözden kaçırmaya çalıştıkları bu tarihsel temel, aynı zamanda bugünkü sermaye birikiminin eşitsizlik ve adaletsizlik üzerinde yükseldiğini gösterir.
Dün olduğu gibi bugün de, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sermaye birikimi, yani "ekonomik kaynaklar", tüm iyimser değerlendirmelere rağmen, kitlelerin yaşam düzeylerini yükseltmek amacıyla değil, dış ülkelere, geri-bıraktırılmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla mevcut kârlarını daha da artırmak amacıyla kullanılır. Bu nedenle de, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki "ekonomik kaynaklar"ın "halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmek" amacıyla kullanılması sözkonusu değildir.
Kapitalist sermaye birikiminin bu tarihsel gelişimiyle birlikte ortaya çıkan "ekonomik kaynaklar", günümüzde emperyalist-kapitalist olmayan bir ülkenin sahip olabileceği kaynaklar değildir ve aynı biçimde sağlanabilmesi de olanaksızdır.
I. ve II. yeniden paylaşım savaşlarıyla görüldüğü gibi, dünya emperyalist ülkeler tarafından toprak olarak paylaşılmıştır ve yeniden paylaşılması gündeme gelmektedir. Herhangi bir "3. dünya ülkesi"nin bu paylaşım içinde yer alabilmesi ve paylaşımdan "pay" kapabilmesi, bazı istisnalar dışında, olanaksızdır. Çünkü sözkonusu olan, bu ülkenin emperyalist ülkeler tarafından çoktan paylaşılmış olmasıdır. Bir başka deyişle, günümüz koşullarında, herhangi bir geri-bıraktırılmış ülkenin, kendisi için gerekli sermaye birikimini başka ülkeleri sömürgeleştirerek sağlayabilmesinin koşulları mevcut değildir.
Yine de, bunun olanaklı olduğunu düşünen ve savunan kesimler de mevcuttur. Ülkemiz somutunda görüldüğü gibi, faşist-milliyetçiler, 2. Cumhuriyetçi denilen emperyalizmin yeni işbirlikçi kesimleri ve "yeni" kemalistler, sermaye birikimine sahip olabilmek için başka ülkelerin sömürgeleştirilmesinin zorunlu olduğunu savunmaktadırlar. A. Öcalan'ın "misak-ı milli" sınırları çerçevesinde "katkı sunmaya" hazır olduğunu ilan edişi, faşistlerin, 2. Cumhuriyetçilerin ve "yeni" kemalistlerin "Türki cumhuriyetleri"ni Türkiye'nin bir "hinterland"ı haline getirerek bu sermayenin sağlanabileceğine ilişkin teorileri, tümüyle emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sermaye birikiminin tarihsel temelleriyle bağlantılandırılmaktadır.
Bu "öneriler" ve teoriler, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan geçiş döneminden "yararlanma"yı amaçlamış ve "Türki cumhuriyetler"in en hayasızca talan edilmesini öngörmüştür. Ve somut gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, bu, birkaç dolandırıcılık olayı dışında hiç bir sermaye birikimine de yol açmamıştır. Azerbaycan'dan Türkmenistan'a kadar pek çok yerdeki darbe girişimlerinin başarısızlığı, bu ülkelerin sahip oldukları doğal ekonomik kaynakların (petrol, doğal gaz, vb.) emperyalist ülkelerin izni olmaksızın kullanılamayacağını kanıtlamıştır.
Kapitalist ilişkiler çerçevesi içinde "yeni kaynaklar" ya da "taze para" sağlamanın iki yolu vardır: Dış borçlanma ve iç borçlanma.
Emperyalist ülkelerin, geri-bıraktırılmış ülkeleri mali bağımlılık ilişkisi içine sokmasının en temel yöntemi olan dış borçlanma sistemi, emperyalizmden bağımsız bir ekonominin yaratılması hedefiyle çelişir.
Bu durumda, geriye sadece "iç borçlanma" yolu kalmaktadır.
"İç borçlanma" ise, doğrudan devletin tahvil ve bono çıkartmak yoluyla ülke içinde belirli bir para birikimine sahip olanlardan nakit para temin ederek, bunu sermayeleştirmesi demektir.
İşbirlikçi-tekelci burjuvazi ile toprak ve ticaret burjuvazisinin (oligarşinin) tasfiye edildiği koşullarda, iç borçlanma yoluyla elde edilebilecek "kaynak" çok küçük olacaktır. Dolayısıyla, bu küçük kaynak, sınırlı ölçülerde kullanılabilir bir kaynak durumundadır. Daha büyük "kaynak" bulmanın yolu ise, oligarşinin tasfiye edilmesi amacından vazgeçmek, onlarla "uzlaşma" yolları aramak demektir ki, bu her türden küçük-burjuva devrimci-milliyetçi hareketinin en büyük çıkmazı olmuştur.
Bu durumda "neo-liberalizm" yanlılarının en ateşli savunucusu oldukları "özelleştirmeler"in, "ulusal kalkınma" için yeni kaynak yaratabileceği düşünülebilmektedir. Üstelik bu düşünce, "neo-liberalizmin" tam tersine "ulusal kalkınma" adına ileri sürülebilmektedir. Bu düşünce, geçici bir süre için, ulusal bağımsızlığı zarara uğratan ve ulusal kalkınmayı engelleyen şirket ve kuruluşların "kamulaştırılması"nın sınırlandırılması düşüncesine ulaşır ve bu yolla "kaynak" sağlanabileceğini ileri sürer.
Bugün ülkemiz solunda yer alan "vatansever" ya da "yurtsever" söylemleri, kendi teorik temellerini kendi kendine bulamamış olsa da, bu düşünceye dayanmak durumundadır. Bu da, anti-emperyalist devrimci iktidarın, küçük ve orta sermaye ile "bazı" emperyalist ülkeler karşısında daha "liberal" bir tutum takınması gerektiğini üstü örtük biçimde kabul etmek demektir. Sonuç olarak, ekonominin "liberalleştirilmesi" ve emperyalizmin bazı ülkelerin uyguladıkları bir dış politika olarak kabul edilmesi demektir ki, emperyalizmin, kapitalizmin tekelci evresi olduğunun tümüyle reddi anlamına gelir.
Tüm bunlardan sonra geriye kalan bir "seçenek" de, şeriatçıların yıllardır savuna geldiği "İslam Ortak Pazarı" projesi olmaktadır. Gerçekleştirilmesi tümüyle olanaksız olan bu proje, "islam ülkeleri"nin emperyalizmin hegemonyası altında ülkelerden oluştuğu ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin egemen olduğu gerçeğini görmezlikten gelir. Öte yandan, gerçekleşebileceği tek boyutu ise, bir ya da birkaç "islam" ülkesinin, emperyalizmin desteğinde, diğerlerini kendine bağlı birer sömürge haline getirmesi koşuluna bağlıdır. Bu da, emperyalist sömürgeciliğin bir başka biçim ve görünümde sürdürülmesi demektir. (Bu, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu Projesi"nin bir parçasıdır.)
Kendimizi "neo-liberal" yalanlardan, "globalizm" demagojilerinden ve her türlü ulusalcı ve milliyetçi söylemlerden ayırabildiğimiz takdirde, ulusal bağımsızlığın elde edilmesi ve ulusal kalkınmanın gerçekleştirilmesinin tek yolunun devrim olduğu, anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim olduğu açıkça karşımıza çıkacaktır.
Bu devrimin programı, bağımsız bir ülkede ekonomik kalkınmanın ve toplumsal refahın nasıl gerçekleştirilebileceğini ortaya koyacaktır.
Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimin programını ve ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesinde kullanacağı kaynakları Kurtuluş Cephesi'nin 52. sayısında yer alan "Globalleşen Dünyada Anti-Emperyalist Bir İktidar Yaşayabilir mi?" yazısında ayrıntılı olarak ortaya koyduğumuz için burada yinelemeyeceğiz.
Şu kadarını söyleyelim ki, mevcut ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yapı içinde kalkınmanın önündeki en temel engel, emperyalizme bağımlılık ve emperyalizm ile işbirlikçi oligarşinin sömürüsüdür. Emperyalist sömürü mekanizması, ülke içinde üretimden elde edilen gelirlerin ülkenin kalkınması ve toplumun refahı için kullanılmasını engellemektedir. Yapılması gereken, bu sömürü mekanizmasına son vermek ve ülkenin kaynaklarını toplumun refahı ve ulusal kalkınma için kullanmaktır.
[1*] A. Öcalan'ın İmralı "savunmaları" çerçevesinde şu sözler ortaya atılmıştır:
"Ayrılmak, ayrı devlet kurmak, emperyalist sistemden gelen egemenlik yaklaşımına karşı cephe almak, bütünüyle sistem dışına çıkmak ve kendi kabuğuna çekilmek, ulusları geliştirmiyor, geliştirmedi de. Yüzyılın sonuna geldiğimiz bir süreçte, artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, çözüm yöntemi olarak esas alınmaması gereken, gelişme açısından yeterlilik arzetmeyen, ulusun bütün yönleriyle gelişimine denk düşmeyen bir yöntem olarak kalıyor. Nitekim bunu esas alan uluslar geri kaldılar. Şimdi bu devletler yıkılıyor. Bu tür bağımsızlık anlayışı, içinde bulunduğumuz dünyaya denk düşmüyor." (Serxwebun, Ağustos 1999, sayı: 212) (abç)
Emperyalizme bağımlı ülkelerdeki milliyetçi hareketler gibi Kürt milliyetçi hareketi de, yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin ürünü olan kent küçük-burjuvazisi ile küçük ve orta işbirlikçi sermaye kesimlerinin çıkarlarını temsil eder. Bu nedenle alabildiğine pragmatist ve işbirlikçi özellikler gösterir. Bir taraftan geniş halk kitlelerine "bağımsızlık"tan, "ulusun kendi kaderini tayin hakkı"ndan söz ederken, diğer taraftan "ezen ulus" burjuvazisiyle uzlaşma için gizli görüşmeler sürdürür. Balkanlarda, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde ve Afrika ülkelerinde görüldüğü gibi, bu sınıfların bu iki yüzlü tutumları, giderek emperyalizmle açık işbirliği arayışına dönüşür. Irak işgalinde Irak Kürtlerinin Amerikan emperyalizminin saflarında yer alışı bu arayışın fiili hale dönüşmesinin ifadesidir. [2*] Bugün kullanılan "ulusalcı" tanımı, geçmiş dönemin "millici" tanımının karşılığıdır. "Millici" ya da "ulusalcı" tanımı, milliyetçilik temelinde anti-emperyalist tavır alan küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesimlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Bunlar için ayrıca "devrimci-milliyetçi" tanımı da kullanılmaktadır. Ülkemiz somutunda "kemalistler"le özdeşleşen bu anti-emperyalist milliyetçi hareket, 1970 başlarında sivil ve askeri bürokrasi içinden tasfiye edilmeleriyle birlikte siyasal gücünü ve giderek sınıfsal tabanını yitirmiştir.
Bu tasfiye sürecinde, bu "ulusalcı" kesimin bir bölümü emperyalizm-oligarşi ikilisinin saflarına geçmiş ve onların "sol"a yönelik ideolojik saldırılarının bir aracı haline gelmiştir. Çoğunluğu oluşturan diğerleri ise, mevcut düzenin içinde erimişler ve kendi köşelerine çekilmişlerdir.
1990'larda ve özellikle 2001 krizi sonrasında oligarşinin safına geçmiş olan "eski ulusalcı"ların hızla mülksüzleşmesi, bu kesimin yeniden "ulusalcı" söylemlere geri dönmesine yol açmıştır. Bugünkü "ulusalcı" kesimde görülen hareketlenmenin temelinde 1970 sonrasında emperyalizm-oligarşi ikilisinin işbirlikçisi olanların bu "geri dönüş"ü yatmaktadır.