17 Aralık gününe birkaç ay kala "medya"nın ortak manşeti "Bu iş tamam!"la başlayıp, 17 Aralıkta AB "liderler zirvesi"nde tam üyelik için tarihin kesin olarak verileceğiyle devam ediyordu. "AB'ye beş kala" herşey güllük-gülistanlık, sorunsuz giderken, her zaman olduğu gibi, borsa "tarihi zirve"lerini yapmayı sürdürüyordu.
Tüm uğraşılar "bir yol kazası"nın olmamasına yönelmişti. Tayyip Erdoğan'ın "zina" sı, kısa bir süre için sorun gibi görünse de, gerek "medya"nın "sağduyulu" ve "laikçi" tutumu ile, gerekse borsanın "tepkisiyle" hal yoluna sokuldu.
Gün günü kovaladı ve "zirve" öncesinin en "büyük" ve en "önemli" olayı olarak lanse edilen, "Citizen Verheugen"in başkanlığını yapan komisyonun hazırladığı "İlerleme Raporu" 6 Ekimde açıklandı.
Her ne kadar "citizen Verheugen", "İlerleme Raporu"nda yer alan bazı hususların Türkiye yöneticileri için "kolay sindirilir" olmadığını söylemişse de, herşeyin kolayca "sindirildiği" görüldü. AKP, AKP'nin "medyası" ve bir bütün olarak islamcı kesim (ılımlı ve ılımlı olmayan şeriatçı kesim), büyük sevinçle "İlerleme Raporu"nda Türkiye'ye tarih verilmesi gerektiği sonucunun çıktığını söyleyerek, "sindirim sistemlerinin" ne denli güçlü olduğunu gösterdiler.
Ancak bu arada "İlerleme Raporu"nun bir türlü Türkçe'ye çevrilmemesi bazı insanlarda "şüphe" uyandırmaya da başlamıştı. Şüphecilerin şüpheciliği arttıkça, AKP'nin mehteran takımının içine de kurt düştü. Ve nihayetinde "özel" çevirilerle ve ardından resmi çeviriyle "İlerleme Raporu" Türkçe yayınlandı.
"Citizen Verheugen"in önce "yeni koşul yok" dediği, ardından içindeki bazı bölümlerin Türkiye tarafından "sindirilmesinin zor" olduğunu söylediği "İlerleme Raporu" ve paralelinde yayınlanan "Etkiler" ve "Tavsiyeler" raporlarıyla "AB perspektifini koruyan Türkiye"nin "resmi çekilmiştir". Çekilen "resme" göre durum şöyle ifade edilmiştir: "Türkiye'nin katılımının AB'nin dış ilişkilerine potansiyel etkisinin değerlendirilmesi birçok değişkenden etkilenmektedir: Türkiye'nin olası katılımının zamanının belirsizliği, genel olarak uluslararası ve özellikle Türkiye'nin yakın çevresindeki gelişmelerin kestirilemezliği, önümüzdeki 10-15 yıl içinde AB'nin nasıl şekilleneceği sorusu ve nihayetinde aynı zaman diliminde Türkiye'nin evrimi ve iç dönüşümünün mecrası.
AB'ye halihazırda üye olan devletler ile Türkiye'nin adı geçen bölgelerde birçok açıdan örtüşen, fakat bazı hallerde farklılık arzeden önemli çıkarları vardır.
Orta-alt gelir düzeyine sahip bir ülke olan Türkiye'nin katılımı, en son genişlemede olduğu gibi, genişleyen Avrupa'daki ekonomik dengesizlikleri arttıracak ve uyum politikası için önemli bir tehlike oluşturacaktır. Türkiye yapısal ve uyum fonlarından uzun bir süre için kayda değer destek almaya hak kazanacaktır. Üye ülkeler arasında yapısal fonlardan yararlanan bölgeler mevcut kurallar çerçevesinde bu haklarını kaybedebileceklerdir." AB'nin kadrolu propagandistlerinin "bu iş tamam" dedikleri AB üyeliği konusunda, AB komisyonu raporu ise açık biçimde "bu iş bitmedi" demenin ötesinde, "bu iş"in henüz başlamadığını söylemektedir. Öyle ki "10-15 yıl" gibi esnek bir zaman dilimi sonrasından ve bu zaman dilimi sonrasında AB'nin nasıl şekilleneceğinden söz eden rapor, aynı zamanda bu zaman diliminde olabileceklerin "kestirilemez" olduğunu da açıkça ifade etmektedir.
Ama aynı AB, çok kolaylıkla henüz başvurusunu yapmış olan Hırvatistan'ın 2007 yılında üye olacağını açık bir dille ifade edebilmektedir. Dahası Romanya ve Bulgaristan'ın en geç 2009'da kesin üye olacakları da aynı komisyon raporlarında açık biçimde ifade edilmiştir.
Bu somutlukta ve somut "rapor" karşısında, hâlâ Türkiye'nin AB üyeliğini "bu iş tamam" diyerek sunanların şüphesiz başka bir "niyetleri" olduğu açıktır.
Bu "niyet", AB'nin emperyalist ülkelerinin "AB perspektifini koruyan Türkiye"ye ilişkin hesaplarından başka birşey değildir.
Ancak gelinen aşamada, yani 17 Aralık "zirve"si öncesinde en temel sorun Türkiye'ye ilişkin beslenen "niyetler" ve yapılan hesaplar ile "AB üyeliğini koruyan Türkiye" perspektifi arasında ince bir diplomatik yol bulunabilinmesidir. Bu yol öylesine olmalıdır ki, hem "niyetler" ve hesaplar gerçekleştirilebilsin, hem Türkiye halkı AB'ye "er ya da geç alınacağı" umudu içinde tutulabilinsin. Bugün, 17 Aralık öncesindeki tüm dikkatler bu ince diplomatik yolun nasıl formüle edileceğine yöneltilmiştir. Bu nedenle de AB fonlarından fonlananlardan büyük hizmetler beklenmektedir.
AB fonlarından fonlananlardan beklenen hizmet ("medya"nın engin desteği ile), 17 Aralık "zirve"sinden çıkacak karar ne olursa olsun, "bu iş tamam" düşüncesinin toplumda oluşmasını sağlamaktır. Ama bazı "sorunlar" da yok değildir. En temel sorun AB'nin kadrolu elemanlarının artan oranda itibar yitirmeleri ve inandırıcılıklarını kaybetmeleridir. Özellikle M. Ali Birand'ın Kıbrıs konusunda yaptığı yayınla yarattığı "umut", bu konuda kayda değer bir gerileme göstermesine yol açmıştır. Bu nedenle AB (ve aynı zamanda ABD) önemli bir orkestra yönetmenini devreden çıkarmaya zorlanmaktadır. Ama "AB demokrasisinde çare tükenmez"!
Bulunan yeni formül, AB konularında fazlaca dikkat çekmeyen, ama "medya"nın "önde gelenleri"nden olan "yeni" şefleri sahneye sürmektir. Geçen sayımızda yayınlanan "M. Ali Birand'ın Evinde 'AB Perspektifini Koruyan Türkiye'" yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bu yeni "şef" Güneri Civaoğlu ve "yedek şef" bay %5 Ertuğrul Özkök'tür.
Düne kadar M. Ali Birand'ın yazdıklarını şimdi Güneri Civaoğlu yazmaktadır: "Gene geçtiğimiz günlerde AB'nin üst düzey yöneticilerinden biriyle konuşmamızı anımsıyorum.
17 Aralık için uyarmıştı:
'Fransa bir şekilde bu sorunu iç kamuoyunun gazını alacak bir formülle aşacaktır.
Ancak...
Asıl Kıbrıs'a dikkat edin.
Orada ciddi bir bedel ödemeniz gerekebilir.
Hatta bu, gerekecek.'
Bunu Türk medyası şişirir, sorun haline getirirse, sürecin daha zorlaşacağına işaret etmişti." Böylece yeni orkestra şefi, 17 Aralık "zirve"siyle birlikte "sessiz sedasız" nelerin halledilmesi gerektiğinin "ip uçlarını" vermeye başlamıştır.
Kıbrıs'ın yanında nelerin daha "sessiz sedasız" halledileceği fazlaca gizli de değildir: "İlerleme Raporu"nun eklerinde yazıldığı gibi, Ermeni sorunu, Fener Rum Patrikliği sorunu, Ege sorunu ve "azınlıklar sorunu".
Ve bu sorunlar, ne denli "sessiz sedasız" halkın ilgisini çekmeyecek bir biçimde halledilmeye çalışılırsa çalışılsın, yine de "Türk" "üst-kimlik" sahiplerinin bunları kolayca "sindiremeyecekleri" de açıktır. Bu durumda da, "mozaikçiler"e karşı "mermerciler"[1*] ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Burada "bize ne Türkün ülkesinden" diyebilecek olanlar önemli bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Bunların "solcu" ya da "Kürt" "alt-kimlik" sahibi olup olmamasının burada önemi yoktur. Önemli olan, bir ülkenin kendi devlet sınırlarının değişimine yol açabilecek gelişmelerin gerçekleştirilmesidir. Bunun için nüfusun önemli bir kesiminin "tarafsızlaştırılması" ya da kayıtsız hale getirilmesi tek başına yeterlidir.
Ve yeniden "toplum mühendisliği"ne gelinmektedir.
Amerikan emperyalizminin büyük "tink-tank" kuruluşlarının üretimi olan "toplum mühendisliği" şimdi AB'nin misyonu haline gelmiştir. Onların düşüncesine göre, biraz para ile satın alınabilecek küçük-burjuva aydınları ve pop-starlar aracılığıyla herhangi bir "geri" toplum kolayca "yeniden dizayn" edilebilir.
Bu toplumlar, geri bir ekonomik yapıya ve "geri" bir kültüre sahip oldukları için, "çağdaş uygarlık" (medeniyet) tarafından, "çağdaş" "medya" olanaklarıyla ve aydın-pop-star ittifakıyla her türlü çıkara uygun olarak dönüştürülebileceklerinden, emperyalizm için yeni pazar olanaklarını da beraberinde getireceklerdir. "Bir uygarlık projesi" olan AB, onları "uygarlaştıracaktır"!
Birileri çıkıp şu soruyu soracaktır:
Hangi uygarlık?
Bir yanda "medeniyetler çatışması" ("uygarlıklar çatışması") teorilerinin ortalıkta uçuştuğu, hıristiyan-batı uygarlığının müslüman-doğu uygarlığı ile savaş halinde olduğu düşüncesinin yaygınlaştırıldığı bir dönemde "hangi uygarlık" sorusu kaçınılmaz olarak toplumların gündeminin birinci sırasına çıkacaktır.
"Uygarlık"ın (medeniyet) bir yanı hıristiyan-batı olarak kabul edilmeye başlandığında, karşıtı müslüman-doğu olmakla sınırlı kalmayacaktır. Batının karşıtı tüm doğu olacaktır. Bu durumda da, "büyük Doğu", "büyük Orta-Doğu" vb. teorilerin ve girişimlerin baş göstermesi kaçınılmazdır.
Bugün AB'nin emperyalist hedefleri için "ılımlı islamcılar"ın ticaret (ihracat) yoluyla satın alınmışlığı önemli bir avantaj olarak görülmektedir.[2*] Tayyip Erdoğan'ın "ihracatımız 62 milyar doları geçti" çığırtkanlığı bu satın alınmışlığın ve satın alma yönteminin en açık ifadesidir. Ama sorun, bu ihracatın sürekli kılınıp kılınamayacağıdır. Dolayısıyla ticaret yoluyla satın alınanlar aynı yolla kaybedilebilecektir.
Bu konjonktürel avantaja rağmen 17 Aralık "zirve"sinde tarih verilmesinde bazı "pürüzler" olduğu da "medya"da yer almaya başlamıştır. AB ile "müzakereler"in başlangıç tarihinin 2005 sonu ya da 2006'nın ilk ayları olacağına ilişkin "medya" haberleri, toplumu "en kötüye" hazırlamayı amaçlamaktadır.
Oysa 17 Aralık "zirve"sinden nasıl bir karar çıkarsa çıksın, her durumda, AB komisyonunun "tavsiye kararı"nda ifade edildiği gibi, "müktesebatın kapsamlı olarak incelenmesini içeren, tarama (screening) süreci başlatacaktır". Dolayısıyla "tarama süreci" adı altında, "müzakerelerin başlaması"nın sürekli olarak ileri bir tarihe ertelenmesi olanaklı olacaktır.
Türkiye'nin AB'ye "tam üyeliği"nin hangi tarihte olacağı ise, komisyon raporunun "etkiler" bölümünde açıkça ifade edilmiştir: "Türkiye'nin katılım müzakereleri, yaklaşmakta olan mali perspektiften daha uzun sürecektir". "Yaklaşmakta olan mali perspektif", 2014-2020 dönemini kapsayan AB bütçesidir.
Görüldüğü gibi, Türkiye'nin AB üyeliği, "uzun ince bir yol" olarak 2020'den sonraki bir döneme uzatılmaktadır. "AB uzmanları"nın hesaplamalarına göre, bu tarih "en erken" 2025 olarak düşünülmektedir.
Eğer M. Ali Birand'ın 63 yaşında olduğu gözönüne alınırsa, Türkiye'nin AB üyeliği gerçekleştiğinde kendisi "hakkın rahmetine" kavuşmuş olacaktır.
Şayet gerçekleşirse!
[1*] "Mozaikciler" AB yandaşlarıdır, öyle ki AB'nin finanse ettiği "projeler"den birisinin adı, "Mozaik programı"dır. AB resmi belgelerine göre, 259 bin Euro ile finanse edilmiş olan bu "program"ın amacı, "AB çok-kültürlü kimliğinin çeşitliliğinin bir ifadesi olarak Avrupa kültürü ve sanatının farklı yönlerine Türk halkının ilgisini artırmaktır". "Mozaik programı"ndan fonlananlar ise, ÖDP'li Değirmendere belediyesi, Mersin Ticaret Odası ve Murat Belge'nin başını çektiği Helsinki Yurttaşlık Derneği'dir. AB belgelerinde şöyle bir dipnot da düşülmüştür: "2004 yılında bu program kapsamında benzer hibe fırsatı olabilir".
"Mermerciler" ise, "Türkiye kültürel bir mozaiktir"cilere karşı "Türkiye mozaik değil, mermerdir" diyen MHP'li faşistlerdir. [2*] AB İlerleme Raporu'nda şunlar yazılıdır: "2003 yılında, AB-25'e yapılan ihracat 2002'den %12,8 fazladır ve Türkiye'nin toplam ihracat satışlarının % 58,1'ini oluşturmaktadır( 22,7 milyar Euro)."