Ekim ayının son günlerine girilirken bir ”resim sergisi”nde Prof. Dr. ve ressam Adnan Çoker ile Hülya Avşar arasında geçen ”tartışma” gazetelere yansıdı. Çeşitli köşe yazarları ”konuya” ilişkin olarak pekçok değerlendirme yaptılar. Bunlar arasında yer alan Prof. Toktamış Ateş, Cumhuriyet gazetesinde ”Adnan Çoker'lere Saygı” başlığıyla şunları yazıyordu: ”Benim bugün için niyetim Ermeni soykırımı tasarısıyla ilgili birşeyler kaleme almaktı. Fakat Erol Aksoy Vakfı'nın bir sergisinde, Adnan Çoker hoca ile Hülya Avşar adındaki hanım arasında gerçekleşen konuşmalar ve her şeyden daha 'vahim olarak' Erol Aksoy'un Adnan Çoker'i dışarıya davet etmesi, beni bu yazıyı yazmaya zorladı.” Adnan Çoker ”hoca” gibi kendisi de profesör olan Toktamış Ateş, yazısının devamında, ”12 Eylül'le birlikte müthiş bir 'kokuşma' ve 'pespayeleşme' başladı. Devlet, tüm olanaklarla 'sol' ve 'solcular'ın üzerine giderken, birtakım insanlara inanılmaz olanaklar, altın tepsiler içinde sunuldu” saptamasını yaptıktan sonra Erol Aksoy'u, ”Hülya Avşar'ı ayıpladığımdan daha çok ayıplıyorum ... Türkiye'nin geleceğinde, Adnan Çoker gibi sanatçıların heykelleri dikilecek. Hülya Avşar'ların Erol Aksoy' ların değil” diyerek noktalamıştır.
Prof. Toktamış Ateş ve pek çok köşe yazarının üzerinde birleştikleri nokta, sanatçı ve profesör Adnan Çoker'e Hülya Avşar'ın ”densizlik” ettiği, ama sergiyi terk etmesini söyleyen Erol Aksoy'un ”saygısızlık” ettiği üzerineydi. Ancak hiç kimse, profesörlük ve sanatçılık dışında Adnan Çoker'in kim olduğuna ilişkin tek söz etmezken, aynı şekilde Erol Aksoy'un kim olduğunu da açıklama zahmetine girmemiştir.
Bir ”olay” olmuştur, Erol Aksoy'un ”vakfı” nın düzenlediği bir resim sergisinde olmuştur. Sözkonusu olan ”resim sergisi” olunca, ressam-sanatçı ve profesör Adnan Çoker'in ”orada ne aradığı” anlaşılmaktadır. Ancak Hülya Avşar'ın varlığı ve ”olay” yaratması olmamış olsaydı, Erol Aksoy ”vakfı”nın ”resim sergisi” nin varlığından da, Adnan Çoker'in profesörlüğünden de ”öteki Türkiye”nin haberi bile olmayacaktı.
”Olay”ın geçtiği ”mahal”, ”Türk ressamı” Fahr El Nissa Zeid'in Erol Kerim Aksoy Vakfı tarafından düzenlenen resim sergisidir. Vakıf, adından da anlaşıldığı gibi, ünlü işadamı Erol Aksoy'a aittir. Soyut resmin öncülerinden sayılan ”Türk ressamı” Fahr El Nissa Zeid sergisine, yine soyut ressamlarımızdan olan Adnan Çoker'i davet eden Erol Aksoy'dur. Kendi ”jargonları” ile söylersek, Erol Aksoy, Fahr El Nissa Zeid'in soyut resim sergisine, soyut ressamlarımızdan Adnan Çoker'i davet ederek, kendisinin ne denli ”sanatsever” ve ”sanatçı dostu” olduğunu göstermiştir. Ama ne olduysa olmuş, Hülya Avşar ile soyut ressamlarımızdan Prof. Dr. Adnan Çoker arasındaki ”atışma” sonucunda, ”evsahibi” davetlisini sergiyi terketmeye çağırarak ”olay” yaratmıştır.
Fahr El Nissa Zeid bir biyografide şöyle tanıtılmaktadır: ”1901 yılında İstanbul'da doğdu. 13 yaşında resimle ilgilenmeye başlayan Zeid, 1920'de Sanayi-i Nefise Mektebi'nde ilk kız öğrenci olarak sanat eğitimine başladı.
Modern Türk Resmi'nin doruklarından biri olarak nitelendirilen sanatçı, sanata düşkün Şakir Paşa Ailesi'nin bir ferdidir. Fahr el Nissa Zeid, diplomat, hattat ve tarihçi Şakir Paşa'nın kızı, Sadrazam Cevat Paşa'nın yeğeni, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın (Halikarnas Balıkçısı) ve ressam Aliye Berger'in kardeşidir. Ressam Nejat Devrim ve tiyatro sanatçısı Şirin Devrim, Zeid'in ilk eşi yazar İzzet Melih Devrim'den olan çocuklarıdır. Zeid, seramik sanatçısı Füreyya Koral'ın ve ressam Can Kabaağaçlı'nın da teyzesidir. Fahr el Nissa Zeid, ikinci evliliğini 1954 yılında Irak Kraliyet Ailesi'nin üyesi ve Irak'ın Berlin ve Londra Büyükelçisi Emir Zeid ile yapmıştır.” 1994'de Washington'daki National Museum of Women in the Arts'da, ”Arab Women Artists” (Arap Kadın Sanatçılar) başlığıyla düzenlenen sergide yapıtları yer alan Fahr El Nissa Zeid 1991 yılında Ürdün-Amman'da ölmüştür.
Erol Aksoy kimdir?
Erol Aksoy, İktisat Bankası'nın sahibi olarak ”para sahibi”dir. Bankacılık yanında ”eğlence dünyası”yla yakından ilgili olan Erol Aksoy, aynı zamanda Cine5 ve Show Tv'nin sahibidir. Playboy Tv'nin de sahibi olan Erol Aksoy, Playboy filimlerini Cine5'den yayınlayarak medya alanında büyük bir atak gerçekleştirmiştir.
1980'li yıllarda ”show dünyası”nın ünlülerinden Ajda Pekkan'la evliliği ile ünlenen ve bu evlilik sonrasında ”eğlence dünyası”na bir şarkı ile bir resimli roman armağan eden İktisat Bankası sahibi Erol Aksoy'dur.
Erol Aksoy'la ilgili olarak gazetelerde yer alan son haberde şöyle denilmektedir: ”2 Kasım 2000 - AKS Televizyon Reklamcılık ve Filmcilik A.Ş'nin eski sahibi Erol Aksoy ile 13 eski şirket yöneticisi hakkında, 'Sahte belge kullanmak suretiyle vergi kaçakçılığı yapmak' iddiasıyla açılan davanın görülmesine devam edildi.
İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmaya, tutuksuz yargılanan sanıklar Mehmet Osman Birsen ve Mehmet Cemal Seven katıldı. Davanın diğer sanıkları Erol Aksoy, Mustafa Gürbüz Tumay, Altan Edis, İsmail Emen, Fikret Güler, Hüseyin Derin Yarsuvat, Ertuğrul Özkök, Soner Gedik, Ömer Faruk Bayhan, Tezcan Yaramancı, Ersin Rüstem Tatar ve Murat Saygı ise duruşmaya katılmadı.” Haberde adı geçenlerden Ertuğrul Özkök, herkesin bildiği gibi, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenidir. Mustafa Gürbüz Tümay, Mehmet Celal Seven ve Fikret Güler bankacı, Mehmet Osman Birsen İMKB eski başkanı, Hüseyin Yarsuvat Show TV-Cine 5 Yönetim Kurulu Üyesi, MİT Müsteşarı'nın avukatı, Soner Gedik Doğan Medya Grubu başkan yardımcısı, Ömer Faruk Baykan Kanal D genel müdürü, Murat Saygı Show TV genel müdürüdür.
”Sahte belge kullanmak suretiyle vergi kaçakçılığı yapmak”la yargılanan bu kişilerin yaptığı iş, AKS Televizyon Reklamcılık ve Filmcilik A.Ş üzerinden Fransa'daki Show Tv S. A şirketine film, televizyon dizisi vb. ihraç ederek ihracatı teşvik fonundan vergi iadesi almalarıdır. AKS şirketinin 1992-1994 arasında yaptığı bu ”ihracat” tutarı 60 milyon dolardır.
Hürriyet gazetesinin %18'lik hissesine sahip olan Erol Aksoy'un ”sanat” olayında Hülya Avşar'dan yana çıkması hiç de şaşırtıcı görünmemektedir.
”Olay”ın diğer kişisi Prof. Dr. Adnan Çoker'e gelince.
Prof. Dr. Toktamış Ateş'in sözleriyle söylersek, 12 Eylül'le birlikte, ”devlet tüm olanaklarla 'sol' ve 'solcular'ın üzerine giderken, bir takım insanlara inanılmaz olanaklar, altın tepsiler içinde sunuldu”ğu bir dönemde işbirlikçi tekelci burjuvazinin yıllar sonra Kenan Evren' in ”tabloları” karşısında gösterdiği resim sevgisi de başlamış ve işbirlikçi burjuvazinin bu resim sevgisiyle birlikte Adnan Çoker ”hoca” nın ”yıldızı” parlamıştır.
1983-1985 tarihleri arasında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Başkanlığı'nda bulunan Adnan Çoker için 1989'da Derimod Kültür Merkezi'nde açılan retrospektif sergisi dolayısıyla 120 sayfalık bir kitap yayınlanmıştır. ”Mavi grubu”nun kurucularından olan Adnan Çoker, 1953 yılından 1986 yılına kadar 9 kişisel sergi açmışken, bu tarihten sonra 14 kişisel sergi açarak ”popülitesini” artırmıştır. Maçka Sanat Galerisi, Mine Sanat Galerisi, Arda Sanat Galerisi, Garanti Bankası Sanat Galerisi, Galeri Nev, Galeri B ve Aksanat Galerisi, Adnan Çoker'in resimlerinin sergilendiği ”gözde mekanlar” olmuştur.
Adnan Çoker'in ürünleri arasında iki büyük duvar çalışması da bulunmaktadır. Bu duvar çalışmaları, 1990'da Cumhurbaşkanlığı yeni binasının Resepsiyon Salonu için 280x585 cm. boyutlarında tuval uzerine akrilik duvar resmi ile 1993'de Hürriyet Gazetesi bina giriş salonuna konulan 205x460 cm. boyutlarında tuval uzerine akrilik kompozisyondur.
İşte Adnan Çoker-Hülya Avşar-Erol Aksoy üçgeninde meydana gelen ”paparazi”lik olayın arka planında yer alan bu olgular 1980 sonrasında egemen sınıflar içindeki gelişmelerin ve oluşumların zemini üzerinde ortaya çıkmıştır.
Bu olgular içinde en dikkat çeken yan, oligarşi içinde ya da dışında yer alan sömürücü sınıfların ”sanat düşkünlüğü” ve resim sanatına gösterdikleri büyük ”ilgi”dir. 1980 sonrasında, özellikle T. Özal döneminde uygulanan ekonomi politikalar sonucu ortaya çıkan ve küçük-burjuva aydınları tarafından ”magandalar” ya da ”sonradan görmeler” olarak tanımlanan ”yeni işadamları”, işbirlikçi burjuvazinin ”sanat düşkünlüğü”nün yeni sürdürücüleri olarak heryerde görünür olmuşlardır. Sakıp Sabancı'nın ”Atlı Köşk”ü ”medya”ya açarak başını çektiği ”resim kolleksiyonculuğu”, Kenan Evren'in resimlerini kendi kolleksiyonuna katmasıyla daha popüler olurken, diğer yandan ”iş dünyasının” ”sanat severliği” nin alenileşmesini sağlamıştır.
Bu alenileşmenin gazete sayfalarına yansıyanları arasında yer alan Bezmen'in tablo kolleksiyonunun bir kısmını yurtdışına kaçırırken yakalanması, Ayşegül Nadir'in Osmanlı hat sanatına ilişkin ürünlerin pazarlamacısı ve kaçakçısı olması, ”iş dünyasının sanat severliği”nin küçük görüntülerini oluşturmuştur. Artık, yaşadıkları sürece değerleri bilinmeyen, dolayısıyla geçimini güçlükle sağlayan ressamlar dönemi sona ermiş ve ülkemiz ressamları hakettikleri yeri ve değeri sağlıklarında görür olmuş ve tabloları sağlıklarında para getirir olmuştur!
Daha düne kadar ”solda” ve ”solcu” görünüm içinde, ”yoksul” ve ”kadri bilinmemiş” olarak bir kenarda kalmış ressamlarımıza gösterilen bu büyük ”ilgi”, hiç şüphesiz işbirlikçi burjuvazinin ve yeni işbirlikçilerin ”engin sanat bilgi ve ilgi”sinden kaynaklanmamaktadır. Sakıp Sabancı'nın danışmanlarının çok iyi saptadığı gibi, resim kolleksiyonlarına yapılan yatırımlar zaman içinde faizden, repodan ve borsadan daha yüksek getiri sağladığı gibi, resim kolleksiyonu için harcanan paralar vergiden düşülmektedir. Bir başka deyişle, vergi kaçırmanın en kazançlı bir yolu olarak ortaya çıkan sanat kolleksiyonculuğu, aynı kesimlerin birbiri ardına kurdukları vakıflarla birlikte gelişmiştir.
Bu süreçte en çok ilgiye mazhar olan resimler ise, soyut resimler olmuştur. Bu soyut resimler, özellikle ”genç işadamları”nın simgelediği Amerikan yaşam tarzına uygun ”mekanların” (oturdukları, yaşadıkları, eğlendikleri, yemek yedikleri yerlerin yeni adı) dekorasyonunda kullanılmıştır. Hemen herkesin deri ceket ve mont giydiği ve deri ceket ve montların sınıf atlamanın bir simgesi olarak göründüğü bir dönemde yıldızı parlayan Derimod' un bu alanda öncülüğü ele alması da şaşırtıcı değildir. İhracata yönelik sanayileşme adı altında emperyalist ülkelerden alınmış borçların ödenmesine yönelik olarak ülke içi kaynakların ve ürünlerin satışına dayalı ekonomi politikanın uygulandığı bu dönemde T. Özal'ın çıkarttığı ihracatı teşvik yasası ve ihracatı teşvik fonundan milyonlarca dolar vergi iadesi alan Derimod'un deri giysi ve koltuk takımları ile sanat arasında kurduğu yakın ilişkiden pay alanlardan birisi de, hiç şüphesiz Adnan Çoker olmuştur. Ve yine, Bodrum'da ”Hadigari Bar”da sergi açan Adnan Çoker'dir.
Adnan Çoker, elbette bu ilişkinin ”gereğini” de yerine getirmiştir. İşbirlikçi burjuvalar için yeni ”sanat eserleri” üretmeyi beceren Adnan Çoker ”hoca”nın en dahiyane buluşu, işbirlikçi burjuvaların simgelerini kendi ”mavi” siyle resmetmek olmuştur. Bunun en tipik örneği ise ”Çifte Minare” adını verdiği ve Sabancıların ”ikiz kuleleri”ni nakşettiği tablosudur.
Yine de bu dönemin tek nemalanan kişisi Adnan Çoker değildir. 1980'lerin sonlarına doğru büyük ”medya” reklamlarıyla ”iç piyasaya” çıkan Bedri Baykam, parasal olduğu kadar popülerlik açısından Adnan Çoker'den daha ünlü olmuştur. Ve ilgililerin anımsayacağı gibi, bu dönemde Bedri Baykam'ın İstanbul Kültür Merkezi'nde açtığı ilk serginin en ünlü konuğu Hülya Avşar olmuş ve Bedri Baykam'ın ”yapıtları” arasında çektirdiği ”münasebetsiz” fotoğraflar günlerce basında yer almıştır. Aynı sergide Bedri Baykam'ın yanında yer alan diğer bir ”ünlü” de ”ünlü sinema ve reklam yönetmenimiz” Sinan Çetin olmuştur.
Bugün CHP'li, en hızlı ”kemalist” Bedri Baykam'ın gerçekleştirdiği ilk yurtiçi sergisiyle resim dünyasına giriş yapan Hülya Avşar'ın yanında ”Kaya'nın” olmaması Adnan Çoker ”hoca”yı dayak yemekten kurtarmış ve Erol Aksoy tarafından sergiden çıkartılmasıyla yetinmiştir.
”Kaba-saba”, ”sanattan anlamaz” proletaryanın hiçbir şey anlamadığı soyut resimin üreticisi küçük-burjuva sanatçılarının kendilerini kolayca burjuvaziye ve burjuvazinin parasına doğru fırlattığı ve bu burjuvalar tarafından ”para, şan ve şöhret”le satın alındıkları bir yana bırakılarak Prof. Dr. Adnan Çoker ”hoca”ya saygı istemek, saygı gösterilmesini beklemek, bir başka niyet bulunmuyorsa, büyük bir safdillikten başka birşey değildir.
Elbette proletarya, tüm değerlerin yaratıcısı ve üreticisi olarak, sanatın ve sanat ürünlerinin gerçek değerini verecek tek sınıftır. Ancak proletaryanın içinde bulunduğu eğitimsizlik, kültürsüzlük ortamında, kendi geçimini sağlamaktan, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmediği bir dönemde küçük-burjuva sanatçılar tarafından ”kaba-saba” bilineceklerdir. Ama gerçek ”kaba-saba” olan, Adnan Çoker olayında olduğu gibi, burjuvazinin bizzat kendisidir. ”... özel mülkiyet kaba gereksinmeyi insani gereksinme durumuna dönüştürmeyi bilmez; imgelem, keyfe bağlılık, yelteklik (caprice) onun idealizmidir, ve [hiç -ç.] bir harem ağası, efendisini, sınai harem ağasından, [yani -ç.] üreticiden daha büyük bir bayağılıkla koltuklamaz ve ustalıkla göze girmek için, düzenbazlıkla para kazanmak ve çok hıristiyanca sevdiği komşusunun cebinden mangır çekmek için, ondan daha pis araçlarla efendisinin körelmiş yeteneklerini uyandırmaya çalışmaz. - (Her ürün, ötekinin varlığının parasının çekilmeye çalışıldığı bir yemdir; her gerçek ya da olanaklı gereksinme, sineği ökseye çekecek olan bir güçsüzlüktür: - insanın toplumsal özünün evrensel sömürüsü, tıpkı eksikliklerinden herbiri gibi, cennet ile bir bağ, insan yüreğinin rahibe açık olan bir köşesidir; her gereksinme, komşuya en sevimli bir biçimde yaklaşmak, ve ona şöyle demek için bir fırsattır: Sevgili dostum, senin için zorunlu olan şeyleri sana vereceğim; ama sen sine qua non koşulunu biliyorsun; seni bana bağlayan antlaşmayı hangi mürekkeple imzalayacağını biliyorsun; ben sana bir zevk sağlarken seni kazıklayacağım). Sınaiharemağasıinsanınenpisheveslerinekatlanır, onungereksinmesiileonunarasındaaracılıkyapar, ondakihastaistekleriuyandırır, dahasonrabuaracılıklarınücretiniistemeküzere, onunkusurlarınıgözetir. ..
İktisatçı senden yaşam ve insanlık olarak aldığı şeylerin yerine, para ve zenginliği koyar ve senin yapamadığın her şeyi, senin paran yapabilir: yiyebilir, içebilir, baloya, tiyatroya gidebilir; sanatı, derin bilgiyi, tarihsel ilginçlikleri, siyasal erkliği sınar; yolculuk edebilir; bütün bunları sana verebilir; bütün bunları satın alabilir; gerçek yetenektir o. Ama bütün bunlar olan onun [paranın -ç.], kendi kendini yaratmaktan, kendi kendini satın almaktan başka bir olanağı yoktur; çünkü geri kalan her şey onun uşağıdır ve eğer ben efendiye sahipsem onun uşağına da sahibim demektir, ve uşağına gereksinmem yoktur. Demek ki, bütün tutkular ve tüm etkinlik, zenginlik susuzluğu içinde yokolmalıdırlar.” (K. Marks, 1844Elyazmaları, s: 207-209) (abç)
İşte Adnan Çoker olayının gösterdiği gerçek budur.