Gerçekten böyle mi? Şimdi biz “siviller”, yani askeri okullarda okumamış, profesyonel asker olmamış ve hatta eline hiçbir zaman silah bile almamış biz “siviller” bugün gelişen “savaş ve çatışma” ortamında neyin ne olduğunu anlayamayacak insanlar mıyız?
Selahattin Demirtaş’a göre, bu sorunun yanıtı “evet”dir. Ancak yine Demirtaş’a göre (ki röportajı yapan gazeteci de aynı şeyi sormuştur), biz “siviller” bunu “anlayamıyor” olsak da, kendisi, bizatihi S. Demirtaş bu “savaş mantığı”nı pekala da “anlayabilmek”tedir! Üstelik “anlama”nın da ötesinde “savaş mantığı içerisinde devletin yaptığının da PKK’nin yaptığının da bir tutarlılığı” olduğunu bile “anlayacak” kapasiteye de sahiptir.
“Anlayamayan” sadece “bizim gibi siviller” (Demirtaş bu “biz”in içinde sayılamaz) olmaktadır.
Eğer savaş, Clausewitz’in ünlü tanımıyla, politikanın başka araçlarla, yani şiddet araçlarıyla devamı ise, açıktır ki, “savaşın iç mantığı”nı anlayamayanlar (yani “biz siviller”), doğal ve kaçınılmaz olarak politikanın (eğer varsa) “iç mantığını” da anlayamayacaklardır.
Buradan çıkartılabilecek en basit sonuç, savaşın bir “yüksek siyaset” olduğu ve ancak “üst akıl” sahipleri ile profesyonel askerler tarafından yürütülebileceğidir. Özcesi, “biz siviller”in, anlayamadığımız savaş üzerine de, anlayamayacağımız politika üzerine de kafa yorması abesle iştigaldir!
Amerikan emperyalizminin askeri terminolojisinde “düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanan bugünkü “savaş ve çatışma” durumunu, eğer “iç mantığını anlayamadığımız” için anlayamayacaksak, doğaldır ki, bu “durum” hakkında da bir düşünce sahibi olamayız! O zaman savaşı devlete ve PKK’ye, siyaseti de AKP’ye ve HDP’ye bırakmamız gerekir!
Hiç şüphesiz Demirtaş “siyaset” yapmaktadır. Üstelik “devlet”in yasallığı içinde “siyaset” yapmaktadır; o bir “barış siyasetcisi”dir. Onun “siyaset”inde “hiç kimsenin ölmemesi lazım”dır. Ama ortada bir savaş vardır ve savaş da insanların birbirlerini öldürdükleri kanlı bir eylem alanıdır.
Evet, bugün pek çok insan “bir şeyleri” anlayamamaktadır. Daha düne kadar “barış süreci”nden, “Eşme ruhu”ndan, “müzakere”den söz edilirken, “birden bire”, “durup dururken” “devlet ile PKK” arasında şiddetli çatışmaların neden ortaya çıktığını anlayamamaktadır. Onlara “savaşın iç mantığı”ndan söz ederek, bu mantığı “anlayamayacaklarını” söyleyerek yanıtlamak, olayların sıradan “izleyicisi” olarak kalmalarını istemekle özdeştir. Ama biz “siviller” olarak, Demirtaş’a rağmen, savaşın “iç mantığını” anlamaya çalışmak durumundayız. Bu “anlama” çabamızda, savaş tarihinin en önemli teorisyenlerinden Clausewitz’den bize “önderlik” etmesini isteyeceğiz.
Clausewitz’e göre, “savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir”. Savaşan taraflar, “fiziki gücü sayesinde, diğerini iradesine boyun eğdirmeye çalışır; en yakın amacı hasmını alt etmek, yıkmak, böylece tüm direnişini yok etmektir”. Bu şiddet hareketi, tarafların birbirlerinin “kanını dökmeleri”, birbirlerini öldürmeleri demektir.
“İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.”
Özcesi, savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Savaşta amaç, düşmanın
irademize boyun eğmesini sağlamaktır. Bu da, “bizim” kendi isteklerimizin “düşman” tarafından kabul edilmesi demektir. “Bizim isteklerimiz” karşı taraf için ne kadar “kabul edilemez” olursa olsun, savaşın amacı bu “kabul edilemez”lik durumunu ortadan kaldırmayı hedefler. Bunun tek yolu ise, savaşla kaybedeceklerinin, ödeyeceği bedelin çok daha büyük ve ağır olmasıdır.
“Düşmanın irademize boyun eğmesi için, onu kendisinden istediğimiz fedâkarlıktan daha elverişsiz duruma sokmamız gerekir. Bununla birlikte durumunun elverişsizliği geçici olmamalı, hiç değilse öyle görünmemelidir, aksi halde, düşman daha elverişli bir anı kollar ve teslim olmaz. Bu itibarla, savaş faaliyetinin devamının düşmanın durumunda meydana getireceği her değişikliğin, hiç değilse teorik olarak, kötüye doğru olması gerekir. Savaş halinde bulunan bir kimse için en kötü durum, tamamen etkisiz hale geldiği durumdur. Öyleyse düşmanı bir savaş hareketi ile irademize boyun eğecek duruma getirmek istiyorsak, ya onu gerçekten silahtan tecrit etmek, ya da kendisini öyle bir tehdit altında hissedeceği bir hale getirmek gerekir. Bundan çıkan sonuç şudur ki, düşmanın silahtan tecridi veya bozguna uğratılması –adına ne dersek diyelim– askeri harekâtın amacıdır.”
Ama savaş hiç bir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz. “Bir savaşın nihai sonucu bile her zaman kesin ve mutlak sayılmamalıdır. Çünkü yenilen taraf, uğradığı bozgunu geçici bir talihsizlik sayar, gelecekteki politik koşulların durumu telafi edebileceğini umar.” Bu da savaşın son noktasına kadar, deyim yerindeyse son askerine, son silahına kadar kullanılmasını, “aşırılığı” engelleyen en temel unsurdur.
“Düşmandan istediğimiz fedakârlık ne kadar küçük olursa, bunu reddetmek için bize karşı girişeceği direnme o kadar az olacaktır. Ancak onun çabaları ne kadar zayıf olursa bizimkiler de o ölçüde zayıf olacaktır. Kaldı ki, politik amacımız ne kadar az önemli olursa, ona o kadar az değer veririz ve ondan vazgeçmeye o kadar daha yatkın oluruz. Bu da kendi çabalarımızı gevşek tutmamız için ek bir neden yaratacaktır. Böylece, savaşın ilk saiki olan politik amaç, hem askeri harekâtın hedefini, hem de bunun için gerekli çabaların ölçüsünü tayin edecektir.”
Bütün bunlar savaşın politik niteliğini ve amacını ortaya koyar. Ama savaşın (Demirtaş’ın “bizim gibi siviller”in anlayamayacağını söylediği) bir de “iç mantığı” vardır. Bu “iç mantık”, düşmanın
askeri güçlerinin imhasına ilişkindir.
Düşmanın askeri güçlerinin imhası, yani onları “savaşı sürdürmeye mecalleri kalmayacak bir hale getirmek” doğrudan askeri harekâtların amacıdır. Burada silahlanmış ve birbirini imha etmeye yönelmiş güçler (askeri güçler) söz konusudur.
“Düşman kuvvetlerinin imhası bütün savaş harekâtlarının kilit noktası, temel taşıdır; bir kemerin istinat noktalarına dayanması gibi, savaşta bütün tertipler, bütün kombinezonlar bu hedefe dayanır. Bu itibarla tüm harekât, silah zoru ile elde edilecek sonucun, bu sonuç gerçekten elde edildiği takdirde olumlu bir sonuç olacağı varsayımına dayanır. Silah zoru ile elde edilecek bir sonuç, ister küçük ister büyük olsun, bütün savaş operasyonlarında, senetli alış verişlerde nakdi ödemenin yerini tutar. Bu ilişkiler ne kadar aralıklı olursa olsun, ödeme ne kadar seyrek yapılırsa yapılsın, yine de ara sıra hesap görülecektir.” [2*]
Düşmanın askeri güçlerinin
imhası, savaşta yer alan silahlı “unsurlar”ın yok edilmesidir. Bu “unsurlar”, herhangi bir askeri teçhizat, silah, zırhlı araç, uçak vb. olabileceği gibi, doğrudan silahlı insandır da. Doğal olarak silahlı bir insanın “imha” edilmesi, o insanın öldürülmesiyle özdeştir. Savaşın “iç mantığı” denilen şey, düşmanın askeri güçlerinin imhasına yönelik askeri harekâtların düzenlenmesidir. Bu harekâtlar, askeri malzemelerin yanında, asıl olarak silahlı
askerlerin yok edilmesini hedefler. Savaşın trajik görüntüleri, birbiri ardına gelen ölümler, savaşın amacına ulaşmanın aracı olan düşmanın askeri güçlerinin imhasının sonuçlarıdır ve “iç mantık” denilen şey de, savaşın amacına ulaşmasını sağlamak amacıyla kullanılan aracın bizatihi kendisine ilişkindir. Diğer bir tanımla, düşmanın askeri güçlerinin imhası, onun askerlerinin öldürülmesidir, ölümler demektir. Askeri kavramlarla, muharebe, çarpışma ve çatışma bu imha eyleminin, öldürme eyleminin araçlarıdır. Muharebede ya da çarpışmada hangi askeri taktiklerin uygulanacağı ise, doğrudan savaş alanının niteliğine, savaşan güçlerin konumuna ve savaş araçlarının özelliğine göre değişir.
Özcesi, savaşın “iç mantığı”, hasmın askeri güçlerinin imhasından türer ve düşman askerlerinin öldürülmesi demektir.
Hiç tartışmasız, savaş, “barışçıl” ve “hümanist” bir olgu değildir. Savaşta amaç ne kadar sınırlı olursa olsun, her durumda kan dökülmesine yol açar. Popüler ifadeyle, “realite” budur.
Dipnotlar
[1*] Selahattin Demirtaş, Radikal, 28 Temmuz 2015.
[2*] Engels, 7 Ocak 1858’de Marks’a yazdığı mektupta şöyle yazar: “Başka şeyler arasında Clausewitz’in ‘Savaş Üzerine’ adlı kitabını okuyorum. Garip bir muhakeme yürütme tarzı var, ama çok iyi. Savaş sanatı mı, savaş bilimimi demek gerekir sorusuna, savaşın her şeyden önce ticarete benzediği yanıtını veriyor. Savaşta muharebe, diyor, ticarette nakdi ödemenin yerini tutar; her ne kadar gerçekte nakdi ödeme seyrek de olsa, sonunda her şey ona bağlıdır, bütün işlemlerin amacı odur, eninde sonunda bu ödemenin yapılması gerekir, yani kesin ve tayin edici unsur odur.”