“Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak, oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır. Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet, bu dönemde, hakim sınıfların karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu görevin yerine getirilişinde “zor”un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri bir biçimde kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında olacaktır. Bir başka deyişle, oligarşi emekçi yığınların muhalefetinin topyekün muhalefete dönüşmesine hiçbir zaman izin vermek istemeyecek ve daha mevzi durumlarda iken uygulayacağı zor ile onu sindirerek, kitleleri pasifize etmeye çalışacaktır. Ülkedeki şekli demokratik ortam içinde gündemde olan bu uygulamada oligarşi, gerek nispi demokratik ortamın maddi koşullarını kullanarak yapacağı ideolojik ve politik saptırmalarla, gerekse de gelişen muhalefeti icazetli sosyalistler ve küçük-burjuva demokratlarına kanalize ederek, mevcut üretim ilişkilerine ve iktidara yönelik siyasal bir nitelik almasını engellemeye çalışacaktır. Ne var ki, bu nispi demokratik ortam içinde, ilk bakışta demokratik mevzi ve haklar mücadelesi şeklinde görülen bu demokratik muhalefet dahi, bir süre sonra oligarşinin kaçınılmaz bunalımları gereği, varlığı devam ettirilmemesi gereken bir unsur haline dönüşmektedir. Bu halde oligarşinin siyasal zorunu askeri bir biçimde görüntülemesi, şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir durumda şaşıranlar ise, yalnızca bütün bu uygulamaları provokasyon olarak gören küçük-burjuva demokratları olacaktır.” (İlker Akman)
Hiçbir teorik açıklamaya ve ön girişe başvurmadan doğrudan ifade edersek, bir ülkede siyasal iktidar artan oranda zora, şiddete başvuruyorsa, o siyasal iktidar, kendisini iktidara getiren yasaların verdiği meşruiyetini kaybetmiş demektir. Meşruiyetini yitiren siyasal iktidar, yitirdiği meşruiyetini yeniden kurmak amacıyla, bir yandan zor ve şiddetini artırırken, diğer yandan varolan yasaları sürekli değiştirmeye yönelir. Kendisi tarafından yapılan
yeni yasalarla kendisine meşruiyet sağlamaya çabalarken, artan zor ve şiddetle meşruiyetini kabul ettirmeye çalışır. Ancak bu aşamaya gelindikten sonra, mevcut siyasal iktidar, meşruiyetini yitirmiş olduğundan, kendisi tarafından yapılan yasalarla yeniden meşruiyet kazanması artık olanaksızdır. Bu siyasal iktidar, er ya da geç, kendi meşruiyetini kendi tarihsel koşullarından alan yeni bir iktidara yerini bırakmak zorundadır.
Bu durumu ters yönden ele alırsak, eğer bir siyasal iktidar meşruiyetini kaybetmişse, iktidarını sürdürebilmek için zordan, şiddetten başka bir seçeneği kalmamış demektir. Onun zor ve şiddeti, gayrı meşruluğunu örtmeyi ve kendi iktidarını gayrı meşru gören kesimleri sindirmeyi amaçlar.
Zor, siyasal zor, öznel bir tercih ya da bir keyfiyet durumu değildir. Hiçbir siyasal yönetim zor kullanarak iktidarda kalmayı tercih etmez. Çünkü zor kullanımı, her durumda zora karşı bir direnmeye, zor araçlarını kullanarak bir karşı duruşa yol açar. Dolayısıyla, bu zor, siyasal iktidarın yasal düzenden gelen komuta etme, yönetme gücünü bozar. Bu nedenle, Makyavelli’nin “
Prens”i de olabildiğince kendi muhaliflerinin zora başvurmayan “uysal” muhalifler olarak kalmasını yeğler. Bunun için mevcut yasal düzenin kendisine verdiği gücü, kendi yasallığı içinde kullanmaya özen gösterir. Ne zaman ki iktidarı yitirme olasılığıyla yüzyüze geldiğinde, mevcut yasallık içinde kalarak kendi iktidarını sürdüremeyeceğini gördüğünde, hem yasal düzeni değiştirmeye hem de muhaliflerini zor yoluyla bertaraf etmeye yönelir; düne kadar “uysal” olan muhalefetin hareketini sınırlandırmaya başlar. Ama bu da mevcut yasallığın dışına çıkmaktır. İşte bu andan itibaren, o siyasal iktidar mevcut yasaların kendisine vermiş olduğu meşruiyetini yitirmiş ya da yitirmeye başlamış demektir.
Meşruiyetini yitirmiş ve bu nedenle, kendisini iktidara getiren mevcut yasallık içinde meşruiyet kazanmış bir başka siyasal güce yerini bırakmak durumunda olan, ama iktidarı bırakmayı kabul etmeyen bir iktidar için iktidarını sürdürebilmesinin tek yolu, muhalifler üzerinde zor ve şiddete başvurmaktır. Bu da onun gayrı meşru bir iktidar olması anlamına gelir.
Bir siyasal iktidar, geniş halk kitlelerinin gözünde meşruiyetini yitirmiş ve zor ile ayakta kalmaya çalışıyorsa, bu siyasal iktidara ve onun siyasal zoruna karşı
direnme, zora maruz kalan herkesin hakkı ve görevi haline gelir. Mevcut siyasal sistem ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, bu direnme hakkı tarihsel bir meşruiyete sahip olur. Siyasal iktidarın zoruna karşı direnmenin ne kadar yasal ve barışçıl bir direniş (popüler söylemle “sivil itaatsizlik”) olacağını ve bunun ne kadar sürdürülebileceğini sadece ve sadece siyasal iktidarın zorunun kapsamı ve şiddeti belirler. Siyasal zorun kapsamı genişledikçe, direnişe katılanların sayısı o ölçüde artar. Direnişin güçlenmesi siyasal zorun daha pervasızca ve daha şiddetli olarak kullanılmasına yol açar, her türlü yasal ve barışçıl direnişin olanaksız hale geldiği bir aşamaya doğru evrilir. İşte bu andan itibaren, direniş, açık ve belirgin biçimde silahlı direnişe dönüşmek zorundadır. Aksi halde, yani zorun alabildiğine yoğunlaştırıldığı ve yaygınlaştırıldığı koşullarda yasal ve barışçıl direnişte ısrar etmek, siyasal iktidarın yoğun şiddeti karşısında direnişin kırılmasına ve silahlı direniş dışında kalan her türlü direniş araçlarının işe yaramaz hale gelmesine neden olur. Bu da, yasal ve barışçıl direnişte ısrar eden hareketin kendi meşruiyetini yitirmesiyle sonuçlanır.
İşte bu andan itibaren, meşruiyetini yitirmiş iktidara karşı, onun zoruna karşı yeni bir direniş hareketi ortaya çıkar. Bu yeni direniş hareketi, her durumda, siyasal iktidarın zoruna karşı zor araçlarını kullanarak yapılan bir direniş olur ve bu silahlı direniş kendi tarihsel sürecinden gelen bir meşruiyete sahiptir.
Bu silahlı direniş, belki ilk dönemlerde sadece siyasal iktidarın zoruna karşı kendini koruma ve zoru etkisizleştirme gibi sınırlı bir amaçla ortaya çıkabilir. Siyasal zorunun etkisizleştiğini ya da yeterince etkin olmadığını gören siyasal iktidar, zor ve şiddeti artırır. Bu da silahlı direniş hareketi daha örgütlü olmaya ve daha belirgin amaçlar kazanmaya yöneltir. Böylece silahlı direniş hareketi, er ya da geç, mevcut, ama meşruiyetini yitirmiş siyasal iktidarın devrilmesi amacına ulaşır.
Meşruiyetini yitirmiş ve kendi muhaliflerine karşı zor ve şiddetten başka bir yol bulamayan siyasal harekete karşı silahlı bir direniş hareketinin ortaya çıkması ne kadar meşru olursa olsun, onun meşruiyeti bu silahlı direniş hareketinin mutlak olarak başarıya ulaşacağı, gayrı meşru iktidarı alaşağı edeceği demek değildir. Silahlı direniş, yani gayrı meşru iktidara karşı yürütülen savaş, her durumda savaşın kurallarına uymak zorundadır. Savaşın gereklerini yapmayan ya da yapamayan, savaş sanatının gereğini yerine getiremeyen silahlı direniş, açıktır ki, zafere ulaşmaktan daha çok yenilgiye uğrama olasılığı ile yüzyüze kalır.
Bu nedenle gayrı meşru iktidara karşı silahlı direniş, kendiliğindencilikle ya da örgütsüz biçimde sürdürülemez. Siyasal muhalefet hareketi, silahlı direnişin koşulları oluştuğu andan itibaren, silahlı savaşa uygun bir örgütlülüğe ve yapılanmaya sahip olmak zorundadır. Bu da, bir günde ya da kısa bir sürede gerçekleştirilebilecek bir “şey” değildir. Silahlı direnişe, direnişin nesnel koşulları ortaya çıktığı andan itibaren hazır olunmalı, hazırlık yapılmalıdır. Bu hazırlığı yapmayanlar ya da silahlı direnişin koşullarına hazır olmayanlar, daha direnişin ilk anından itibaren yenilgiye uğratılmakla yüzyüze kalırlar.
İnsanlık tarihi, meşruiyetini (krallıklar gibi, isterse bu meşruiyeti “tanrı”dan aldıklarını iddia etsinler) yitirmiş iktidarların zorunun, şiddetinin nasıl bir karşı zora yol açtığının sayısız örneklerine tanıktır. Hiçbir direnişin görülmediği, teslimiyetin egemen olduğu, deyim yerindeyse “yaprağın bile kımıldamadığı” koşullarda bile, gayrı meşru iktidarların zor ve şiddetine karşı bir direniş, yavaşta olsa oluşmaya ve gelişmeye başlar. Belki ilk dönemde siyasal iktidarın zoru ve şiddetinin yaratmış olduğu korkuyla insanlar kendi köşelerine, evlerine çekilseler bile, her durumda, “bir avuç”ta olsalar direnişi başlatacak ve sürdürecek direnişçiler ortaya çıkar. Bu tarihin bir gerçeği olduğu kadar, gayrı meşru şiddetin doğal bir sonucudur.
Siyasal iktidarın zoru karşısında insanlar sinmiş olsalar bile, direnişi başlatan “bir avuç” direnişçi, sindirilmiş ve pasifize edilmiş kitlelerin sesi, soluğu ve yüreği olur çıkar. Kimi durumda bu “bir avuç” direnişçilerin sayısı giderek artar ve güçlenir. Kimi durumlarda ise, “bir avuç” direnişçinin mücadelesi, sindirilmiş ve pasifize edilmiş kitlelerin harekete geçmelerinden önce yok edilmiş olabilir. Ama ilk direniş, “bir avuç” insanın direnişi ne kadar yok edilmiş olursa olsun, onların direnişinin gerekliliği ve zorunluluğu ortadan kalmaz. Bu da onların yok edildiği yerden yeni bir direnişin, yeni “bir avuç” direnişçinin ortaya çıkmasına yol açar.
Bu tarihsel gerçekler, eğitici, öğretici ve yol göstericidir. Bu gerçeklerin bilincinde olanlar, gayrı meşru bir iktidara karşı, bu iktidarın siyasal zoruna karşı direnişin kaçınılmaz olduğunu bilirler ve buna uygun olarak örgütlenirler. Burada önemli olan, egemen sınıfların siyasal temsilcilerinin, sadece egemen sınıfların egemenliğini sürdürebilmek için, belli bir süreçten sonra zora ve şiddete başvurmasının kaçınılmaz olduğudur.
Belli bir ülkede ve belli bir tarihsel-toplumsal süreçte, hileli ya da hilesiz yoldan seçimle işbaşına gelmiş egemen-sömürücü sınıfların çıkarlarının öz temsilcisi olan bir siyasal iktidar, ne kadar meşru görünürse görünsün, belli bir zaman sonrasında meşruiyetini yitirecektir. Bu kaçınılmazdır. Bu nedenle de, silahlı direniş, egemen sınıfların siyasal zoruna karşı direniş, tarihin belli bir evresinden sonra kaçınılmaz hale gelir. Bu nedenle de, bu tarihsel bilince sahip olanlar, silahlı direnişin kaçınılmazlığından yola çıkarak örgütlenirler.
Burada devrim, yani siyasal iktidarın ve toplumsal sistemin şiddet araçları kullanılarak devrilmesi ve yerine yeni bir toplumsal-siyasal sistemin geçirilmesi eylemi ile gayrı meşru iktidara karşı silahlı direniş arasında özsel olarak bir farklılık yoktur.
Devrim, siyasal ve toplumsal devrim, tarihsel olarak kendisini var eden maddi varlık koşullarını yitirmiş ve buna rağmen iktidarda kalmayı sürdüren egemen sınıflara, yani meşruiyetini yitirmiş bir sisteme karşı yürütülen ve meşruiyetini buradan alan bir toplumsal/kitlesel harekettir. Devrimin, meşruiyetini yitirmiş bir iktidarın artan zor ve şiddetine karşı yürütülen silahlı direnişten tek farkı, sadece siyasal iktidara karşı değil, mevcut sosyo-ekonomik sisteme karşı bir mücadele oluşudur. Devrimciler, egemen sınıfların egemenlikleri sona erdirilmediği sürece, siyasal iktidarların değişiminin baskıyı, sömürüyü, haksızlığı ve giderek de zor ve şiddeti ortadan kaldırmayacağını bilirler. Bu nedenle, sadece bir siyasal iktidarın meşruiyetini yitirdiği koşulları değil, mevcut sistemin tarihsel meşruiyetini yitirdiği koşulları hesaba katarlar. Bu nedenle, devrim mücadelesi, mevcut sistemin topyekün ortadan kaldırılmasını (olumsuz eylem) ve yerine yeni bir toplumsal sistemin kurulamasını (olumlu eylem) hedeflerken, aynı zamanda meşruiyetini yitirmiş bir siyasal iktidara karşı direnişi de kapsar.
Bu ikisi, kimi durumlarda bir celsede görülecek bir hesap olarak ortaya çıkarken, kimi durumlarda birbirini izleyen aşamalar olarak ortaya çıkar. Her durumda devrim mücadelesi, birleşen ve zorunu giderek artıran güçlü bir karşı-devrimle birlikte gelişir. Egemen sınıfların kendi egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları zor ve şiddet, her durumda onların siyasal temsilcilerinden oluşan siyasal iktidar (devlet) aracılığıyla yürütülür. Egemen sınıfların siyasal iktidarı, zor ve şiddete başvurduğu oranda siyasal meşruiyetini yitirir, giderek o güne kadar egemenliğini meşrulaştıran yasallıktan uzaklaşır ve kitlesel destekten yoksun kalır. Diğer bir ifadeyle, bu evrede, egemen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri kitlelerden tecrit olmaya başlar (siyasal tecrit).
Egemen sınıflar ne denli kitlelerden tecrit olursa, onların yasal “
consensus”unu ne ölçüde yitirirse, zor ve şiddeti o ölçüde artar ve yaygınlaşır. Böylece daha düne kadar egemen sınıfların siyasal temsilcilerinin arkasından giden, onların sözlerini “kutsal” bir ayetmişçesine kabul eden kitleler de bu zorun ve şiddetin hedefi haline gelir. Artık egemen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri için herkes ya “düşman”dır ya da potansiyel “düşman”dır. Bu da siyasal tecridi daha da artırır.
Siyasal tecrit, geniş halk kitlelerinin egemen sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin vaatlerine, sözlerine inanmaz oldukları bir durumdur. Yıpranmış ve meşruiyetini tümüyle yitirmiş siyasal iktidarın değiştirilmesi dahil olmak üzere yapacakları hiçbir siyasal “manevra” kitleler tarafından kabul edilmediği bir aşamaya ulaşılır.
İşte bu aşamadan itibaren, devrim hareketinin (ya da silahlı direnişin) öznel koşullarının zafer ya da yenilgiyi belirlediği bir noktaya gelinir. Bu, artık egemen sınıfların ve onların her türlü siyasal temsilcisinin, amiyane deyimle, “ağzıyla kuş tutsa” bile kimseyi inandıramadığı bir yerdir. Burası, mücadelenin yalın biçimde zor araçlarıyla sürdürüldüğü aşamadır. Bu aşama, siyasal yönelimler ve söylemlerin, bir bakıma “eleştiri silahı”nın terk edildiği, “silahlı eleştiri”nin tek karar verici unsur haline geldiği aşamadır. Artık herşey silahlara ve silahlı savaşa bağlıdır. Bu yalın bir askeri savaş demektir.
Politik mücadele, bu aşamada
askeri savaşa yerini bırakır. Politik güçler, bu andan itibaren askeri güçler haline dönüşür.
Bu nedenden dolayı, devrimciler, ortaya çıktıkları ilk andan itibaren, içinde yaşadıkları dünyanın ve ülkenin nesnel bir tahlilini yaparak, değişimin ve dönüşümün neden kaçınılmaz olduğunu, politik mücadelenin kaçınılmaz olarak askeri bir mücadeleye dönüşeceğini saptayarak, ilk baştan itibaren politikleşmiş bir askeri savaş koşullarına göre örgütlenirler.
Devrimciler açısından, belli bir somut tarihsel evrede siyasal iktidarın meşruiyetini yitirip yitirmediği değil, mevcut sistemin tarihsel olarak meşruiyetini yitirip yitirmediği önemlidir. Bu da, mevcut üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin gelişkinlik düzeyi tarafından belirlenir.
Devrimciler bilirler ki, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış bir ekonomik-toplumsal-siyasal sistem, ayakta kalabilmek için zora ve şiddete başvurmaktan başka seçeneğe sahip değildir. Doğal olarak egemen sınıfların zoruna ve şiddetine karşı mücadele etmek herkesin hakkı ve görevidir. Devrimcilerin yaptığı da, nesnel koşulların mevcut olduğu koşullarda bu hakkı ve görevi yerine getirmekten ibarettir.
Yıllarca söyledik ve söylemeyi sürdürüyoruz: Türkiye, emperyalizme bağımlı çarpık bir kapitalizmin egemen olduğu bir ülkedir. Ülkenin tüm iç dengeleri dışta, yani emperyalist ilişkiler ağı içinde belirlenmektedir. Burada esas olan Türkiye toplumunun çıkarları değil, emperyalist ülkelerin (ve onun yerli ortaklarının ve işbirlikçilerinin) çıkarlarıdır. Alınan her türlü ekonomik, toplumsal ve siyasal kararlar bu çıkarların gerçekleştirilmesi ve sürdürülmesini amaçlar. Siyasal iktidarlar, emperyalizmin çıkarlarını gerçekleştirebildikleri sürece iktidarda kalırlar. Emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını gerçekleştiremedikleri ya da yeterince gerçekleştiremedikleri durumlarda kolayca tasfiye edilirler.
O güne kadar emperyalizmin yerli ortak ve işbirlikçilerinin belli kesiminin çıkarlarını savunan bir siyasal iktidarın yerine geçirilen bir başka siyasal iktidar, bir başka kesimin çıkarlarının savunucusu olarak hizmet edebilir. İşbaşına getirilen yeni siyasal iktidar, iktidar olmanın gücünü kullanarak “servetin yeniden dağıtımı”nı da gerçekleştirebilir. Bu, egemen ve sömürücü sınıflar arasında belli çatışkılara yol açıyor olsa da, emperyalizmin çıkarları her şeyin üstünde yer alır.
Her durumda emperyalizm, kendine bağımlı ülkelerde tüm çıkarlarını tek bir kesime ya da tek bir siyasal iktidara bağlamaz. Her zaman elinin altında bir “alternatif” bulundurur. Bu “alternatif” “sivil” olabileceği gibi, “askeri” de olabilir. Bunun hangisinin gündeme geleceğini ise, belli bir evredeki dünya koşulları ve ülke içindeki güçler dengesi belirler.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın “şahsında” temsil edilen AKP iktidarı, bugüne kadar emperyalizmin çıkarlarını azami ölçüde gerçekleştirmeye çalışmış ve bunun için özel çaba göstermiştir. Bu sayede (kimilerinin “konjonktür” dedikleri koşullar) emperyalizmin “alternatifsiz iktidarı” olarak ortaya çıkmıştır. Artık Recep Tayyip Erdoğan’ın “kişisel mülkü” olan AKP iktidarını “alternatifsiz” hale getiren de, bizatihi emperyalizm olmuştur. Kimi durumda muhalefet partilerinden adam satın alarak, kimi durumda muhalefet partilerini bölüp parçalayarak, kimi durumda olası “alternatif”lere karşı “operasyonlar” yaparak ya da yapılacağı tehdidiyle ortadan kaldırarak emperyalizmin yaptığı müdahalelerdir.
Ancak halk kitleleri arasında giderek artan bir öfkeye yol açan uygulamalar ve söylemler içten içe gelişen bir huzursuzluğa, toplumsal muhalefete yol açmıştır. Recep Tayyip Erdoğan’ın tam herşeyin egemeni olduğunu düşündüğü bir anda ortaya çıkan (üstelik henüz örgütlü olmayan) toplumsal muhalefet tüm dengeleri (ekonomist diliyle “istikrarı”) altüst etmiştir. Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarda ortaya çıkan her türlü hukuksuzluğa bile sesini çıkarmayan, seçimden seçime (o da belli ölçülerde) sandığa giderek AKP’den kurtulacağını uman geniş kitlelerin giderek öfkeye dönüşen huzursuzluğunun (“endişe”) Gezi Direnişi’yle birlikte görünür hale gelmesi, tüm iç dengeleri bozduğu gibi, AKP’nin tüm hesaplarını da altüst etmiştir.
Toplumsal huzursuzluğu azaltmanın her zaman kullanışlı bir aracı olarak görülen seçimler bile bu durumu değiştirmemiştir. Buna karşı AKP’nin ve sahibinin yanıtı ise, polis şiddetini alabildiğine yoğunlaştırmak ve yaygınlaştırmak olmuştur. Kimilerinin yücelttiği ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “ustaca ve akıllıca” yürüttüğü “kutuplaştırma” politikası, giderek resmi ve gayrı resmi zor güçlerinin daha fazla kullanılmasından başka bir şey olmamıştır. Toplumsal muhalefet ve halk kitlelerinin huzursuzluğu ve öfkesi ne kadar “marjinalize” edilmeye çalışılırsa çalışılsın, AKP iktidarı
bu kitlelerin gözünde meşruiyetini yitirmiştir ve sözcüğün tam anlamıyla siyasal olarak tecrit olmuş durumdadır.
Bu ortamda AKP’nin ve onun mülkiyetine sahip Recep Tayyip Erdoğan’ın önene “yönetememe” sorunu çıkmıştır. Söylediği hiçbir söz ve vaatler artık toplumun önemli bir kesimince ciddiye alınmamaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “yönetememe krizi” karşısında siyasal zoru ne kadar yoğunlaştırırsa yoğunlaştırsın, “barış süreci” gibi hangi siyasal söylemin arkasına gizlenirse gizlensin, toplumsal huzursuzluğu ve öfkeyi ortadan kaldırabilmesi olanaksızdır.
Bu durumda Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun mülkü olan AKP’nin iktidarda bir süre daha kalabilmesinin tek yolu, resmi zor güçlerini daha fazla kullanmak ve gayrı resmi güçleri “sahaya” sürmekten geçmektedir. Bugün için Recep Tayyip Erdoğan’ın yapacağı şey, toplumsal muhalefet üzerinde ülke çapında terör estirmektir. Artan ve yaygınlaşan zor, kaçınılmaz olarak belli ölçülerde kitlelerin bir bölümünün pasifize olmasına yol açacak olsa da, zora karşı direniş daha fazla keskinleşmektedir. Henüz örgütsüz olan, ama legalize olmuş sol örgütlerin kendiliğindenliğini bile önemseye n ve destekleyen bir toplumsal muhalefet söz konusudur.
Bu toplumsal muhalefet, giderek “demokratik batı ülkeleri ve kamuoyu”nun sempati ve desteğini kazanmıştır.
Bugün için AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın geleceği, örgütlü bir toplumsal direniş hareketine bağlı olduğu kadar, bugüne kadar canla başla hizmet ettiği emperyalizme de bağlıdır.
Toplumsal muhalefet örgütlü hale gelmediği ve “barışçıl gösteriler” düzeyini aşamadığı sürece bir sonuca ulaşması neredeyse olanaksızdır. Bu durumda Recep Tayyip Erdoğan’ın “kaderi”, tümüyle emperyalizme kalmış görünmektedir. Bu durum toplumsal muhalefet hareketi içinde de oldukça önemsenen bir “seçenek” olarak kabul edilebilmektedir. Bunun en tipik ifadesi, “ekonomik krizle gelen ekonomik krizle gider” söylemidir.
Daha düne kadar “merak etmeyin ordu var” söylemleriyle pasifize edilmiş toplumsal muhalefet, bugün, emperyalizmin Recep Tayyip Erdoğan’ı “defterden silmesi”ne umut bağlayabilmektedir. Bu da, toplumsal muhalefet saflarında anti-emperyalist bilincin ne denli zayıf olduğunun bir göstergesidir.
Şüphesiz emperyalizm herşeye kadir değildir. Tüm toplumsal dinamiklere yön veren, onları istediği gibi yönlendiren ve bu amaçla her türlü tertibi düzenleyebilen bir güç söz konusu değildir. Mao Zedung’un (ne yazık ki, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlikte “alay” konusu haline getirilen) ünlü deyişiyle, emperyalizm kağıttan bir kaplandır. Kadir-i mutlak değildir. Kendi çıkarları önemli bir tehdit altına girmediği sürece, varolan ve kendi çıkarları için herşeyi yapan bir siyasal iktidardan vazgeçmesi beklenemez. Bizim gibi ülkelerde toplumsal muhalefetin kolayca “radikalleşebilmesi” karşısında varolan iktidarı belli bir süre koruyup kollaması çok daha büyük bir olasılıktır.
Ne denli “barışçıl” olursa olsun, ne kadar örgütsüz olursa olsun, toplumsal muhalefet, sistemin olağan işleyişinin mevcut siyasal iktidarla sürdürülemeyeceğini gösterdiği ölçüde emperyalizmin belli bir müdahalede bulunma olasılığı elbette vardır. Ama bu müdahalenin, sadece makyajdan ve gözboyamadan ibaret kalacağı da kesindir. Bir süre için toplumsal muhalefet pasifize edilebilse de, sistemden kaynaklanan çelişkiler ve sorunlar çözülmeyeceği için, gelecekte çok daha güçlü bir toplumsal muhalefetin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Üstelik bu toplumsal muhalefet, Türkiye devrimci mücadelesinin tarihinden gelen dinamiklerle ve son yıllardaki direnişlerle daha donanımlı, daha örgütlü ve daha güçlü olarak tarih sahnesinde yerini alacaktır. Ama bu süreçte belirleyici olan, bu tarihsel gerçeklerin bilincine sahip, belli ve belirgin bir bakış açısı, stratejisi ve programı bulunan ve toplumsal muhalefeti örgütlü hale getirmeyi hedefleyen devrimci öncünün tarih sahnesinde yerini alabilmesidir.