Ağustos ayına girdiğimiz bugünlerde, “Gezi Direnişi” ya da tam tanımıyla Gezi Parkı’na yönelik polis terörüne karşı yükselen halk direnişi dalgası büyük ölçüde geri çekilmiştir. Şüphesiz geri çekiliş, birden ve aniden ortaya çıkmamıştır. 15 Haziran günü Gezi Parkı’ndaki “özgür alanın” polis saldırısıyla sona ermesiyle başlayan geri çekilme süreci Temmuz ortalarına doğru büyük ölçüde tamamlanmıştır. Halk direnişi, Ankara’da (Dikmen) ve Antakya’da belli ölçülerde sürdürülmeye çalışılmışsa da, “her kesimin” elbirliğiyle “forumlar”a dönüştürülmüş ve böylece geri çekiliş belirgin hale gelmiştir.
Örgütsüz, öncüsüz ve kendiliğinden gelişen bir kitle hareketinin belli bir süreden sonra geri çekilmesi, sönümlenmeye başlamasında şaşırtıcı olan bir yan yoktur. Ancak halk direnişinin geri çekilişi, sönümlenmesi, doğrudan “Gezi Direnişi”ne, yani halk direnişinin Gezi Parkı bölümüne egemen kılınılan “barışçıl ve şiddet içermeyen kitle eylemi” anlayışına ve söylemine paralel gitmiştir.
Şu gerçek tartışmasızdır: Halk direnişi, “çevre duyarlılığına sahip”, ancak İstiklal Caddesi-Harbiye-Nişantaşı çevresinde oturan ve kamuoyunu belli ölçüde harekete geçirme olanağına sahip küçük bir bireyler topluluğuna yönelik polis terörünün bir ürünüdür. Şüphesiz Gezi Parkı’na yönelik polis terörüne karşı ilk harekete geçenler, hemen her zaman Galatasaray Lisesi ile Taksim Tramvay Durağı arasında “protesto” eylemleri düzenleyebilen bir “kitle” olmuştur. Bu “kitle” yeni ortaya çıkmış değildir. Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine yapılan “protesto” eylemi, on binleri kapsayan bir “kitle”nin varlığını açık biçimde ortaya koymuştur. “Çevre duyarlılığına sahip” Gezi Parkı eylemcilerine yönelik polis terörü karşısında ilk harekete geçen ve Taksim meydanını dolduran da bu “kitle” olmuştur.
Bu “kitle”, büyük ölçüde kimilerinin “yeni orta sınıf” adını verdiği “profesyoneller”den ve İstiklal Caddesi çevresinde toplaşmış “legalist sol” yapıların kadrolarından oluşmaktadır. Yıllar boyu Galatasaray Lisesi önünden Taksim Tramvay Durağına kadar yürüyen ve burada yapılan “basın açıklaması” ile “protesto” eylemlerini sonlandıran bu “kitle”, yüz metrekaralik bir alanda Greenpeace’leştirilmiş eylemlerine polisin fazlaca müdahele etmediğinin, Taksim Tramvay Durağı’nda “basın açıklaması” yapmalarına icazet verildiğinin bilincindedir. Dolayısıyla Gezi Parkı’na yönelik polisin “şafak operasyonu”na karşı tepki verirken, bu bilinçle hareket etmişlerdir. Burada herhangi bir “hesap”, “kitap” ya da “öngörü” mevcut değildir. “Her zaman olduğu gibi” Taksim’e çıkmışlardır. Kendilerine göre, “çok masum” bir “çevreci eylemi”ne yönelik polis “operasyonu”nu “protesto” etmek de “masum” bir hareketten başka bir şey değildir.
Şüphesiz legalist “sol”, yılların “deneyimi”yle “protesto” eylemlerini Taksim Tramvay Durağı’nın (ya da Ankara’da Yüksel Caddesi’nin) sınırlarının ötesine taşıdıkları andan itibaren “büyük bir kitle” bulamayacaklarını, “icazet” alamayacaklarını, dolayısıyla da polisin “sert” müdahalesiyle karşılaşacaklarını da çok iyi bilmektedirler. Bu nedenle Gezi Parkı eylemcilerine polis müdahalesinin olacağının da farkındaydılar. Ancak Gezi Parkı’daki eylemcilerin “çok masum” bir “çevreci eylem” yaptıkları için, onlara yönelik polis saldırısını “protesto” etmek için Taksim Tramvay Durağı’nın sınırlarını aşmanın da “masum” görüleceğini umut etmişlerdir. Ama polis, beklenilenin aksine, büyük bir kinle bu “kitleye” saldırmıştır.
Buraya kadar “Gezi Direnişi”, alışılagelen bir “protesto” eylemliliğinin bir devamı niteliğindedir. Farklı olan, Gezi Parkı’ndaki eylemcilere ve onları desteklemeye gelenlere yönelik polis terörünün çok şiddetli olması ve bu şiddete karşı ülke çapında geniş halk kitlelerinin sokağa çıkmasıdır.
İşte ülke çapında halk kitlelerinin sokağa çıkışı, “Gezi Direnişi”nin kendiliğindenliğinin ifadesidir. Bu andan itibaren, İstanbul’un pek çok semtinden (özellikle Beşiktaş ve Kadıköy) İzmir’e, Ankara’dan Samsun’a, Adana’dan Antakya’ya kadar yayılan halk direnişi ortaya çıkmıştır. Beklenmeyen olay da budur.
Bir diğer “beklenmedik olay” ise, Taksim Tramvay Durağı “protestocuları”na İstiklal Caddesi-Nişantaşı bölgesinde oturan “yeni orta sınıf” (reklamcılar, pazarlamacılar, “ofis” çalışanları, sanatçılar vb.) mensuplarının kitlesel ölçekte katılması ve polisin biber gazlı, Toma’lı saldırısı karşısında dağılmamalarıdır.
Ancak polisin saldırısı karşısında dağılmamak sadece bu “kitle”ye özgü bir durum değildir. Ülkenin her yerinde sokağa çıkan halk kitleleri polis saldırıları karşısında geri çekilmemiş, bulundukları yerleri terk etmemiştir.
Yine de bu “yeni” bir durum değildir. 1 Mayıs’larda “sol” örgütlerin “sokak çatışmaları”na hiçbir biçimde benzemeyen bu durum, 29 Ekim olaylarında Ankara/Ulus Meydanı’nda belirgin biçimde görülmüştür. Toma’ların karşısında duran, biber gazına aldırmayan ve her türlü saldırıya karşın dağılmayan bir kitle ortaya çıkmıştır. Bu kitle, “korku duvarını” aşmış bir kitle değildir. Onları bir arada tutan, geriletmeyen güç, yaptıkları eylemin haklılığına olan inançlarıdır.
29 Ekim olayları “ulusalcılar”ın “eylemi” olarak görüldüğünden yeterince değerlendirilmemiş ve çoğunlukla görmezlikten gelinmiştir.
Polis terörüne karşı halk direnişinin üçüncü olayı ise, halk kitlelerinde AKP iktidarının uygulamalarına yönelik tepkinin, özellikle öfkenin patlama noktasına gelmiş olmasıdır.
İstanbul’da başlayan ve 77 ile yayılan halk direnişi, şüphesiz tüm “motivasyonu”nu Taksim eylemlerinden ve direnişinden almıştır. Halk direnişi, Taksim direnişinden güç almış ve bu güçle ülke çapında halkın biriken öfkesinin dışa vurulmasına yol açmıştır.
Böylece Türk’ünden Kürt’üne, BDP’lisinden “ulusalcı”sına, legalist solculardan sosyal-demokratlara kadar her cinsten ve her kesimden insanlar halk direnişinin yapıcıları olarak meydanlarda toplanmıştır. Halk direnişinin en özgün tarafı ise, tüm bu kesimlerin kendi bayraklarıyla, kendi sloganlarıyla meydanlara çıkmasıdır. Bu da pek çok önyargının meydanlarda yıkılmasına yol açmıştır.
Burada legalist ve legalize olmuş sol her zamanki tutumunu sergilemekte hiç duraksamamıştır. İstiklal Caddesi çevresinde kümelenmiş bu “sol” kesimler Taksim direnişine kendi “renklerini” vermek için hemen harekete geçmişlerdir. 2012 1 Mayıs’ında olduğu gibi, Taksim Meydanı bu “sol” kesimlerin pankartlarıyla donatılmıştır. Ve yine 2012 1 Mayıs’ında olduğu gibi, Taksim Meydanı’nın bir “festival” alanına çevrilmesine öncülük etmiştir. Yapabildikleri tek “öncülük” de bu olmuştur.
Kürt ulusal hareketi ise, bu gelişen ve yayılan halk direnişi karşısında tam anlamıyla “millici” bir çizgi izlemiştir. BDP’nin “eşbaşkanı” Demirtaş’ın sözleriyle, “milliyetçiler ve kafatasçılarla aynı karede görünmemek” adına, “barış süreci zarar görmesin” diye (ya da Ahmet Türk’ün sözleriyle, “bu fırsatı kaçırmamak” için) halk direnişinden uzak durmuştur. İlerleyen günlerde “İmralı”dan verilen mesaja rağmen bu uzak duruş sürüp gitmiştir.
Öte yandan, ülkenin her yerinde Türk bayrağını alıp sokağa çıkan ve CHP’nin olduğu kadar devrimci solun da tabanını oluşturan halk, “ulusalcılar” olarak damgalanmıştır. Gerçekte ise, Taksim Meydanı’ndan polisin çekilmesi ve Gezi Parkı’nın “özgürleştirilmesi”, bu “ulusalcı” olarak damgalanan halk kitlesinin ülke çapındaki eylemliliğinin bir sonucu olmuştur.
“Örgütlü” kesimlerin, yani legalist ve legalize olmuş sol ile Kürt ulusal hareketinin bilinen ve alışılagelen “siyaseti” karşısında, “Taksim Dayanışması” etrafında toplanan “yeni orta sınıf”ın “barışçıl siyaseti” Taksim Direnişi’ne damgasını vurmuştur. Bu “barışçıl siyaset”le, polise karşı taş atmak dahil her türden “aktif savunma” çabaları “şiddet eylemi” olarak damgalanmış ve direnişin “kitleselliğine” zarar verdiği gerekçesiyle her türden bayrak ve pankart Taksim Meydanı’ndan uzaklaştırılmıştır.
Bu “barışçıl siyaset”, “özgürleştirilmiş Gezi Parkı”ndaki 14 günlük “kolektif ve komünal yaşam”ın belirleyicisi olurken, gerçekte çoğunluğu oluşturan, kimi zaman “tencere-tava” çalarak halk direnişine destek veren “ulusalcı” kitle giderek uzaklaşmaya başlamıştır.
“Ulusalcı” olarak damgalanan geniş halk kitlelerinin siyasal tutumu ise, hiç şüphesiz, “laik cumhuriyet” temeline dayanmaktadır. “Laik cumhuriyet” Mustafa Kemal’le özdeşleştirildiği ölçüde kendilerini “kemalist” olarak görmektedirler. Bu siyasal tutumun en tipik özelliği, Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğü”ne karşı gösterdikleri duyarlılıktır. Bu da, Kürt ulusal hareketine karşı duruşlarının nedeni olmaktadır.
Onlar, yani “ulusalcı” kitle, demokratik ve laik, bağımsız bir ülke istemine ve özlemine sahiptirler. “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye” bu “ulusalcı” kitlenin istem ve özlemlerine karşılık gelen bir slogandır. Bu yanlarıyla Türkiye’deki devrimci mücadelenin temel kitlesini oluştururlar. Ancak Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasını “ülkenin parçalanması ve cumhuriyetin dağılması”na yol açacağını düşündüklerinden, bu hakkın tanınmasına karşıdırlar. Bu da onların “ulusalcılık” (“millicilik” anlamında) ile “milliyetçilik” arasındaki farklılığı kavramamalarına yol açmaktadır. Onlar için “en büyük tehlike”, emperyalizm ve şeriatçılıktır. Bildikleri şey ise, emperyalizme ve şeriatçılığa karşı “tüm Türkiye”nin bir bütün olarak birlikte mücadele etmesidir. Bu yönüyle Kürt ulusal hareketi, bu bütünlüğü ve birliği bozan, ortak mücadeleyi dışlayan bir hareket olarak görülmektedir. Diğer yandan, PKK’nin “İmralı” aracılığıyla AKP iktidarıyla ittifak kurması ve bu ittifakın en büyük “düşmanı” olarak “ulusalcı-darbecileri” görmesi de (“Gezi Direnişi”nde bu açıkça ortaya çıkmıştır) birbiriyle uzlaşmaz bir “karşıtlık” yaratmıştır.
“Ulusalcı” olarak yargılanan ve damgalanan kitle, geleneksel olarak CHP’nin seçmen kitlesini oluşturmaktadır. Bu kitle, aynı zamanda 1980 öncesindeki devrimci kitledir ve Anadolu’daki “Gezi Direnişi”nin kitlesidir. Her ne kadar “Kürt sorunu”nda “milliyetçi” bir çizgiye savrulmuşlarsa da, demokratik, bağımsız ve laik bir toplumsal sistem istemleri belirleyici niteliktedir. Onların “ulusalcılığını” belirleyen anti-emperyalist siyasal tutumdur.
“Gezi Direnişi”nin sönümlenmeye yönelmesinde “ulusalcı” kitlenin değişik nedenlerle geri çekilmesi belirleyici olmuştur. Bu nedenlerin başında, kendilerinin “siyasal temsilcisi” olarak gördükleri CHP’nin pasif davranması ve kendisini geri planda tutması gelmiştir. Bu geri çekilişte, “Taksim Dayanışması”nın “siyaset üstü” tutumu sonucu “her türden bayrak”ın direniş meydanlarından dışlanması da etken bir unsur olmuştur. Direnişe, laik, demokratik ve bağımsız bir Türkiye istem ve özlemiyle katılan ve bunun doğal sonucu olarak AKP’nin iktidardan düşürülmesini bekleyen bu kitle, beklentilerinin gerçekleşmeyeceğini gördüğü ölçüde geri çekilmiştir. “Gezi Direnişi”ne güç veren ve ülke çapına yayılmasını sağlayan büyük bir kitlenin bu geri çekilişi, “Gezi Direnişi”nin geri çekilme sürecini başlatmıştır. Polisin 15 Haziran’daki Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı boşaltmaya yönelik “nihai” saldırısı, bu kitlesel geri çekilmeye paralel gelişmiştir.
Adına “ulusalcılar” denilse de, polis terörüne karşı halk direnişinin temel kitlesi, direnişin AKP’nin iktidardan düşürelene kadar sürdürülmesinden yana olmuştur. “Tayyip İstifa”, “Hükümet İstifa” sloganları bu halk kitlesinin direnişten beklentisinin ifadesi olmuştur. Kendilerinin “siyasal temsilcisi” olarak gördükleri CHP’nin böylesi bir amaca sahip olmadığını görmüş olmalarına rağmen, direnişe devam etmişlerdir. Onları uzaklaştıran, geri çekilmelerine yol açan, asıl olarak “Gezi Direnişi”ne damgasını vuran “yeni orta sınıf” siyasetinin de böylesi bir amaçtan uzaklaştığını düşünmeleri olmuştur.
Bu kitle, 29 Ekim’de görüldüğü gibi, AKP iktidarıyla ve onun polis gücüyle “cephesel çatışma”ya girme ve sonuna kadar gitme iradesine sahiptir. Bu iradenin tarihsel temeli, 1965-1980 dönemindeki devrimci mücadeledir. Bu yönüyle devrimci mücadeleye açık bir kitle söz konusudur. Ancak devrimci mücadelenin gelişmediği, devrimci öncünün bulunmadığı koşullarda, bu kitle kolayca “devrimci-milliyetçi” bir yöne kanalize edilebilmektedir. “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganında ifadesini bulan bu “devrimci-milliyetçi” çizgi, İP’in gençlik örgütlenmesi olan TGB’nin bu kitle üzerindeki etkisinde kendi gerçekliğini bulmaktadır. B. Ecevit döneminde “demokratik sol” çizgiye kanalize olan, devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak devrimci mücadelenin kitlesini oluşturan bu halk kitlesinin bugün “devrimci-milliyetçi” çizgiye yakınlaşması ve bu çizginin sloganlarını atması geçici bir olgudur. Asıl olan bu kitlenin devrimciliğidir.
Legalist ve legalize olmuş solun Kürt ulusal hareketine bağlı ve paralel hareket etmesi, bu halk kitlesinin “ulusalcılar” olarak bir yana bırakılmasını getirmiştir. Bu kitlenin devrimci niteliği bir yana itilmiş, “milliyetçi” yanı öne çıkartılmıştır.
Gerçeklikte, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkını tam ve doğru biçimde ortaya koyan bir devrimci hareket, bu “ötekileştirilmiş” halk kitlesini kendi saflarına kolayca çekebilecektir.
Şüphesiz her siyasal tutum bir sınıfsal temele sahiptir. Dolayısıyla “Gezi Direnişi”nde ortaya çıkan farklı siyasal tutumlar da farklı sınıfsal niteliğe sahiptir.
“Barışçıl ve şiddet içermeyen gösterilerin ve protestoların” ve “partiler üstü” siyasetin savunucuları, mevcut düzenin yıkılmasından daha çok “restorasyon”undan, “reforme edilmesi”nden yana olan toplumsal kesimlerin çıkarlarına uygun siyaset yapmaktadırlar. Bu kesimler, “globalleşen dünya”dan yanadırlar ve bu nedenle “globalizme” karşı olan anti-emperyalist mücadeleden uzak dururlar. “Karşılıklı-bağımlılık” tezlerini destekleyen bu kesimlerin anti-emperyalist mücadeleyi, “yerellik”, “içe kapanıklık” ve “globalleşen dünya”da çağdışı kaldığı ilan edilen “ulus-devlet” istemi olarak görür. Sosyolojik anlamda “yeni orta sınıf”, bu tutumun sınıfsal temelini oluşturur. Onların varoluşunu sağlayan “globalleşen dünya” ve “neo-liberal ekonomi”dir. Onların karşı çıktıkları, ülkenin her yanını rant alanına çeviren, HES’ler inşa eden, AVM’ler kuran, “kentsel dönüşüm” adı altında kentlerin rant alanı haline gelmesine yol açan “vahşi kapitalizm”dir. Sweezy’nin tanımlamasıyla, “bireyin temel toplumsal birim olduğu” bir ütopyaya bağlanma eğilimindedirler. “Gezi Direnişi”nde “bireysel özgürlükler”e yapılan vurgular da bu sınıfın niteliğine uygundur.
Bu kesimler, kendi varlık koşullarını sağlayan “globalizm”in, yani para-sermayenin ve metaların uluslararasılaşmasının krize girdiği, kendi varlık koşullarını ortadan kaldırdığı koşullarda, klasik terimlerle söylersek, işlerini kaybettikleri, eski yaşam standartlarını yitirdikleri koşullarda hızla “yerelleşirler”. Yerel koşulların (ki bu ulusal devletin egemen olduğu koşullardır) “modernleştirilmesi”yle “globalleşme”yle elde ettikleri koşullara ulaşmayı umarlar. Onların “kriz” koşullarında “yerelleşmesi”, kaçınılmaz olarak “yerel” olan “ulusalcılara” yaklaşmalarına yol açar
“Ulusalcılık” ise, en genel anlamıyla kent küçük-burjuvazisinin siyasal tutumudur. Küçük-burjuvazinin bir bölümünü oluşturan “yeni orta sınıf”tan farklı olarak, sadece “globalleşen dünya”nın getirdiği tüketim olanaklarından yararlanır. Geleneksel serbest meslek sahipleri ile bürokratların (“kamu emekçileri”) ağırlığını oluşturduğu bu kent küçük-burjuvazisi, “globalizm” yanlısı “yeni orta sınıf”ın tersine, “yerel” ve “ulusal” niteliklere sahiptir. “Yeni orta sınıf”la toplumsal ilişkileri oldukça sınırlıdır. Kent küçük-burjuvazisinin bu iki kesimi, eğlence mekanlarından tatil yerlerine kadar birbirinden ayrılmışlardır. Her iki kesimin “serbest çalışanları”, avukatlar ve doktorlarda açıkça görüldüğü gibi, birbirinden farklı hukuk ve sağlık anlayışına sahiptirler. Örneğin, “yeni orta sınıf”a mensup avukat “şirket avukatı” olurken, diğerleri “klasik” avukatlıkla geçimlerini sağlarlar. Birincileri “uluslararası hukuk”tan, ikincileri ise “ulusal hukuk”tan yanadır. Kaçınılmaz olarak bu iki farklı hukuk yaklaşımı anayasa hukukunda da kendisini dışa vurur. Birinci kesim, “ulusal anayasa”da geniş ve belirsiz bir “yurttaşlık” tanımından yanayken, ikinci kesim belirgin ve ulusu esas alan bir “yurttaşlık” tanımından yanadır.
Benzer durum tıp alanında da ortaya çıkar. “Yeni orta sınıf” mensubu bir doktor, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinden yanadır ve çokluk özel hastanelerde parça başı ücretli olarak çalışır. Diğer doktorlar ise, devlet hastanelerinde istihdam edilir. Kaçınılmaz olarak, “sosyal güvenlik yasası”ndaki “düzenlemeler”den bir taraf doğrudan etkilenirken, diğer taraf neredeyse hiç etkilenmez.
“Yeni orta sınıf” olarak tanımlanan kent küçük-burjuva kesimleri, “ulusalcılar”dan farklı olarak, “globalizm”den yanadır ve kendisini “ulusaşan” kozmopolitik bir “dünya vatandaşı” olarak görür.
İşte bu farklılıkları nedeniyle kent küçük-burjuvazisi homojen değil, heterojen bir yapıya sahiptir. Bu heterojenlik içinde “yeni orta sınıf” mensupları “bireysel hak ve özgürlükleri”, yani bireysel hakları öne çıkartırken, “klasik” kent küçük-burjuvazisi “toplumsallığı” ve “kamu çıkarını” öne çıkarır. “Yeni orta sınıf”, Radikal ve Taraf gazetesinin çizgisini kendisine yakın görürken, diğerleri Cumhuriyet (ve giderek Sözcü) okuru ya da düşüncesine yakındırlar. Bu nedenle de, birincileri “neo-liberal sol”da yer alırken, ikinciler “klasik sol”da yer alırlar.
İşte bu farklılıklar, ağırlıklı olarak kent küçük-burjuvazisini kapsayan “Gezi Parkı Direnişi”nde somut olarak görünür hale gelmiştir. Bu direnişin “birinci aşaması”nda, yani “daha başlangıç”ında kent küçük-burjuvazisinin “yeni orta sınıf” kesimi ağırlığını koymuş ve direnişe kendi damgasını vurmuştur. Ancak bundan sonraki süreçte, yani “mücadeleye devam” sürecinde, “klasik” kent küçük-burjuvazisinin mücadele gücü ve katılımı belirleyici niteliktedir.
Şüphesiz bu sınıf ilişkileri içinde belirleyici olan kent küçük-burjuvazisidir. Bu süreçte işçi sınıfı ve köylülük kendisine yer bulamamıştır. Demokratik halk devriminin bu iki temel gücünün “Gezi Direnişi”nde önemsenebilir bir yere sahip olmaması, kaçınılmaz olarak “Gezi Direnişi”nin tipik bir küçük-burjuva kitlesel hareketi olmasına yol açmıştır. Tipik bir küçük-burjuva hareketi olarak da, direnişin bir saman alevi gibi parlayıp sönmesine neden olmuştur. “Gezi Parkı Direnişi”ne damgasını vuran kesimler, bu saman alevini “tüm bozkırı tutuşturacak bir kıvılcım” olarak “algı”lama eğilimindeyseler de, “bozkır” denilen şey, işçi ve köylü kitlesinden başka bir şey değildir.
Ve tüm marksist-leninistlerin çok iyi bildiği gibi, bu “bozkır”ı tutuşturacak olan “kıvılcım”, proletaryanın ideolojisini benimsemiş bir devrimci öncüden başkası değildir.