“Globalizm koşullarında ulus-devletler döneminin bittiği” söylemi, sözcüğün tam anlamıyla ideolojik bir manipülasyondur, propagandif bir söylemdir.
Amaç, uluslararası sermaye için ulusal sınırların aşılmasıdır. Bu yönüyle, “ulus-devletler döneminin bittiği” propagandası, uluslararası sermaye için her türlü ulusal engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik “neo-liberal” ekonomi politikaların uygulanmasına karşı gelişecek olan anti-emperyalist, anti-kapitalist ve millici tepkileri ideolojik olarak bertaraf etmeye yönelmiştir.
Burada söz konusu olan “uluslararası sermaye”, belli bir ülkenin, yani ulus-devletin sermayesinin uluslararasılaşmasıdır. Bu yönüyle de, yeni bir durum değildir.
Bilinebileceği gibi, tüccar (tacir) ya da geniş anlamda ticaret sermayesi, hemen her zaman ve her toplumsal düzen içinde “global” düzeyde faaliyet yürütür. Kapitalizmde (serbest rekabetçi dönemden emperyalist döneme kadar) ticaret sermayesi, artık sanayi sermayesine bağımlı hale gelmiş ve sanayi sermayesinin dolaşım alanındaki işlevini yerine getiren bir araç haline dönüşmüştür. Bu açıdan ticaret sermayesinin “global hareketi”, doğrudan doğruya sanayi sermayesi için gerekli olan pazara yöneliktir. Ticaret sermayesinin yeni pazarlara yönelmesi ve pazarlarını olabildiğince genişletme isteği tümüyle sanayi sermayesinin metalarının kitlesiyle belirlenir. Tam deyişle, sanayi sermayesi ve onun metaları olmadığı sürece ticaret sermayesinin pazarlayabileceği, satabileceği hemen hemen pek bir şey yoktur.
Sanayi sermayesi ise, hiç tartışmasız, sanayi üretiminin yapılabileceği bir yere, toprağa gereksinme duyar. Bu nedenle bir toprak parçasının üzerinde “ikamet” eder. Bu toprak parçası, “sabit sermaye yatırımları”nın üstünde yükseldiği temel olduğu gibi, aynı zamanda bu “sabit sermaye yatırımları”nın kalıcılığını sağlayacak olan “zemin”dir.
Bu toprak parçası, sınıfların ortaya çıktığı andan günümüze kadar bir devletin egemenliği altında olan coğrafyaya denk düşer. Bu devlet, klasik tanımla “egemen sınıfın baskı aygıtı”, ilk anda içe yönelik “baskı” aygıtı olsa da, giderek dışa yönelik, dış güçlere karşı bir saldırı ve savunma gücü haline de dönüşmüştür. Bu devlet, ister köleci toplumda Roma İmparatorluğu gibi “global” bir güç söz konusu olsun, ister feodal dönemin imparatorlukları (Britanya Krallığı, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Çarlık ya da Osmanlı İmparatorluğu) söz konusu olsun, her durumda, içerde “kamu düzenini” korumak amacıyla, dışarıda yeni topraklar elde etmek amacıyla bir zor gücü olarak varolagelmiştir. Engels’in tanımıyla, bu zor gücü, “ordu ve donanma demektir”.
Kapitalizm koşullarında eski-sömürgecilik (kolonyalizm) döneminde, devlet (ki artık kapitalist devlet, burjuva devlet sözkonusudur), yeni koloniler (sömürgeler) oluşturmak ve varolan kolonileri korumak amacıyla bu zor gücünü, yani ordu ve donanmayı kullanmıştır.
Kolonyalizm (eski-sömürgecilik), kapitalist sermayenin toprak olarak kendisini genişletmesinden başka bir şey değildir.
Bu devlet, Britanya Krallığı örneğinde olduğu gibi, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak ne kadar tanımlanırsa tanımlansın, her durumda belli bir toprağa (Britanya adası) ve bu toprak üzerinde varolan bir ulusa dayanır. Bu nedenle de, bu devlet, ulus-devlettir.
Siyasal yönetim biçimi olarak, Britanya Krallığı, her ne kadar Magna Carta’dan günümüze kadar “meşru monarşi” ise de, sınıfsal olarak İngiliz burjuvazisinin devletidir, yani ulus-devlettir. Bu İngiliz ulus-devleti, askeri gücüyle (özellikle donanmasıyla) başka ülkeleri fethederek “imparatorluk” haline dönüşmüştür. Tartışmasız gerçek, bu topraklardaki koloniler İngiliz kolonileridir ve bu toprakları fetheden ve koruyan ordular İngiliz ordularıdır.
Elbette söz konusu olan Fransa ve Almanya olunca, bu ülkelerin devletlerinin ulusal niteliği apaçık ortadadır. Dolayısıyla Britanya Krallığı’nda olduğu gibi, Fransız ve Alman sömürgeciliği de, Fransız ve Alman ulus-devletine dayanır.
Lenin’in “Emperyalizm” kitabında çok açık biçimde kanıtladığı gibi, tekelci sermaye grupları dünyayı toprak olarak kendi aralarında paylaşmışlardır. Bu paylaşımın siyasal ve hukuksal zemini, ulus-devletler arasındaki açık ya da gizli anlaşmalardır. “Devletin bakiliği”, yani hükümetler değişse bile devletler arasında yapılan anlaşmaların sürekliliği, bu siyasal ve hukuksal zemini ifade eder. Tarihsel olarak bu zeminin geçerliliğini yitirdiği tek olgu, toplumsal düzenin topyekün değişmesi, yeni bir egemen sınıfın ortaya çıkmasıdır. Bu da, burjuva devrimleriyle gerçekleşmiştir, yani burjuva devletin, ulus-devletin feodal imparatorluğun yerini almasıyla gerçekleşmiştir. Bu altüst oluşa rağmen, burjuva devlet (ulus-devlet) feodal dönemden kalan topraklar üzerinde “hak” talebinde bulunmuş ve hemen her durumda bu “hak”kını ulus-devletin askeri gücüyle almaya çalışmıştır.
Emperyalizm, yani tekelci kapitalizm, “(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu ‘mali-sermaye’ temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin)
Tekel, mali-oligarşi (banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması) ve meta ihracından ayrı olarak sermaye ihracı – İşte emperyalizmin ekonomik içeriği budur.
Bütün bu ekonomik olgular, “globalizm” propagandasının yapıldığı “günümüze” kadar, her zaman ulus-devlet temelinde varlıklarını sürdürmüştür. Sermaye ne kadar uluslararasılaşmış olursa olsun, her durumda bir ulus-devletin sermayesi olarak “global” düzeyde faaliyet yürütmüştür ve ulusun adıyla tanımlanmışlardır. Örneğin, Amerikan sermayesi, Fransız sermayesi, Alman sermayesi vb.
Bütün bunlar, belli bir terminoloji içinde ve belli tanımlar çerçevesinde ortaya konulan tarihsel olgulardır. Ancak “globalizm” propagandasıyla birlikte, tüm tanımlar ve kavramlar “eski” ilan edilmiş, yerlerine “yeni”, “yepyeni” tanımlar ve kavramlar geçirilmiştir. Bu yapılırken de, tarihsel süreçlere ilişkin varolan farklı tanımlara ve kavramlara dayanılmıştır.
Örneğin, en tipik burjuva devrimi olarak, yani aşağıdan yukarıya gerçekleşen bir siyasal devrim olarak ortaya çıkan Fransız Devrimi, burjuvazinin iktidara gelmesini sağlamıştır. Böylece devlete burjuvazi egemen olmuştur. Bu yönden Fransız Devrimi ile ortaya çıkan devlet, burjuva devlettir. Ama aynı zamanda Fransız ulusunun devletidir, yani ulus-devlettir. Öte yandan Britanya Krallığı’nda burjuvazinin egemenliği Fransa’da olduğu gibi, aşağıdan yukarı gerçekleşen bir devrimle değil, yukardan aşağıya gerçekleşen bir devrimle, daha doğru bir tanımla “dönüşümle” gerçekleşmiştir. Fransa’da burjuvazinin egemenliği kralın giyotinle idam edilmesiyle simgeleşirken, Britanya Krallığı’nda böyle bir simgesel durum sözkonusu olmamış, tersine kral varlığını sürdürmüştür.
Bu iki kavram ve tanım, yani burjuva devlet ile ulus-devlet karşı karşıya getirildiğinde neyin ne olduğu belirsizleşir. İşte “globalizm” propagandası, bir şeyin farklı yönlerden ve farklı açılardan tanımlanmasını ifade eden kavramları ve tanımları karşı karşıya getirmiştir. Böylece kavramların ve tanımların özü kaybolmuş, içerikleri boşaltılmıştır.
Burada vurgulanması gereken olgu, “globalizm” propagandasının “hedef kitlesi”nin ya da “hedef ülkeleri”nin “global” boyutta olmadığıdır. Örneğin Japonya, Malezya, Güney Kore, İspanya, Portekiz, Almanya, Fransa, Ermenistan, Yunanistan, Hırvatistan vb. pek çok ülkenin ulusal devlet olup olmadığı hiçbir biçimde tartışma konusu ya da gündem maddesi olmazken, bazı ülkelerde (özellikle Türkiye) ulusal devletler “çağının” sona erdiği kolayca ilan edilebilmektedir. Bu açıdan Türkiye, bu propagandanın “deney alanı” olarak kullanılmıştır.
Bugün Avrupa Birliği içinde yer alan hiçbir “halk” kendisinin bir ulus olup olmadığından ve kendi ulusal devletinin varlığından şüphe duymamaktadır. Bu ülkelerde, dünyanın “globalleştiği”, dolayısıyla “globalleşen dünyada ulusun ve ulus-devletin sona erdiği” türden bir düşünce, “algı” ya da eğilim mevcut değildir. Yapılmış olan tüm AB anlaşmalarına rağmen, bu ülkelerin halkları ulusal sınırların ortadan kalktığına ilişkin bir “algı”ya sahip bile değillerdir. Türkiye’de “sınırların”, yani ulusal devlet sınırlarının “kalkması” diye sunulan Şengen Anlaşması, sadece ve sadece ülkeler arasındaki seyahatlere ilişkin vize gerekliliğinin ortadan kalkması olarak görülmektedir. Çok daha somut olanı ise, Fransa’nın Şengen Anlaşması’na koyduğu “şerh” sonucu, kendi ulus-devlet sınırlarının, yani Fransa devlet sınırlarının 15 kilometresinden itibaren her türlü giriş-çıkışları kontrol etmesidir.
Türkiye’de ise, sağcı, solcu, neo-liberal ya da neo-liberal solcu, dünyanın “globalleştiğinden”, “globalleşen dünyada ulusal sınırların ve ulusal devletlerin ortadan kalktığı”ndan neredeyse hiç şüphe duymamaktadır. Böyle olunca da, Avrupa Birliği’ndeki gerçekler “ademe mahkum” edilmektedir.
Bu neden böyle yapılmaktadır?
“Global” gerçekler neden yokmuş gibi davranılmaktadır?
İşte Türkiye’de “aydın kesim” için ilk başta sorulacak sorular bunlardır.
Bu “aydın kesim”, gerçeği kavramakta (nedense!) zorlandığı ölçüde, sorunun yanıtına göre gerçeğin ne olduğunu saptamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla tarihsel ve somut gerçekliğin ne olduğunun ortaya konulmasıyla fazlaca ilgilenmemektedirler. Varsa da, yoksa da “neden” sorusunun yanıtlanmasını istemektedirler. Doğal olarak, bu “neden”e göre gerçeği saptama budalalığı, hemen her alanda, her konuda, her düzeyde “komplo” senaryolarının ortaya atılmasına yol açmaktadır. Eğer bu “aydın kesim”e sunulan bir senaryo kabul görürse, doğal olarak bu senaryonun “dayanakları” gerçek olarak kabul edilecektir!
Ne kadar manipülasyondan ve dezenformasyondan söz edilirse edilsin, ne kadar bunların varlığı kabul edilirse edilsin, yine de somut gerçekliği anlamakta zorlanan ve hatta hiç anlamayan bir “aydın kesim” söz konusudur. Gerçek, bu “aydın kesim”e çok “basit” görünmektedir. Onlar, böylesine “basitçe” ortaya konulabilen, düşünme ve yargılama yeteneğine sahip herkes tarafından “kolayca” anlaşılabilen gerçeklere inanamamaktadırlar. Kendileri “onca eğitime” rağmen, doların ya da borsanın neden inip-çıktığını bile anlayamamışken, başkalarının “kolayca” gerçekleri anlamasını anlayamamaktadırlar. Anlayamadıklarını da anlayamadıklarından, “öküzün altında buzağı aramaya” koyulmaktadırlar. Ve bu andan itibaren onlar için sorun, “öküzün altındaki buzağı”nın ne olduğu, nasıl olduğu, nereden geldiği, nasıl geliştiği vb. zırvalıklar olmaktadır.
Örneğin inanç şudur: AB ülkelerinde ulus-devletler ortadan kalkmıştır! Ama aynı “inanç sahipleri”, Almanya-Türkiye futbol maçında “Türk bayrağını” sallayanları “ırkçı-milliyetçi” olarak aşağılarken, karşı tribünde “Alman bayrağı” sallayan Almanı “AB vatandaşı” olarak “algı”layabilmektedir.
Yine aynı “inanç sahipleri”, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”nda “Türk” sözcüğünün geçmesini bir “ırkçılık” ya da “faşist milliyetçilik” ürünü olarak görürken, “dünyadaki hiçbir ülkenin anayasasında böyle etnik ulus ifadesi bulunmamaktadır” diyebilmektedir. Ama aynı “inanç sahipleri” birer “aydın” olarak, örneğin Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nda kimin “Alman” olduğunun bile tanımlandığını kolayca bilmezlikten gelmektedirler. (Bunlara Fransa Anayasası’nı örnek veremiyoruz, çünkü bu “inanç sahipleri” için “ulus-devleti” başımıza “musallat eden” Fransızlardır! Ayrıca Almanya iyi bir örnektir, çünkü “Milli Görüş”ün kalesidir!)
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası şu sözlerle başlamaktadır:
“Dünya çapında kapitalizmin feodalizm üzerinde sonal zaferi dönemi, ulusal hareketlerle bağlantılı olmuştur. Burjuvazi, meta üretiminin tam zaferi için iç pazarı ele geçirmek ve tek bir dili konuşan nüfusun bulunduğu toprakları, bu dilin gelişmesini ve yazın alanında pekişmesini önleyen tüm engelleri ortadan kaldırarak, siyasal olarak birleştirmek zorundadır. Burada ulusal hareketlerin ekonomik temeli ortaya çıkar. Dil, insanların karşılıklı ilişkisinin en önemli aracıdır. Dilin birliği ve engelsiz gelişimi, çağdaş kapitalizme uygun ölçekte gerçekten özgür ve yaygın ticaret için, değişik sınıflardan nüfusun özgür ve geniş gruplaşması için, son olarak da, pazarlar arasında, büyük ya da küçük her bir ve her mülk sahipleri arasında ve alıcı ile satıcı arasında yakın bir ilişkinin kurulması için en önemli koşuldur.
Bu nedenle, her ulusal hareketin eğilimi, çağdaş kapitalizmin gereksinmelerini en iyi karşılayan ulusal devletlerin oluşumuna doğrudur. En derin ekonomik etkenler bu amaca doğru ilerler ve bu yüzden, Batı-Avrupa’nın tümü için, hayır, tüm uygar dünya için, ulusal devlet, kapitalist dönemde tipik ve normal olandır.
Bu nedenle, eğer ulusların kendi kaderlerini belirlemesinin anlamını, yasal tanımlamalarla hokkabazlık yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin ekonomik-tarihsel koşullarını irdeleyerek kavramak istiyorsak, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini belirlemesinin bu ulusların yabancı ulusal gövdeden siyasal olarak ayrılması ve bağımsız bir ulusal devletin oluşturulması anlamına geldiği sonucuna ulaşırız.” (Lenin, “Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme Hakkı”, Seçme Yazılar IV, s. 115-116.)