Önce kavramlardan başlayalım.
Algı, bilimsel tanımı bir yana bırakılacak olursa, “medya söylemi”nde, bir şeyin, bir olayın insanlarda oluşturduğu “izlenim”in yerine kullanılmaktadır. Bu bağlamda, “izlenim/algı”, insan zihninde belli “etkiler” yaratır. Bunun sonucunda da, düşünce değil, sadece ve sadece sanılar ve kanılar ortaya çıkar. Bu nedenle, insanlarda gerçekle ilgisi olmayan sanılar ve kanılar oluşturmak için şeyler ve olaylara ilişkin yanlış izlenimler (“algı”lar) oluşturulması gerekir. Bu da, şeyler ve olaylar hakkında yanlış bilgilendirme (dezenformasyon) yaparak sağlanır. Haberlerden köşe yazarlarına kadar “medya”nın işlevi, kitleleri yanlış bilgilerle “aydınlatmak”, yani yanlış izlenimler oluşmasını sağlamaktır. Bu yüzden, “algı yönetimi” diye sunulan şey, dezenformasyona dayalı olarak yanlış izlenimler oluşturmaktan ibarettir. Bunu yapabilmek için de, her şeyden önce, insanların anlamını bildikleri kavramların yerine “yeni”, “yepyeni” olduğu sanılan, içeriksiz ve her yana çekilebilir kavramlar kullanmakla işe başlanılmıştır. Pek çok durumda “algı” sözcüğünün yerine “izlenim” sözcüğü kullanıldığında, “algı” kavramının nasıl bir çarpıtmaya olanak sağladığı kolayca görülür.
“Bilinç” ise, bilimsel anlamıyla dış dünyadan duyularla gelen imgelerin ortaya çıkardığı algıların, eski algılar ve bilgilerle birleşerek tümleşmesi, bilgi haline gelmesidir. Ama “algı yönetimi” açısından, bilinç, sadece belli sanılar ve kanılardan ibarettir. Bu nedenle, dış dünyanın yanlış izlenimlerine dayanan sanılar ve kanılar “bilinç”mişçesine sunulur. Sanılar ve kanılar “bilinç” olunca, kaçınılmaz olarak “bilinçlenmek”, bir süreç hakkında tümleşmiş bilgi sahibi olmak da “farkındalık yaratmak” türünden bir başka “yeni”, “yepyeni” terimle yer değiştirir.
Gerçekte, yapılan tek şey, dezenformasyon ve buna bağlı manipülasyondur. “Algı” terimi, bu gerçeği gizlemeye hizmet eder.
“Self-determination”, yani “kendi kendine belirleme” kavramı, politik dilde, bir ulusun, bir halkın kendi geleceğini (yazgısını/kaderini) kendisinin belirlemesi olarak kullanılır. Bu bağlamda, “self-determination hakkı”, bir ulusun, bir halkın kendi geleceğini kendisinin belirleme hakkı olarak tanımlanır.
“Hak” (İngilizce “right”, Almanca “recht”, Fransızca “droit”), “hukukun gerektirdiği ya da birine ayırdığı şey”dir. Diğer ifadeyle, “hak”, bir şey yapabilme yetkisidir. Bu nedenle, “hak” hukuksal bir kavramdır ve ancak hukukla birlikte varolur.
“Hukuk” ise, kişiler ve kurumlar arasında yazılı ya da sözlü olarak saptanmış kurallar bütünüdür ve “kamu gücüyle” desteklenir. Dolayısıyla, “hukuk”, her durumda devlet gücüyle birlikte varolur. Bu nedenle Platon, “Devlet” kitabında “hak, kuvvettir” der.
Bir ulusun ya da halkın “self-determination hakkı”, yani kendi geleceğini (yazgısını) belirleme hakkı, uluslararası hukuk çerçevesinde tek tek ulusların (ya da halkların) sahip olduğu haktır. Dolayısıyla da, bu hak, tüm uluslar için geçerlidir ve karşılıklıdır. Günümüzde “self-determination hakkı” Birleşmiş Milletler sözleşmesinin temel ilkelerinden birisidir.
Bir hakka sahip olmak, bu hakkı kullanma onayına ya da iznine sahip olmak demektir. Medeni yasadaki “boşanma hakkı”nda olduğu gibi, evli eşlerin boşanma hakkına sahip olması, onların mutlak olarak ve hemen boşanacakları anlamına gelmez. Bu nedenle, “Hak”, koşulları ortaya çıktığında “hak sahipleri”nin bunu kullanabileceklerine ilişkin bir yetkidir.
Ulusların “self-determination” hakkı, hiç tartışmasız, bir ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkıdır. Diğer ifadeyle, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı, “siyasal bağımsızlık” demektir. Yani ezilen ve başka ulusların egemenliği altında olan ulusların “ayrılma özgürlüğü” demektir. Bu da, ezilen, başka bir ya da birkaç ulusun egemenliği altında olan ulusun, siyasal geleceğini kendisinin belirlemesi, kendisini siyasal olarak örgütlemesidir. Tam ifadesiyle, kendine ait bir ulusal devlete sahip olmasıdır. Bu hakka sahip olan ezilen ve egemenlik altında tutulan ulus, hangi koşullarda bu hakkını “ayrılma”, ayrı devlet kurma yönünde kullanacağına kendisi karar verir.
Özcesi, ulusların kendi kaderini belirleme hakkı, her ulusun kendine ilişkin siyasal kararları kendisinin alma hakkıdır. Bu hakkı ayrılma, ayrı devlet kurma yönünde kullanıp kullanmama kararı da tümüyle o ulusa aittir.
Bugüne kadar, daha tam ifadesiyle, “globalizm” söylemlerinin yaygınlaştığı döneme kadar tartışmasız herkes tarafından “algılanan” ve “bilinen” ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı budur.
Ama “globalizm” söylemleriyle birlikte yeni bir “algı” ortaya çıktı: Globalleşen dünyada ulusal bağımsızlık ve ulusal devletler çağı sona ermiştir! Ne olduysa bundan sonra olmuştur. İnsanlar artık ulusal bağımsızlıktan, ulusal devletten söz etmez hale getirilmişlerdir.
Sözcüğün tam anlamıyla, “çarpık algılatmanın” (ya da “algı yönetimi”nin) ürünü olan “çarpık bir algılama” ortaya çıkmıştır. Bu çarpık “algı”lamanın en yoğun ve en geniş ölçüde ortaya çıktığı ülke Türkiye olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan “globalizm” propagandasıyla önce kavramların içeriği boşaldı. Ardından Avrupa Birliği propagandasıyla ulusal devletin “sonu” ilan edildi. 2004’ün Aralık ayına gelindiğinde, Türkiye’de egemen olan eğilim, “cebine AB pasaportu koyarak” kapağı AB ülkelerine atmak yönünde olmuştur.
Bu süreçte, A. Öcalan’ın Kenya’dan teslim alınmasının ardından PKK’nin eylemsizliği gelmiştir. Bu da Kürt ulusal sorununun bir yana itilmesini, unutulmasını getirmiştir. Kürt ulusal sorunu unutulduğu oranda ulusal bağımsızlık ve ulusal devlet kavramları da bir yana konulmuştur. Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkı kavramı ise, zaten “yasal olarak yasak” olduğundan hiç kullanılmaz olmuştur.
İşte bu ortamda ve bu hava içinde Öcalan’ın “geliştirdiği” ve temelinde ulusal devletlerin “kötü” olduğuna ilişkin “tezler” fazlaca itibar görmemiş, ciddiye alınmamıştır.
Her ne kadar Öcalan’ın ulusal devletlerin gericiliğine ilişkin “tezleri” ciddiye alınmamışsa da, ulusal devlet (algı yönetimince özenle kullanılan “ulus-devlet”) ve ulusal bağımsızlık da önemsizleşmiş ve itibarsızlaştırılmıştır.
Ardından “Hepimiz Ermeniyiz” söylemleri gelmiştir. “Ermeni soykırımı” ya da “Ermeni tehciri” üzerinden yürütülen “algı yönetimi”, her durumda “T. C.” üzerinden ulusal devletlerin ne kadar kanlı ve zalim oldukları temasını işlemiştir.
Öte yandan AB üzerinden Kürtlere yönelik fonlar ve projeler ortaya atılmıştır. Bu fonlar ve projelerle Kürt halkının “kurtuluşu”nun AB üyeliğinden geçtiği “algısı” ortaya çıkartılmıştır. Aynı süreçte Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle birlikte Kuzey Irak’taki “bölgesel Kürt yönetimi”nin “devletleşeceği” beklentisi oluşturulmuştur. Böylece Kürtler arasında, “tarihte ilk kez kendi devletlerine sahip olma şansı”nı yakaladıkları düşüncesi yaygınlaşmıştır. Bu da Amerikan emperyalizminin Irak işgalinde Barzani ve Talabani güçlerinin işbirlikçiliğini meşrulaştırmıştır. Bu öylesine yaygın hale gelmiştir ki, Kuzey Irak Kürtlerinin Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi olarak “ayrı devlete sahip olmaları”nı eleştirenlere, “Ama T.C.’de Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi” diyerek kolayca demagoji yapılabilmiştir.
Kürtler arasında AB ya da ABD işbirlikçiliği içinde “bağımsız Kürdistan”a sahip olunabileceği “algı”sı yaygınlaşırken, Türkler arasında ulusal devlete karşı bir duyarsızlık, önemsememe havası oluşmuştur.
Bu ortamda ve havada hiç kimse, ulusların kaderlerini belirleme hakkından, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkından söz edemez hale gelmiştir. “Globalizm”, “globalleşen dünya” propagandası “ulusal algı”ları bozmuş, ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma, ulusal devlet değersizleşmiş ve bir kenara itilmiştir. Kürt halkı, (AB-Türkiye ilişkileri bozulduğu ölçüde) Amerikan emperyalizminin desteğiyle kurulacak “bağımsız” (elbette Türkiye’den, yani “T.C.”den bağımsız) Kürdistan beklentisine girerken, “Türk halkı”, küçük-burjuvazinin “sol” kanadının (eğitim görmüş kesimlerin) “kendi şehitlerine” gösterdiği tepkiyle (“hakkımı helal etmiyorum”) önce şaşkınlığa düşmüş, ardından kayıtsız ve duyarsız hale gelmiştir.
AKP’nin ilk yıllarında (AB’nin Türkiye’ye “aday üye” statüsü verdiği günlerde) AB’ye “kapağı atma” beklentisiyle ortaya çıkan “algı”yla birleşen bu kayıtsızlık ve duyarsızlık, AKP’nin “islam ümmeti”yle yeni bir evreye yönelmiştir. “Şengen’e karşı Şam’gen”, Suriye ile “sınırların kaldırılması”, “ortak bakanlar kurulu toplantısı” propagandasıyla “islam ülkelerine” yönelik beklentilere dönüştürülmüştür.
Hrant Dink üzerinden yürütülen “Ermeni sorunu” nasıl ki “Salkım Hanımın Taneleri” gibi filmlerle, “sözel tarih” çalışmalarıyla desteklenmişse, bu yeni yönelim de “Propaganda” filmiyle, televizyon “açık oturumları”yla desteklenmiştir. Böylece “ulusal algı”, giderek, tarihte görülmemiş boyutta ve içerikte bir “kozmopolitizme” yol açmıştır. İthalata bağımlı “tüketim ekonomisi”, TOKİ’ler vb. tekil/bireysel “yaşam tarzları” ulusa ve ulusallığa ilişkin herşeyin bir yana itilmesinin ekonomik temeli olmuştur. Tower’lar, Residans’lar, Plaza’lar, AVM’ler yükselmiş, “Venedik’i ayağınıza getiren siteler” ortaya çıkmıştır. Bu ekonomik “gelişme” içinde 12 Eylül sonrasının “depolitizasyonu”, sözcüğün en geniş anlamında apolitikleşmeyi getirmiştir.
Bu ortamda, ülkenin (Türkiye’nin) “kaderi”, siyasal örgütlenmesi (“laik ve sosyal hukuk devleti”) sahipsiz kalmıştır. Bu sahipsizlik içinde önce “laiklik” bir yana bırakılmıştır. Ardından “hukuksuzluk” gelmiştir.
Bir ulus (örneğin “Türkler”) ya da bir halk (örneğin “Türkiye halkı”) kendisinin siyasal geleceğini böylesine önemsizleştirirken, bir başka ulusun ya da halkın siyasal geleceğini önemsemesi eşyanın doğasına aykırıdır. Dolayısıyla “Türk ulusu”nun, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkını “algı”laması ve önemsemesi zaten beklenemez.
Çözülmesi olanaksız bir “muamma” ortaya çıkmıştır.
Doları olmasa da dolar “kuru”nu önemseyen, hisse senedi sahibi olmasa da borsayı izleyen, “Tarihin Arka Odası” üzerinden tarih “öğrenen”, televizyon “tartışmaları”ndan “haz” duyan, gününü gün eden, kadın programlarında “cast” olarak “oynayan” “yeni orta sınıf” TOKİ’lerde yükselirken, eski “orta sınıf” (emperyalizme bağımlı ve yeni-sömürgecilik yöntemlerinin egemen olduğu bir ülkenin küçük-burjuvazisi) “bireysel yaşam tarzı”nın dört duvarı arasına sıkışmıştır.
“Analar ağlamasın” söylemiyle başlatılan ve ardından “barış” sloganlarıyla sürdürülen “Kürt açılımı”, “PKK terörünün” biteceği beklentilerini yaratırken, “savaş”ın ne olduğunun bile bilinmediği, Suriye olaylarıyla birlikte ortaya çıkmıştır.
Bu “hava” içinde, Ergenekon ve Balyoz operasyonları, özellikle de OdaTv operasyonu küçük-burjuva aydınlarını korkutmuştur. Bu korku içinde sinen küçük-burjuva aydınları, “muhalefet” tutumlarını Ermeni ve Kürt sorunu üzerinden dışa vurmaya yönelmişlerdir. “İnadına barış”tan yana olan bu kesimlerin “AKP muhalefeti”, geleceği önemsemeyen bir dargörüşlülük içinde apolitikleşmenin ve (korkuyla muzdarip) duyarsızlaşmanın ifadesi olmuştur.
Bu gelişim sürecinde, İmralı’da MİT ile “Başkan Apo” arasında kotarılan “barış müzakereleri”nden çıkan “pan-Kürdizm” ve “genişletilmiş Misak-ı Milli” oyunun tüm kurallarını ve “barış beklentileri”nin yönünü değiştirmiştir.
İsrail’in, Obama’nın “arabuluculuğu”yla Recep Tayyip Erdoğan’dan “özür dilemesi”yle birlikte, küçük-burjuva aydınları arasında Türkiye’nin bir yerlere savrulduğu düşüncesi pekişmeye başlamıştır. Her ne kadar ülkenin, halkların ve bölgenin geleceğine ilişkin “endişeler” pekişmişse de, bu kesimlerin sorunların çözümüne ilişkin hiçbir öngörüleri ya da düşünceleri mevcut değildir. “Kürt sorunu” ya da “barış sorunu” olarak sunulan ve inanılan sorunun, gerçekte Kürt ulusal sorunu olduğunu “algı”lamakta zorlanan bu küçük-burjuvalar, şimdi kimin “akil adam” (ya da “akil kadın”) olacağı hesapları peşine düşmüşlerdir.
Sorunların ne olduğunun bile tanımlanamadığı bir ülkede, kaçınılmaz olarak “tanımlanamamış” sorunların gerçek ve doğru biçimde çözümlenmesi de olanaksızdır. Bu nedenle, herşey bir yana konulup, öncelikle varolan ve giderek farklı yönlere çekilebilen sorunların tanımlanmasıyla işe başlanılması gerekir.
ULUS, DEVLET VE
KENDİ KADERİNİ BELİRLEME
Türkiye, ezbere söylenen sözle, “Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi her milletten ve her dinden” insanların yaşadığı bir ülkedir. Bu, açık biçimde “
çokuluslu” bir ülke demektir. Ancak “ulus nedir” ve “kimler ulusu oluşturur” sorularının yanıtları verilemediği sürece, “çokuluslu ülke” tanımı nitelik belirleyici değildir, sadece bir “durum saptaması”dır.
“Ulus”, “resmi ideoloji”ye göre, “kaderde, tasada ve kıvançta ortak olan insanlar topluluğu”dur.
“Ulus-üstü” (“
trans-national”) küçük-burjuvalara göre (ki küçük-burjuvazi her zaman bir şeylerin “üstü”nde yer alır, ama asıl olarak sınıfların üstünde uçar), bu “ulus” tanımı” “eski”miştir, 18. ve 19. yüzyılın, Aydınlanma döneminin, yani kapitalizmin gelişim ve yükseliş döneminin tanımıdır. Bu nedenle de (”totolojik” de olsa), günümüzde bu tanımın ve bu tanım üzerinden ortaya çıkan “kuramların” ve “çözüm yolları”nın önemi yoktur! “Dün, dün ile gitmiştir”. Şimdi, yani “post-modern dünyada” yeni şeyler söylemek lazımdır!
Bu “ulus-üstü” küçük-burjuva “durum saptaması”, ne kadar “ulusu aşan” bir söyleme sahipse de, gerçekte, emperyalist dönemde “ulus”ların içine düştükleri çıkmazın belirtilmesinden ibarettir. Yani emperyalist “uluslar” karşısında emperyalist-olmayan “uluslar”ın sömürgeleştirilmesinin ortaya çıkardığı çelişkidir.
“Ulusal devlet” ya da “akademik” terimle “ulus-devlet”, “ulus”un, yani “kaderde, tasada ve kıvançta” ortak olan insanlar topluluğunun siyasal örgütlenmesi olarak aynı “kaderi” paylaşmak durumundadır.
Biçimde, bir “ulus” ve onun “ulusal devleti” mevcuttur; kendi kaderini, siyasal yazgısını kendisi belirlemektedir. Ama emperyalizm, emperyalist sömürgecilik koşullarında bu sadece biçimseldir ve kağıt üzerinde kalır. Diğer bir ifadeyle, ulusun “siyasal bağımsızlığı”, emperyalizme ekonomik bağımlılık nedeniyle işlevsiz kalmıştır. Bu nedenle, emperyalizmden bağımsızlaşmadan bir ulusun kendi yazgısını belirlemesi olanaksızdır. Bu da, “
self-determination” hakkının hiçbir değere sahip olmaması demektir.
“
Self-determination hakkı”, bir ulusun kendi kaderini belirleme hakkı, uluslararası “normlar” çerçevesinde ifade edilecek olursa, kendi
iç işlerine (“ulusal devlet” sınırları içindeki işlerine) karışılmaması, kendi
iç işlerini kendisinin belirlemesi demektir.
Eski-sömürgecilik döneminde (“kolonyalizm”), “gambot diplomasisi” adı verilen yöntemle, ulusal devletlerin ya da ülkelerin iç işlerine doğrudan askeri müdahalelerde bulunulmuştur. Bu askeri müdahale, her durumda, dış bir gücün ulusal devletin iç işlerine zor yoluyla müdahale etmesidir. Bu müdahale, doğal olarak iç/ulusal güçlerin dış/emperyal güçlere karşı mücadelesini ve direnişini ortaya çıkarmıştır. Anti-kolonyalist ya da anti-emperyalist bu mücadeleler, her durumda “ulusal kurtuluş mücadelesi” ya da ulusun yeniden varedilmesi mücadelesi olarak gelişmiştir. Türkiye ve Çin’deki “ulusal kurtuluş savaşı”, bir yanıyla uluslaşma sürecinin, diğer yanıyla ulusun kendi kaderini belirleme hakkını kazanmasının mücadelesi olmuştur.
Özellikle II. Yeniden Paylaşım Savaşı (“II. Dünya Savaşı”) sonrasında sömürgeciliğin (kolonyalizm) tasfiyesi ve bir dizi devletin üretilmesi sorunu karmaşıklaştırmıştır.
Afrika ve Ortadoğu bölgelerinde olduğu gibi, eski-sömürgeciliğin tasfiyesiyle ortaya çıkartılan ya da çıkan devletler, Tanzanya’dan Kenya’ya, Fildişi Sahili’nden Mali’ye, Libya’dan Suriye’ye ve Irak’a kadar tüm devletler, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla bir “ulus”a dayanan, dolayısıyla “ulus-devlet” olarak tanımlanabilen devletler değildir. Bu devletlerde
uluslaşma süreci yaşanmamıştır.
Mısır’da başlayan ve giderek Suriye, Irak ve Libya’ya yayılan Baas Hareketi, sömürge bir ülkenin küçük-burjuva milliyetçiliği temelinde bu durumu değiştirmeye yönelmiştir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, yukardan aşağıya “milli burjuvazi” yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak devlet eliyle yaratılmaya çalışılan bu “milli burjuvazi”, kendi iç dinamiğiyle gelişen bir kapitalizm temeline sahip olmadığından, her durumda yapay kalmış, gerçek bir “milli” (ulusal) burjuvazinin işlevini, yani ulusu bir araya getiren ve birleştiren bir unsur olmayı başaramamıştır. Bu da, uluslaşma ve ulus olma sürecinin kapitalizmle olan doğrudan, araçsız ilişkisinin gerçekliğidir.
Kapitalizm olmadan, kapitalist burjuvazi olmadan bir insan topluluğunun uluslaşması ve ulus haline gelebilmesi olanaksızdır. Bu nedenle, ulus (“
nation”), her zaman kapitalist gelişimin bir ürünüdür ve burjuva toplumunun biçimidir (formudur). Kapitalizm koşullarında, olağan olan burjuvazinin (sermaye sınıfının)
tek pazar temelinde bir araya getirdiği insan topluluğunun ulusu oluşturmasıdır. Bu da, belli bir
toprak üzerinde (“coğrafya”da) ortak bir
ekonomik yaşamın (“pazar”) oluşturulmasıdır. Bu ortak ekonomik yaşam, kapitalist anlamda ortak bir pazarın olması demektir. Pazarda, alıcı ve satıcının anlaşabileceği bir ortak dilin olması zorunludur. Dolayısıyla belli bir toprak parçasında, ortak bir ekonomik yaşama sahip olan insan topluluğunun, “ulus” olarak burjuva toplumunun “formu” haline gelmesi, aynı zamanda bu ortak ekonomik yaşamda ortak bir
dile sahip olmalarını gerektirir. Bu nedenle “dil birliği”, ulusun ayrılmaz bir parçasıdır.
Böylesine
ortak yaşam, kaçınılmaz olarak ortak tasalar, ortak kıvançlar yaratır. Bu ortak yaşam, dünü olduğu kadar yarının da ortaklaşmasını sağlar. “Ulusal kültür”, bu ortak yaşamın ürünüdür.
Burada temel unsur, kapitalizm ve onun egemen sınıfı olarak burjuvazinin varlığıdır. Bu açıdan, ulus, kapitalist ulus, geçmiş tarihteki tüm ortak insan topluluklarının örgütlenmesinden farklı özelliklere sahiptir. Temelinde kapitalist üretim ve burjuva sınıfı bulunduğundan, “ulusal kültür” ve “ulusal değerler”, tümüyle
kapitalizmin ve burjuvazinin kültürü ve değerleridir. Kapitalizmin “globalleşmesi”, yani dünya çapında egemen üretim ilişkisi haline gelmesiyle birlikte, “burjuva kültürü ve değerleri”, “global dünya”nın “ortak” kültürü ve değerleri haline gelmiştir. Dolayısıyla ulusal devletler, her durumda burjuva devletlerdir ve burjuvazinin egemenliğinin aracıdır.
Ama burjuvazi, geçmiş egemen sınıflardan farklı olarak, kendi öz sınıfsal çıkarlarını (özel çıkar) yalın biçimde ortaya koymaz. Kendi öz sınıfsal çıkarını, “genel çıkar”, topluluğun “ortak çıkarı”, “kolektif çıkar” olarak sunar. İşte bu “genel/ortak/kolektif çıkar” ulusu bir araya getiren ve bir arada tutan temel unsurdur. Doğal olarak, bu “ortak” ya da “genel” çıkarına yönelik ve ona zarar veren ya da tehdit eden her şey ulusa yönelik bir tehdit ya da düşmanlık olarak “algı”lanır ve “ortak çıkarı” korumak için, ulus olarak birlikte hareket ederler.
Marks ve Engels’in belirttiği gibi, “kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya ve aynı zamanda her zaman her aile ve kabile yığışımında mevcut olan, kan, dil, geniş bir ölçüde işbölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde, ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü almaya götürür”
“Ulusal devlet” denilen budur.
“Ulusal devlet”, burjuva devleti, tarihten gelen kan, dil, kabile ve aile bağlarını ve bu bağların ortaya çıkardığı çıkarları, kapitalist üretim ilişkileri temelinde ve burjuvazinin özel çıkarının “genel/ortak/kolektif çıkar” olarak birleştirilmesinin siyasal örgütlenmesidir. Demokrasi, monarşi, oligarşi vb. yönetim biçimleri, bu siyasal örgütlenmenin biçimleridir.
Kapitalizm (şüphesiz kendi iç dinamiğiyle gelişen bir kapitalizm) ve burjuvazi olmaksızın bir ulustan, ulusal devletten söz etmek olanaksızdır. Ulusal devletin tüm çelişkisi de burada yatar. Ulusal devlet, burjuva devleti olarak, burjuvazinin sınıf egemenliğinin “genel çıkar” çerçevesinde biçimlendirilmiş hali olduğu için, iç/sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği her durumda sınıfsal niteliğini dışa vurur. Ulus, her ne kadar “sınıflar üstü” görünüme sahip olursa olsun, her zaman bir sınıflar bütünlüğüdür. Dolayısıyla, ulusun ortaya çıkması, kapitalist toplumun sınıfsal çelişkilerinin ortaya çıkmasının koşullarını yaratır. Dış güçlere karşı ulusal birlik sağlanır sağlanmaz, sınıf çelişkileri ve sınıf mücadeleleri sahneye çıkar.
İşte bu anda burjuvazi, kendi sınıf iktidarına karşı çıkan ve bunu tehdit eden sınıfa karşı burjuva devleti (ki artık “ulusal devlet”tir) göreve çağırır. Ulusal devlet, bu sınıf mücadelesini, burjuva sınıfa yönelik mücadeleyi (proletaryanın sınıf mücadelesini), kendine yönelik bir mücadele olarak kabul eder. Bunun sonucu olarak da, proletaryanın sınıf mücadelesini, ulusal “ortak çıkarlarına” yönelik bir tehdit olarak sunar. Bir yanda egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazi, öte yanda bu egemenliğe karşı çıkan ve “çokluğu” oluşturan proletarya vardır. Bu mücadelede burjuvazinin yenilgisi kaçınılmazdır. Bu yüzden burjuvazi “ulusa” seslenir. “Ortak yaşam”ın (“ulusal yaşam”) tehlikede olduğunu, ulusun parçalandığını, dolayısıyla “ortak çıkarlar”ın zarara uğradığını ilan eder. Bu yolla, “ortak çıkar”dan yararlanan, pay alan kesimleri harekete geçirir. Böylece “ekseriyeti” oluşturarak, ulusal devletin proletaryanın sınıf mücadelesini zor yoluyla ezmesini meşrulaştırır.
Benzer durum “dış güçler” için de geçerlidir. Burjuvazinin yeni pazarlar için yürüttüğü “dış politika” sonucunda ortaya çıkan çatışma ve savaş durumlarında, ulus, yani burjuva sınıfının özel çıkarının “genel/ortak/kolektif çıkar” olarak sunulduğu toplum harekete geçirilir. Bu hareket, kimi durumda yayılmacı ve fetihçi siyaseti desteklemek için, kimi durumda bu yayılmacı ve fetihçi siyasetin zora düşmesi durumunda gerekli hale gelir. Her durumda, iç ve dış düşmanlara karşı “ulusal birlik ve seferberlik” ilan edilir.
Ulusal devletin sınıfsal niteliği, burjuvazinin özel çıkarının toplumun “genel çıkarı” olarak sunulmasının yaratmış olduğu “algı” (yanılsama, ki ideolojik olarak oluşturulur), ulusal devletin ilk ve temel çelişkisidir.
İkinci çelişki, yukarda ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmin “globalleşmesi” sonucu, burjuva ilişkilerinin ve değerlerinin dünya çapında egemen olmasıyla ortaya çıkar. Bu çelişki, burjuvazinin “global değerleri” ile “ulusal değerler” arasındaki çelişkidir.
“Ulusal değerler”, her ulusun burjuvazisi tarafından sadece o ulusa, o topluluğa ait olan, ona özgü değerler olarak sunulmuştur. Ama şimdi burjuvazinin “global değerleri” tüm uluslar için ortak bir değer haline gelmiştir. Böylece “ulusal sorun”, “global değerler” ya da “çıkarlar” ile “ulusal değerler” ya da “ulusal çıkarlar” arasındaki çelişkide ortaya çıkar. Burada “global değerler”i temsil eden emperyalist burjuvazidir. Emperyalist burjuvazi, kendi çıkarlarını (emperyalizmin çıkarlarını) “ulusal çıkar” olarak uluslara kabul ettirmek zorundadır. Bunu gerçekleştiremediği sürece, ulusal çıkarlarla çatışmak zorunda kalır. Bu da ulusal kurtuluş savaşlarına yol açar.
“Globalizm” (şu ünlü “küreselleşme”) propagandasının tek ve gerçek amacı da bu çatışkıyı ortadan kaldırmaya yöneliktir. Uluslara, ulusal topluluklara, “globalleşen dünya gerçeği” kabul ettirilir. Bu “gerçek” bir kez kabul edildi miydi, “globalleşen dünyanın çıkarları” “ulusal çıkarlar”ın üstünde yer alan “yeni ortak çıkar” olarak kabul edilir. Bu da emperyalist sömürünün yeni tarzda sürdürülmesinin koşullarını yaratır.
Bugün “ulusal devletler çağının sona erdiği”ne yönelik tüm propaganda (ideoloji), emperyalist mali sermayenin her türlü ulusal sınırları aşarak rahatça hareket etmesini sağlamaya yöneliktir. Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliştirilmiş olan “yerli sermaye”nin zararına olan bu gelişme, kaçınılmaz olarak “yerli” sermayenin karşı hareketine yol açar. “Yerli sermaye” (ki hiçbir zaman “milli sermaye”, yani “milli burjuvazi” olmamıştır) yeni-sömürgecilik yöntemleriyle elde ettiği ayrıcalıklarından hemen vazgeçmez, buna karşı belli bir direnç gösterir. Ama baştan emperyalizme bağlı olarak geliştiğinden, bu direnci sadece eski “işbirlikçi payı”nı pazarlık konusu yapmaktan öteye geçmez. Bu “pazarlık”ta “ulus”u yardıma çağırır. Böylece, “ulusalcılar” harekete geçirilir.
Gerçekte, iç dinamikle gelişen bir kapitalizm ve bu kapitalizme dayanan “ulusal/milli” burjuvazi mevcut olmadığından, “ulusalcılar”ın hareketi, özsel değil, biçimsel kalır. “Yerli burjuvazi” sadece “işbirlikçilik payı” üzerinden “direnç” göstermektedir. Dolayısıyla gerçek bir ulusal direnç söz konusu değildir. İşbirlikçilik “payı”nda varılan uzlaşma, zorunlu olarak “ulusalcıları” boşluğa düşürür. “Ulusalcılar”, “yerli” (gerçekte emperyalizmin işbirlikçisi) burjuvazinin çağrısıyla harekete geçtiklerinden, gerçek bir anti-emperyalist temele ve programa sahip değillerdir. “Yerli burjuvazi”nin emperyalizmle “uzlaşması”yla içine düştükleri açmaz, bu kesimlerin pasifize olmasının maddi temelini oluşturur.
Bütün bunlar, “ulusal devletler”in önemsizleştiği “algı”sını (izlenimini) pekiştirir.
Gerçekte, ulusal sorunlar, kapitalizmin gelişme ve yükselme döneminden farklı olarak, doğrudan emperyalizmle, emperyalist sömürüyle bağlantılıdır. Artık, eski tarzda “ezen ve ezilen uluslar” ilişkisi değil, emperyalist sömürü ilişkisi söz konusudur. Bu nedenle, “ulus”u oluşturan toplumun çoğunluğunun “ortak/genel/kolektif çıkarı”, emperyalist çıkarlarla (ki işbirlikçilik düzeyinde “yerli burjuvazi”nin çıkarlarıyla) çatışkı halindedir. Bu da, “ulusal çıkar”ın yeniden tanımlanmasını ve ulusun yeniden biçimlenmesini zorunlu kılmaktadır.
“Mikro milliyetçilik”, “ırkçı milliyetçilik” ya da “ulusalcılık” söylemlerinin yeniden ve yeniden gündeme getirilmesinin arka planında bu yeniden tanımlama zorunluluğu yatmaktadır. Her zaman olduğu gibi, tarihten alınmış eğreti kılıklarla, başkasından alınma sözlerle sahneye çıkılmaktadır.
[1*]
Gerçeklikte, yeni durumla karşı karşıyayız. Artık burjuva anlamda uluslaşmanın, ulusların ve ulusal devletlerin eski anlamı ve önemi kalmamıştır. Emperyalizmi, emperyalist sömürüyü içermeyen ulusal tanımlar işlevsizdir. Günümüzde her ulusal hareket, anti-emperyalist olmaksızın ulusal birliği sağlayamaz ve varedemez. Bu da yeterli değildir. Anti-emperyalist yan anti-kapitalist mücadeleyle birleştirilmek ve kaynaştırılmak zorundadır. Aksi halde her ulusal hareket, emperyalist sermayenin “global çıkarları”nın gerçekleştirilmesinin bir aracı haline gelmekten kurtulamayacaktır.
Bugün “Kürt sorunu” kadar “Türk sorunu”nun da karşı karşıya olduğu olgu budur.
Kürt ulusal hareketi, 17. ve 18. yüzyılda olduğu gibi, iç dinamikle gelişen kapitalist dinamiğe ve “milli burjuvazi”nin “ortak çıkarları”na dayanarak gelişen bir hareket değildir. Uluslaşma süreci, tarihten alınma dil, din, ırk, kabile vb. bağlarına ve çıkarlarına dayanan ve kapitalist gelişmenin getirdiği yeni “ortak çıkarlara” bağlanan bir süreç değildir. Uluslaşma, feodal ya da yarı-feodal kabile/aşiret çıkarlarının “milli burjuvazi” çevresinde ortaklaştırılmasıyla gerçekleşemez. Kapitalist ilişkiler tümüyle yukardan aşağıya, emperyalizme bağımlı ve emperyalizmin çıkarlarına göre gelişmektedir. Oluşacak “ulusal pazar”ın iç dinamikleri mevcut değildir. Tüm “dinamikler”, doğrudan emperyalizme ve emperyalist ilişkilere bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkisi içinde ortaya çıkabilecek tek gelişme, belli küçük-burjuva kesimlerin emperyalizmle, “globalleşen dünya”yla işbirliği içinde “burjuvalaşması”dır. Bu da, ilk dönemde küçük-burjuvazi arasında “ortak payda” olarak görünse de, giderek kimin hangi payı alacağına ilişkin bir ayrışmayı kaçınılmaz kılar. Dil ve kültür üzerinden süregiden “uluslaşma” bu ayrışmayla “klasik” sonucuna ulaşır: Görünüşte ulusal, özde emperyalizmin sömürgesi bir topluluk.
“Ulusal varlık”, sadece ve sadece emperyalizmin çıkarına geldiği sürece vardır ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet ettiği sürece yaşayabilir. “Globalleşen dünya”, ulusal devletler çağının “bittiği” vb. söylemlerle bu gerçeğin üstü örtülebilir.
Türkiye somutluğunda, “Kürt işadamları”, ne gerçek, ne tarihsel anlamda burjuva sınıfını oluşturmamaktadırlar. Bu kesimlerin Kürt ulusal hareketine öncülük yapamayacağı, ulusal birliği sağlayamayacağı zaten bilinen ve görülen gerçektir. Küçük-burjuvazi, yani küçük sermaye, esnaf, tüccar kesimi, sınıfsal niteliği gereği bir ulusal hareketi varedemez ve sürdüremez. Feodal kesimler ise (aşiretler) “feodal milliyetçilik”ten bir adım ötesine geçemezler. Bu nedenle, Kürt ulusal hareketi, her durumda küçük-burjuva aydınlarının öncülüğünde gelişmiştir.
Türkiye Kürdistan’ında gelişen kapitalizm, Türkiye’de emperyalizmin yukardan aşağıya geliştirdiği kapitalizmin bir uzantısıdır. Bugüne kadar emperyalizmin işbirlikçisi Türkiye oligarşisinin işbirlikçilerini üreterek belli kapitalist ilişkiler ortaya çıkmıştır. Bugün bu işbirlikçi kesimler arasında ortaya çıkan durum, işbirlikçinin işbirlikçisi olmaktan çıkarak, doğrudan emperyalizmin işbirlikçisi haline gelmelerini sağlayacak bir durumdur. “Fırsat” olarak görülen de budur.
“KÜRT SORUNU” VE
KÜRT ULUSAL SORUNU
Herşeyden önce Kürt ulusal sorunu ile “Kürt sorunu” arasında ayrım yapmak gerekir.
Dün olduğu gibi bugün de, “Kürt sorunu” olarak sunulan şey, sözcüğün tam ve gerçek anlamında Kürt ulusal sorunudur. Yani Kürt halkının uluslaşması ve ulusal devletine sahip olması sorunudur. Bu nedenle, üretimin çokuluslaşmasının bir sonucu olan “serbest bölgeler”e dayanan “mikro milliyetçilik” ile kesinkes karıştırılmamalıdır.
Kürt ulusal sorunu, bir yanıyla Kürt halkının uluslaşma, ulusal birliği sağlama sorunuyken, diğer yanıyla Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkı sorunudur. Birincisi içsel, ikincisi “dışsal”, yani diğer ulusları ve ulusal devletleri içeren bir süreçtir.
İçsel süreç, iç dinamikle gelişen bir kapitalizmin, dolayısıyla “milli burjuvazinin” olmadığı koşullarda uluslaşmanın ve ulusal birliğin nasıl sağlanacağına ilişkindir. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu “içsel süreç”, ulusun yeniden tanımlanmasıyla ilintilidir. Emperyalist aşamada, burjuvazi devrimci niteliğini yitirmiştir, “kendi devrimini”, yani burjuva demokratik devrimini gerçekleştiremez. Ama uluslaşma, ulusal birlik, burjuva demokratik devrimini zorunlu kılar. Diğer ifadeyle, burjuva demokratik devrimi, aynı zamanda bir halkın uluslaşması ve ulusal birliğini kurması demektir.
Geri-bıraktırılmış ülkelerde gelişen burjuvazi ise, “milli” değil, işbirlikçidir; çıkarları emperyalizmin çıkarlarıyla özdeştir. Bu işbirlikçi burjuvazinin “kendi devrimini” yapamaması bir yana, tüm varlığı emperyalizme bağlıdır. Bu ülkelerde, tarihin kaçınılmaz gerekliliği olarak, demokratik devrimin gerçekleştirilmesi ve tamamlanması sorunu (ulusal sorun), bu işbirlikçi burjuvazinin değil, gerçekten tek devrimci sınıf olan proletaryanın sorunu haline gelmiştir.
Bu ülkelerde demokratik devrim, proletaryanın (işçi sınıfının) öncülüğünde gerçekleştirilmek zorundadır. Bu da, “klasik” anlamda burjuva demokratik devriminden farklı bir bileşime sahiptir. Tam anlamıyla demokratik halk devrimi söz konusudur.
Demokratik halk devrimi, burjuva demokratik devrimden farklı bileşene sahip olduğu gibi, aynı zamanda “tekelci kapitalizme” karşı oluşuyla da farklıdır.
Eski dönemlerde burjuva demokratik devrimi, dışsal olarak, “ezen ulusa” yöneliktir. Bu “ezen ulus”un emperyalist-kapitalist ya da feodal-askeri bir ulus olmasının fazlaca bir önemi yoktu. Önemli olan “ezen ulus”tan ayrılma, ayrı devlet kurma hakkına sahip olmaktı.
Günümüzde ise, sorun bizatihi emperyalizmin kendisidir ve bir bütün olarak emperyalist sömürüdür. Bu içeriğe sahip olmayan her ulusal hareket, sonuçta emperyalist sistemin içinde ve emperyalist sistemin çerçevesinde kalmak durumundadır. Buradan “devrimsel” bir sonuç beklemek (ya da “ummak”) olanaksızdır.
PKK’nin temsil ettiği Kürt ulusal hareketi, başlangıcında yatan temel yanlıştan kaynaklanan ve zaman içinde bu yanlışın “doğrulanmasıyla” gelişen bir süreçte
emperyalist sistem içi bir soruna dönüşmüştür.
Başlangıçtaki temel yanlış, tüm bilimsel saptamalara rağmen, Kürt ulusal hareketinin “ayrı örgütlenme”, yani belli devlet sınırları içindeki her ulustan proletaryanın birleşik örgütlenmesi ve birleşik mücadelesi yerine “ayrı örgütlenme”nin ve “ayrı mücadele”nin kabul edilmesidir. Bunun sonucu olarak da, Türkiye’deki anti-emperyalist ve anti-kapitalist sınıf mücadelesi ayrışmış ve parçalanmıştır. PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadelenin başarısızlığa uğramasının, yani askeri bir zafere ulaşamamasının temel nedeni budur.
“Ayrı örgütlenme”, Kürt ulusal hareketini giderek emperyalist sistem içi bir sorun haline dönüştürürken, çözümünü de emperyalist sistem içinde bulmayı getirmiştir. Bugün gelinen yer burasıdır.
Burada Kürt ulusal sorunu, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek demokratik halk devrimi sorunu olmaktan çıktığı oranda, emperyalist sistem içi sorun haline dönüştüğü ölçüde, tek çözüme sahiptir: Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınması.
Emperyalist sistem içi bir sorun haline dönüştüğü için de, bu “ulusal hak”kın tanınması sorunu, emperyalizmin ve ona bağlı Türkiye’nin sorunu haline dönüşmüştür. “Çözüm” de, doğal ve kaçınılmaz olarak emperyalist sömürü ilişkilerinin “ulusallaştırılması” olarak sonuçlanacaktır.
Emperyalizm, özel olarak da Amerikan emperyalizmi PKK ile kurduğu “örtük” ilişkiler içinde Kürtlerin ayrı bir “ulus” olduklarını ve ayrı bir “ulusal devlete” sahip olmaları gerektiğini kabul etmiştir. Burada emperyalizmin tek “çekincesi”, “konjonktürel durum” ve “bölgesel koşullar”dır. Bu “çekince” “makul” kabul edildiği sürece, Kürt ulusal hareketi ile emperyalizm arasında bir çatışkı ortaya çıkması olanaksızdır.
Böylece Kürt ulusal sorununun mevcut durumu, Türkiye’nin (“Türkler”in ulusal devletinin) Kürt ulusal sorununu kabul etmesi ve buna bağlı olarak Kürt ulusunun kendi kaderini (emperyalist sistem içinde) belirleme hakkını tanıması olarak yalınlaşmaktadır.
Bunun dışındaki her türlü “çözüm” önerileri ya da “projeleri”, sadece geçicilik alanını oluşturur.
Türkiye “devlet sınırları içinde” “Türkler” ile “Kürtler”in birlikte “yaşamaları”nı ve birlikte bir “toplum” oluşturmalarını sağlamanın tek yolu, Kürt ulusunun ayrılma, ayrı devlet kurma hakkının tanınmasıdır.
Kürtler, ulusal birliği sağlamış olsunlar ya da olmasınlar, her durumda, kendi geleceklerine, Türkiye “devlet sınırları” içinde “Türkler”le birlikte yaşayıp yaşamamaya kendileri karar vereceklerdir. Böyle bir karar alabilmeleri için, öncelikle bu kararı almaya haklarının olması gerekir.
Şüphesiz bu “hakka” sahip olunması, aynı zamanda bu “hakkın” tanınmasını gerektirir. Burada kendi kaderini belirleme hakkına sahip olacak taraf “Kürtler” iken, bu hakkı tanıyacak taraf “Türkler”dir. “Kürt sorunu”nun “Türk sorunu yarattığı” tezlerinin kökeni de buradadır.
“Türkler”, “Kürtler”in ya da bir başka halk topluluğunun kendi “devlet sınırları içinde” zorla ve baskıyla tutulmasının demokratik (ve de “insani”) olmadığını, birlikteliğin gönüllülük ve istemsel olması gerektiğini kabul etmelidirler. Bunun yolu da Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkına sahip olmasından geçer.
“Türkler”in, “Kürtler”in bu hakkını tanıdıkları koşullarda, “Kürtler”, kendi özgür iradeleriyle ve demokratik biçimde gerçekleştirilecek bir “halk oylaması”yla nihai kararlarını ortaya koyacaklardır. “Türkler”, Kürt ulusunun bu hakkını tanıdığı ölçüde bu nihai kararı da kabul etmek durumundadır. Nihai kararları “ayrılma”, “ayrı devlet kurma” yönünde olduğu koşullarda, “Türkler”in yapacakları tek şey, bu yeni ulusal devletle eşit ve demokratik ilişkiler kurmaktan ibarettir.
Sorunun geldiği yer, Türkiye halkının Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkını kabul etmesidir. Bunun için “Türk milliyetçiliği”ni yatıştırmak ve etkisizleştirmek için yayılmacı ve fetihçi duyguları körükleyen “çözüm”ler ortaya atmak, feodal tefeci-tüccarların tekelleşme ve büyüme arzularını “yeni pazarlar vaadiyle” karşılamak aldatıcıdır. Doğal olarak “Türkler”, bugün olmazsa, yarın bu aldatmanın farkına varacaklardır. Bu da kanlı bir hesaplaşma sürecini başlatacaktır.
Her şey açık, aleni ve demokratik tarzda yapılmalıdır. Gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya konulmalıdır. Ne “Kürtlerden kurtulmuş Türkiye”nin, ne “genişletilmiş Misak-ı Milli”yle daha “büyük Türkiye”nin daha “zengin” olacağı “algı”larıyla gerçek ve demokratik çözüme ulaşılamaz.
Yinelersek, tek çözüm, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıdır. Elbette bu hakkın tanınması ve Kürt ulusunun bu hakka sahip olması tek başına yeterli değildir. Bu sadece sorunun demokratik biçimde çözümlenmesi için atılacak bir adımdan ibarettir.
Bu ilk adım atıldıktan sonra bir dizi sorun ortadan kalkacağı gibi, yeni bir dizi sorun ortaya çıkacaktır. Örneğin “ana dilde eğitim” sorunu, Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkacak, Kürtlerin “kendi” sorunu haline gelecektir. Ama öte yandan, Türkiye’nin batısında yaşayan ve yerleşik hale gelmiş Kürtlerin ve Türkiye Kürdistan’ında yaşayan ve yerleşik olan Türklerin gelecekleri sorunu ortaya çıkacaktır. “Mübadele” yapılıp yapılmayacağı, yapılacaksa böyle bir “mübadele”nin nasıl bir “toplumsal travma” yaratacağı “yakın geleceğin” sorunu olarak ortaya çıkacaktır.
Yine Kürt ulusunun ayrılma yönünde nihai kararını aldığı koşullarda, Kürt devletinin “ulusal sınırları sorunu” ortaya çıkar. Deniz bağlantısı olmayan bir Kürdistan’ın “deniz bağlantısı talebi” ya da “hesabı” ya da devlet kara sınırlarının nerelerden geçeceği sorunu bir başka çatışma potansiyeline sahip sorunlar durumundadır.
Bu ve benzeri bir dizi yeni sorunun ortaya çıkacağı açıktır. Doğal olarak bu sorunların demokratik ve eşitlik temelinde çözümlenmesi gerekir. Bu da, Kürt ulusal sorununun demokratik olmayan bir yoldan çözümlenmesinin reddedilmesiyle, yani Kürt ulusunun demokratik hakkının, kendi geleceğini belirleme hakkının tanınmasıyla olanaklıdır. Önyargıların, kaygıların aşılmasının tek yolu budur.
ULUSAL SORUNLARIN
DEVRİMCİ ÇÖZÜMÜ
Buraya kadar, genel olarak ulusal sorunlar özel olarak günümüzde Kürt ulusal sorununun emperyalist sistem içi çözümünü ve çelişkilerini ortaya koyduk. Şimdi “sistem dışı”, yani emperyalist “global” sistemin dışında yer alan ve sisteme karşı olan devrimci çözümü ortaya koyalım.
Tarihte ve günümüzde her türlü ulusal sorunun tek gerçek, kalıcı ve demokratik çözümü, anti-emperyalist demokratik halk devrimidir. Bu devrim, ulusları değil, sınıfları, yani tarihin tek itici gücünü esas alır. Bu yönüyle ulusları aşar, uluslara ilişkin sorunları ikincil hale getirir.
Bu demokratik halk devrimi, sosyalist devrime ve oradan da sınıfsız topluma doğru giden bir sürecin ilk halkasıdır. Bu, insanlık tarihinin bugüne kadar geliştirdiği ve olgunlaştırdığı tüm demokratik hak ve özgürlüklerin tanındığı, bu hak ve özgürlükleri sınırlayan ve engelleyen ulusal ve uluslararası tüm bağların ortadan kaldırıldığı, ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin tasfiye edildiği, kolektif mülkiyetin ve üretimin gerçekleştirildiği, eğitimin demokratikleştirildiği ve feodal/yarı-feodal üretim ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı bir ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenin kurulmasıdır.
Sadece bu ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenle, ırk, dil, din, cinsiyet vb. ayrımlar yapılmaksızın tüm insanların eşit haklara sahip “yurttaşlar” haline gelmesi sağlanabilir.
Bunun yolu, verili bir “coğrafya”da, yani bir ülkede, proletaryanın öncülüğünde tüm uluslardan ve ulusal topluluklardan insanların birlikte mücadelesinden geçer. Bu birleşik ve birlikte mücadele, her türlü ulusal önyargıların aşıldığı, ortak değerlerin yaratıldığı bir süreç ortaya çıkarır. Uğruna ölmenin bile göze alındığı “ortak çıkarlar” ve “yüce amaçlar” için yürütülen mücadelenin yaratacağı yeni birlik, insanlığın nihai kurtuluşunun parçası olacaktır.
Bu, kısa ve orta dönemde, emperyalist sömürünün ve sömürücü sınıflar egemenliğinin sona erdirilmesi, insanların özgürleşmesi ve ekonomik gelişmenin sağlanması demektir.
Ulusal ya da başka “bağlar”la birbirinden koparılmış ya da birbirlerine düşman edilmiş sınıf bireylerinin ortak mücadelesi, sömürülen sınıfların kendisi-için-sınıf olmalarını sağlayacaktır.
Bu mücadele sınıfsal mücadeledir, sınıfın tüm bireylerinin birliğini sağlar. Onun anti-emperyalist niteliği, yani ulusal niteliği içeriği bakımından değil, “
Komünist Manifesto’nun dediği gibi,
biçim bakımından ulusal”dır. Bu yeni bir ulusal birliktir. İnsanlık tarihinin yeni bir evresini temsil eder.
Bu yeni toplum, tüm insanların eşit ve özgür birliğidir. Bu özgür birlikte, herşey kolektif olarak kararlaştırılır ve yapılır. Bugün için “büyük” sorun gibi görünen, örneğin “ana dilde eğitim” gibi sorunlar, eşit ve özgür yurttaşların ortak ve kolektif kararıyla çözülür; eğitim sistemi eşit ve özgür bireylerin kararlaştırdığı bir “müfredata” sahip olur. Hangi dilin kullanılacağını “pazar ilişkileri” değil, eşit ve özgür bireylerin oluşturduğu toplumsal ilişkiler belirler.
Ulusal çatışmaların aşılmasının tek ve kalıcı çözümü budur. Böyle bir çözüm koşullarında, eşit ve özgür yurttaşların birliği için, “bin yıllık islamiyet”ten, “Çanakkale’de birlikte savaştık”, “Kurtuluş Savaşını birlikte verdik” türünden tarihsel “menkıbeler” uydurmaya kalkışılmayacaktır. Onların her türlü sömürüye karşı ortak mücadelesi, ortak bir tarih yaratacak ve bu ortak tarih üzerinde ortak bir gelecek kurulacaktır.
Dipnot
[1*] Marks şöyle yazar: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un, kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.” (Marks, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar I, s. 476-477.)