2013 Nevroz’una “damgasını vuran”, şüphesiz A. Öcalan’ın “İmralı”dan gönderdiği “mesaj” oldu. Yeni dönem “İmralı ziyaretleri”nin “Görüşme Notları”nın basına sızmasıyla birlikte başlayan beklentiler de bu mesajla “zirve” yaptı.
22 Mart tarihli gazeteler, hemen hepsi, “Silahlara Veda”, “Silah Devri Bitti”yle başlayan “Barış Zamanı”yla sona eren manşetlerle çıktı. Böylece A. Öcalan’ın “beklenen mesajı” Diyarbakır’daki Nevroz’u zafer şenliğine dönüştürürken, İmralı’da hangi pazarlıkların yapıldığı ve nasıl sonuçlanacağına ilişkin belirsizlikler pek önemsenmedi. Yine de bu “İmralı süreci”nin nereye gideceği ve nelere yol açacağı köşe yazılarında satır aralarında ifade edilmeye çalışıldı.
Kimileri (“endişeli aydınlar”), 35-40 bin kişinin ölümüne yol açan otuz yıllık Kürt silahlı mücadelesiyle “barış”ın böylesine kolayca, İmralı cezaevinde MİT’le yapılan görüşmelerle sağlanabileceğine kuşkuyla yaklaştılar. Doğal olarak da, Recep Tayyip Erdoğan ve “kurmay heyeti”nin (“mehteran takımı”) “İmralı müzakereleri”yle ülkenin bölünmesine yol açabilecek bir “gizli pazarlığın” yapıldığını düşündüler.
Bir başka kesim (“neo-liberaller”), yıllardır propagandasını yaptıkları “barış”ın böylesine “kolayca” gerçekleşebileceğinden “endişe ve kuşku”ya kapıldılar. Doğal olarak da, “endişeli aydınlar” gibi konuşmaya, yazmaya başladılar.
“İş dünyası”, yani A. Öcalan’ın “tezler”inde ve “Newroz mesajı”nda “kötülüklerin anası” olarak gördüğü “kapitalist modernite”nin bizatihi kendisi, fazlaca ortalıkta görünmemeye çalıştı. Kendi adlarına konuşan tüccar-tacir kırmaları (“ticaret erbabı”), bu “barış”la “Türkiye’nin uçacağı”nı en yüksek perdeden seslendirdiler.[1*]
Bu manzara-i umumiye karşısında, A. Öcalan’ın “Newroz mesajı”nı “madde madde” ele alıp, 30 yılda PKK’nin “katettiği” yolu (bir kez daha) göstermek pekala mümkündür. Ve yine gelinen yerde, Kürt ulusal hareketinin “ulusal” niteliğini tümüyle yitirdiğinden söz etmek de olanaklıdır. Tüm bunlar PKK hareketinin tarihini ve evrimini bilmeyen “yeni kuşaklar” açısından belli bir öneme de sahiptir. Ancak bütün bunlar gelinen aşamayı ve olası gelişmeleri açıklamaya yetmeyecektir.
Temel soru, PKK’nin 30 yıllık gerilla savaşının başlangıçta ilan edilen amaçlarına neden ulaşamadığı ya da bugün, AKP eliyle PKK’nin “meşrulaşması” ve “Kürt realitesinin” yarı-resmi kabul edilmesi de değildir.
Temel soru, PKK’nin terminolojisiyle “devrimci halk savaşı”nın “stratejik denge aşaması” olarak yorumlanabilecek bir evresinde “nihai sonuca” ulaşılmışçasına bir değişimin neden ortaya çıktığı ve nasıl bir evrilme göstereceğidir.
Bu sorunun tam ve doğru olarak ortaya konulabilmesi ve yanıtlanabilmesi için bir kez daha 30 yıl kadar öncesine gitmek gerekmektedir.
15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonraki 5-6 yıl içinde PKK belli başarılar elde etmişse de, “iç ve dış komplolar” ve verilen ağır kayıplarla (A. Öcalan’ın 1995 kongresinde yaptığı konuşmanın sözleriyle) “yok olma” noktasına gelmişken, birden, “neo-liberalizm”in ve “köşe dönmeciliğin” (pragmatizmin) Türkiye temsilcisi Turgut Özal’ın Kürt sorununu “çözme yolu”na ilişkin “fikirleri” ortaya atıldı. Tarih 1991’di.
1991 yılı, Sovyetler Birliği’nin dağıtıldığı, Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırdığı (Mart 1991) ve ardından 36. paralelin kuzeyini “uçuşa yasak bölge” ilan ettiği (Nisan 1991) yıldır.
Sovyetler Birliği’nin “yeni pazar” olarak emperyalist ülkeler arasında paylaşılması ve Irak üzerinden Ortadoğu petrollerinin denetim altına alınmaya çalışılması 1991 yılında başlayan ve günümüze kadar süren yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur.
Bu yeni süreç, Turgut Özal’ın temsil ettiği Türkiye egemen sınıfları tarafından “tarihsel fırsat” olarak görülmüştür. Turgut Özal’ın amiyane deyişiyle, “bir koyup üç alma” zamanıdır. Bunun yolunun da, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya ilişkin plan ve girişimlerinin içinde yer almaktan geçtiği düşünülmüştür. Turgut Özal büyük gayretle Amerikan emperyalizminin Irak saldırısına katılmaya çalışmış, ancak “zamanın” Genelkurmay Başkanı’nın istifasıyla bu “murat”ına erememiştir.
Ve temel sorun, işte bu “murat”ta yatmaktadır.
“Murat”, geniş anlamda, Sovyetler Birliği’nin paylaşılmasından pay kapmak (“Türki cumhuriyetler”) ve Irak petrollerine ortak (“küçük ortak”) olmaktır.
12 Eylül’den sonra işlevsiz ve işsiz kalan MHP’li faşist milisler ile “Fethullah hoca” cemaati aracılığıyla Türki cumhuriyetlerde “nüfuz alanları” oluşturmaya çalışılırken, Irak’taki gelişmelerde yer kapmak ve “rol” almak için “tarihsel haklar”dan söz edilmeye başlanmıştır.
Azerbaycan’da MHP’li faşist milis artıklarıyla yapılmaya çalışılan darbe başarısızlığa uğramıştır. Böylece geriye Irak’tan, yani Irak petrolünden “pay kapma” kalmıştır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, “müslümanlık” ve “Misak-ı Milli” konuşulmaya başlanmıştır.
Zaten “Musul eski Osmanlı eyaleti”dir. Zaten “Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırların içindedir”. “Zaten” İngiltere’yle 5 Haziran 1926’da yapılan Musul anlaşması “bir dayatma” sonucu imzalanmıştır. Dolayısıyla Kuzey Irak’ta (Musul-Kerkük) “tarihsel haklarımız” vardır. “Şimdi”, yani I. Körfez Savaşı sonrasında “uçuşa yasak bölge” ilan edilen 36. paralelin kuzeyindeki “tarihsel haklarımızı” dile getirmenin tam zamanıdır!
Turgut Özal’ın “kafasındaki plan”, eski Osmanlı ahalisi olan “bu bölge”de yaşayan Kürtlerle bir “federasyon”a gitmek ve bu yolla Musul-Kerkük petrollerine sahip olmaktır. “Öyleyse” denilmiştir, “Kürt sorunu”nu ve PKK “terörünü” bitirmenin yolu buradan geçmektedir.
Turgut Özal “kafasındaki bu planı” uygulayabilmek için, “Ortadoğu uzmanı” olarak “lanse” edilen Cengiz Çandar’ı Mesut Barzani’yle “gizli görüşmeler” yapmak için görevlendirmiştir. Bir süre sonra bu “görüşme” trafiğine Hasan Cemal ve M. Ali Birand da “dahl”[2*] edilmiştir. Bunların “gazeteci” kimlikleri sayesinde “gizli görüşmeler” kamufle edilmiştir.
Bu “arabulucu gazeteciler”in yanında, Turkish Daily News gazetesinin sahibi İlknur Çevik[3*] de Süleyman Demirel’in “özel temsilcisi” olarak hükümet-Barzani görüşmelerinin “koordinatörü” olarak devreye sokulmuştur.
“Plan”, “kervan yolda düzülür” alışkanlığıyla zaman içinde geliştirilmiştir.
Bu “plan”a göre, Amerikan emperyalizmi uzun süre bu bölgede kalamayacaktır. Dolayısıyla Amerika bölgeden çekildiğinde Kuzey Irak’taki “Kürt yerel yönetimi” Saddam karşısında korumasız ve savunmasız kalacaktır. Türkiye, “büyük abi” olarak, “tarihten gelen” bağlara dayanarak Kuzey Irak’taki Kürt yönetimine “hamilik” yapacaktır. Bu “hamilik”, Kuzey Irak’taki Kürt yerel yönetimini “Türkiye federasyonu” çerçevesinde Türkiye’ye bağlayarak Musul-Kerkük petrollerine el koymayı sağlayacaktır.
Petrol “yoksulu” olan ve döviz gelirlerinin büyük bölümünü petrole harcayan Türkiye, Musul-Kerkük petrolüyle “ihya” olacak ve Ortadoğu’nun “süper bölgesel gücü” haline gelecektir. Özcesi Türkiye “uçacak”tır!
Böylece Cengiz Çandar, Hasan Cemal, M. Ali Birand ve İlknur Çevik’in aracılığıyla yapılan görüşmeler sonucunda Mesut Barzani belli ölçülerde “ikna” edilmiştir. Barzani de, “iyi niyetinin ifadesi” olarak Türk ordusuyla birlikte PKK’ye yönelik operasyonlara peşmergelerin katılmasını sağlamıştır.
PKK, bu gelişmeler karşısında “köşeye sıkışmış”tır. Bu aşamada Talabani’nin devreye girmesiyle ateş-kes ilan ederek (15 Mart 1993) , Turgut Özal’ın Kuzey Irak’a yönelik “federatif çözüm planı”na dahil olmuştur.
Şüphesiz Turgut Özal’ın bu planı, o dönemde SHP ile koalisyon yaparak başbakan olan Süleyman Demirel tarafından da “uygun” görülmüştür. Günümüzün söylemiyle, Turgut Özal’ın “planı” bir “devlet politikası” haline gelmiştir.
Ardından 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 askerin öldürülmesi ve Turgut Özal’ın “vefatı” “yol kazası”na yol açmıştır. “Plan” uygulanamamıştır.
Gerçekte ise, “yol kazası” denilebilecek tek şey, Amerikan emperyalizminin “Çekiç Güç”le yürüttüğü “uçuşa yasak bölge” yoluyla Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin “hamiliğini” uzun süre sürdürmeye yönelmesidir. Bunun üzerine Mesut Barzani “gazeteciler”le yapılan görüşmelerden çekilmiştir. Bu da “plan”ın rafa kaldırılmasına yol açmıştır.
“Plan” rafa kaldırılmış da olsa, bir kez “devlet politikası” haline getirilmiş olduğundan varlığını korumuştur.
TÜSİAD, bu “planı” “yeni kuşaklara” benimsetme misyonuyla 2002 yılında hazırlattığı “Coğrafya” kitabıyla bu “plan”ın “fikr-i takipçisi” olmayı sürdürmüştür.
TÜSİAD’ın “Coğrafya” kitabında Türkiye, “Yeni Bir Jeopolitik Bölgesel Güç Odağı” olarak tanımlanmaktadır.
“Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması sonucu Batı ile bağları temelde ortak güvenlik çıkarlarına dayanan Türkiye’nin, özellikle Avrupa için jeopolitik öneminin azaldığı düşünülmüştür. Bu düşüncenin gerçekçi olmadığı,1991’deki ilk Körfez Savaşı sırasında görüldü. Irak’ın Kuveyt’i işgali Batı için yaşamsal öneme sahip enerji kaynaklarını tehlikeye sokmuştu. Bu savaş Avrupa için Türkiye ile bağların önemini ortaya koymuştur.
Krizle birlikte, Kuveyt’i işgal ve ilhak eden Irak’a karşı Türkiye’nin izlediği aktif dış politika ile Türk dış politikasının temel prensiplerinden biri olarak görülen Araplar arası sorunlarda tarafsız kalınması ilkesi terk edilmiştir. Irak ile ortak sınıra sahip tek NATO üyesi olan Türkiye, kriz boyunca uluslararası çevrelerde adından sıkça söz edilen bir ülke olmuştur.
Ortadoğu’da Türkiye, en ciddi rekabeti komşusu İran ile yaşamaktadır. Türkiye ve İran özellikle Orta Asya coğrafyasında nüfuz mücadelesi vermektedir. Ayrıca Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gazının ulaşımı için de İran alternatif güzergâhlar önermektedir.”[4*] (abç)
“Yeni kuşakları” koşullamaya yönelik bu “fikr-i takip” Amerikan emperyalizminin Saddam (Baas) yönetimini devirmek için Irak’ı işgale hazırlanmasıyla birlikte bir kez daha “kuvveden fiile” geçmiştir. TÜSİAD’ın sözcülüğünü yaptığı oligarşik yönetim Irak işgalinin “yeni bir fırsat” yarattığını düşünerek işgale “dahl” olunmasını istemiştir. Ancak “herkesin malumu” olan 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesi heveslerin kursakta kalmasına yol açmıştır. O günlerde de çok iyi bilindiği gibi, bu gelişmenin arka planında TSK’nın
bu politikaya karşı çıkması belirleyici olmuştur. Böylece Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle ortaya çıktığı düşünülen “fırsat” heba olmuş ve TÜSİAD’ın “
Coğrafya” kitabının sözleriyle, eski “Türk dış politika prensibine” geri dönülmek zorunda kalınmıştır. (Bu “karşıtlar”, “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarıyla ordudan tasfiye edilmişlerdir.)
Bu durumu Sakıp Sabancı 22 Mart 2003’te yaptığı açıklamada şöyle ifade etmiştir:
“Talih kuşu omuzumuza kondu, biz burada bağırdık haykırdık, kış kış kış, kuşu uçurttuk.”
Ardından 26 Mart 2003 günü TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ne olduğunu ve ne yapılması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
“Zaman geçtikçe, on yılların yerleşik siyaset ve yönetim anlayışına teslimiyet eğilimi güçlenmeye başladı. Sonunda Türkiye her konuda kendini köşeye sıkışmış buldu.
Bundan sonra, Irak Savaşı kapsamında ne tür bir işbirliğine girilirse girilsin, ABD ile ilişkilerimizin normalizasyonu, 1974 Silah Ambargosu’nu izleyen dönemden bile daha uzun zaman alacaktır. Özellikle Kongre nezdinde, Türkiye karşıtı lobilerin etkinliğinin artması, Bakü-Ceyhan boru hattının geleceği, Türk firmalarının ABD pazarlarında karşılaşacağı engeller gibi konuların gündeme gelmesi sürpriz olarak görülmemelidir.
Türkiye’nin yerleşik siyasi yönetim anlayışı, zaman zaman kapalı bir toplumun siyaset, ekonomi ve dış politika anlayışının etkisi altına girmektedir. Bu anlayış, yüzyılımızın gereklerine uygun bir ulusal çıkar tarifi yapmak yerine, geçen yüzyılın anılarıyla beslenen bir ulusçuluğu rehber edinebilmektedir. Tarihsel nedenlerle iç tehditlere odaklanan bir ulusal güvenlik anlayışı yüzünden, uluslararası krizleri okumakta zorluk çekebilmektedir. Ülke içi iktidar dengelerine, dünya dengelerinden daha fazla konsantre olduğundan, uluslararası ilişkilerde gerçekçi çözümler üretmekten uzaklaşabilmektedir.” (abç)
Amerikan emperyalizminin “planı” (popüler söylemle “Büyük Ortadoğu Projesi”) çerçevesinde TÜSİAD’ın dile getirdiği “jeo-politik bölgesel güç” “planı” giderek “devlet içinde” farklılaşmaya ve ayrışmaya yol açmıştır.
Bu “plan” ya da “jeo-politik bölgesel güç” olma hesapları değişik biçimlerde “teorize” edilmeye çalışılmıştır.
Birinci teorikleştirme girişimi, doğrudan “neo-liberal solcular” aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Bunun “medya”daki temsilcileri, Cengiz Çandar vb.’lere ek olarak Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut ve İsmet Berkan olmuştur. E. Özkök ve S. Turgut’un “teorikleştirme” çabaları “popülist” düzeyde kalırken, İsmet Berkan’ın girişimi daha “akademik” görünüm içinde olmuştur.
“Teori” basit ve sıradandır: Türkiye, Turgut Özal döneminde kalınan yerden başlanarak Kuzey Irak’taki Barzani yönetimiyle “iyi ve sıcak ilişkiler” geliştirecek, onların “güvenini” kazanacak ve ardından Barzani yönetimini (ya da “Güney Kürdistan”ı) Araplardan ve “Farsi”lerden gelecek tehditlere karşı korumayı taahhüt edecektir. Bu taahhüt çerçevesinde Türkiye’deki “Kürt sorunu” belli bir “çözüme” kavuşturularak “federatif” ya da “konfederatif” temelde Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması sağlanacaktır.
Burada “jeo-politik bölgesel güç”ün ikinci “teorikleştirme” girişimi işin içine girmektedir: “
Osmanlıcılık” ya da “
ümmetçilik” (neo-liberal solcu “jargonunda” “İ
slam Enternasyonalizmi”).
Bu “teorikleştirme”nin temel savı, bu “coğrafya”da bin yıllık Osmanlı yönetimi “islamiyet” temelinde herkesi “birlik” içinde tutmuştur. 19. yüzyılda yayılan “milliyetçilik” bu “kardeşlik bağı”nı yok etmiştir. “Türkler”in gücü ve “Kürtler”in petrolü vardır. Bu iki öğe “
islamiyet”
temelinde bir araya getirilebilirse Türkiye tartışmasız “bölgesel güç” olacaktır!
Birinci “teorize” etme çabası “kozmopolitizm”e dayanırken, ikincisi “kozmopolitizm”in dinsel versiyonu olan “ümmetçiliğe” dayanmaktadır. Bu açıdan ikisi karşıt “teoriler” değil, birleşik “teori”lerdir.
Doğal olarak bu “teorikleştirme”ler, TÜSİAD’ın “
Coğrafya” kitabında dile getirildiği gibi, İran “faktörü”ne gelip dayanmaktadır. Bu da ikinci bir ortak payda oluşturmaktadır.
Birincisine göre (“neo-liberal” teori), İran’daki “molla rejimi” çağdışıdır, radikaldir ve Batı uygarlığının değerlerini tehdit etmektedir. İkincisine göre ise, İran, “şii”liğiyle “ezelden ebede” “sünni” Türkiye’nin düşmanıdır.
Böylece Türkiye’nin “bölgesel güç” olmasına yönelik iki “teorikleştirme” çabası İran konusunda da ortaklaşmaktadır.
Dahası, “Şii Irak Arapları”, her durumda “Şii İran Farsileri”yle ortak hareket edecektir. Dolayısıyla da Arap-Kürt çatışmasında İran ile Araplar arasında ittifak kurulması büyük olasılıktır. Bu yüzden de, Kürtlerin “bölgesel dostu” “sünni Türkler” olacaktır.
Burada “milliyetçi” ve “ulusalcı” kesimler de işin içine “dahl” olmaktadırlar. Bunların “dahl” olması, bir yanıyla “Türk-İslam Sentezi”ne (“milliyetçiler”), diğer yanıyla
Misak-ı Milli’ye (“ulusalcılar”) dayandırılmaktadır. Ne de olsa Musul-Kerkük
Misak-ı Milli sınırları içindedir. Bu da “doğal hak” oluşturmaktadır! Bu “doğal hak” “kuvveden fiile” geçirildiğinde Türkiye’nin petrol kaynaklarına sahip olacağı “açık”tır. Bu da “milliyetçi” ya da “ulusalcı” Türkiye’yi “uçurur”!
Üçüncü “teori” ise, Türkiye’nin Amerikan emperyalizmi tarafından “alt-emperyalist” bir ülke haline getirilmek istendiğidir. 1970’lerden kalma bu teorik yaklaşım, gelişen olaylarla “
update” edilmektedir.
İşte Ahmet Türk’ün A. Öcalan’ın “Newroz mesajı” üzerine söylediği, “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik. Bizi de anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız.” sözünde ifadesini bulan “fırsat”, “bölgesel güç” arzusunun teorikleştirilmesinin ürünüdür.
Bu “fırsat” A. Öcalan’ın “Newroz mesajı”nda şöyle ifadesini bulmaktadır:
“Kapitalist moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum.”
TÜSİAD’ın “jeo-politik bölgesel güç odağı” “planı”, A. Öcalan’ın dilinde “iki stratejik güç” olarak ifade edilmektedir. Türkler ile tüm-Kürtlerin federatif ya da “gevşek konfederatif” bir yapı içinde birleşmeleriyle böyle bir gücün ortaya çıkabileceği kabul edilmektedir.
Özetle: “Kürt sorunu”nun çözümü,
Misak-ı Milli sınırları içinde Türkler ile tüm-Kürtlerin “ortak” bir devlet içinde bir araya geldiklerinde, Musul-Kerkük petrolünden kaynaklanan “büyük” bir ekonomik potansiyel ortaya çıkacak ve bu potansiyel sayesinde bu “ortak güç”, Ortadoğu’nun “bölgesel gücü” haline gelecektir. Ekonomi büyüyecek, gelir düzeyi yükselecek ve halkın “refahı” artacaktır. Bunun için yapılması gereken tek şey, “Kürt sorunu”nu çözmektir.
İşte bu “hülya”, Ahmet Türk ve A. Öcalan için bir “fırsat”tır. Zaten işin içinde ABD vardır ve “açılım”lar ABD’nin dayatmasıyla yapılmıştır. Şimdi yine ABD’nin desteğinde “bölgesel güç” olma arzuları kabartılmıştır. “Türkler”in “ayranı” böylesine kabarmışken bundan yararlanmamak aptallık olur!
İkinci olarak, aynı mantık içinde, ABD Ortadoğu’yu yeniden “dizayn” ederken, Türkiye’nin “himayesinde” bir Kürdistan kurmayı da hedeflemektedir. Bu da hem bağımsız bir Kürdistan’ın doğumunu, hem de tüm-Kürtlerin birliğini sağlayacaktır. Bunun için tek yapmaları gereken şey AKP’nin “bölgesel güç” hayalini kabul etmektir!
Üçüncü olarak, AKP “köşeye sıkışmıştır”. ABD’nin her türlü dayatması karşısında çaresizdir. İktidarda kalabilmek için ABD’nin isteklerini yerine getirmek zorundadır. Amacı ne olursa olsun ABD “Kürt sorununu çöz” diye emretmiştir. AKP de çaresiz bunu kabul edecektir. Bu da tüm-Kürtler için bir “fırsat” demektir.
Elbette bu durum AKP ve Recep Tayyip Erdoğan için de bir “fırsat”tır. ABD’nin “projesi” kendi “neo-osmanlıcı” tezlerine denk düşmektedir. Öyleyse bu “fırsat” kaçırılamaz!
Şüphesiz bu “durum” oligarşi için yalın bir “fırsat” değildir. Baştan emperyalizme bağımlı olarak varolduğundan, emperyalizmin “pazar sorunu” ve “enerji kaynaklarını denetime alması”nın da kendi çıkarına olduğunu bilmektedir. Sakıp Sabancı’nın sözleriyle, iki kez (1991 Körfez Savaşı ve 2003 Irak işgali) “kuşa kış kış” denmiştir. AKP eliyle bu “karşıtlar” tasfiye edilmiş ve etkisizleştirilmiştir. Bu açıdan, Amerikan emperyalizminin “planı” doğrultusunda hareket eden bir AKP iktidarı koşullarında “bölgesel güç misyonu”nu yerine getirebilecektir. Koşullar yeterince olgunlaşmıştır. Bu açıdan oligarşinin “taraflara” tavsiyesi, bu “fırsatı” kaçırmamalarıdır!
BÖLGESEL “BARIŞ” İÇİN
TARİHSEL FIRSAT MI?
YOKSA BÖLGESEL SAVAŞIN HAZIRLIĞI MI?
Bu plan ve projelerin maddi temeli, Türkiye’nin dışa bağımlı bir ekonomik yapıya sahip olmasıdır. Dışa bağımlı, yani emperyalizme bağımlı bir ülkede “yerli sermaye” ya da “milli sermaye” oluşumu ve birikimi söz konusu değildir. Dışa bağımlılık nedeniyle sürekli ödemeler dengesi açığı (cari açık) verilmektedir. Ödemeler dengesi açığını kapatmak ve yeni yatırımlar için “kaynaklar” sadece dış borçlanmayla sağlanabilmektedir. Ödemeler dengesi açığında petrol ve doğal gaz ithalatı belirleyici bir yere sahiptir. Petrol ve doğal gaz ithalat harcamaları ortadan kaldırılabilinirse, dış ödemeler dengesi açığının
finansmanı da, yeni yatırımlar için gerekli
sermaye birikiminin de sağlanabileceği varsayılır.
2012 verilerine göre, Türkiye’nin toplam ithalatı 236 milyar dolardır ve bunun 60 milyar dolarlık bölümü (%25) petrol ve doğal gaz ithalatıdır. Cari açığın da yaklaşık 60 milyar dolar olduğu hesaba katılınca, Musul-Kerkük petrollerinin anlamı ve önemi çok daha açık hale gelir.
PKK “terörü” nedeniyle 30 yılda 200 milyar dolar “harcama” yapıldığı ve bu harcamalar olmasaydı şu kadar köprü, şu kadar okul vs. yapılabilirdi türünden “hesaplar” da gözönüne alındığında, yıllık 60 milyar dolarlık bir petrol “geliri”nin Türkiye’yi nasıl “uçuracağı”na ilişkin “senaryolar” yazmak çok kolaydır.
Dış ödemeler açığı ile iç sermaye açığının kaçınılmaz oluşunun tek nedeninin dışa bağımlılık, yani emperyalizme bağımlılık olduğu bir yana bırakılınca, bu türden hesaplar ve senaryolar ortalıkta uçuşabilmektedir.
Göz kamaştırıcı bir tablo ile yüzyüzeyiz: 2012 verileriyle, yıllık olarak 60 milyar dolarlık bir “gelir” Musul-Kerkük petrolleri sayesinde “doğal” biçimde sağlanacaktır! Kuzey Irak ve Suriye Kürtlerinin “dahli”yle birlikte 80-85 milyonluk bir nüfusa sahip “iç pazar” ortaya çıkacaktır. Bu “iç pazara” yönelik yıllık 60 milyar dolarlık sermaye yatırımı yapılabilecek, ekonomi hızla büyüyecek ve güçlenecektir. “Bölgesel-stratejik güç” olarak gelişen ekonominin Ortadoğu pazarlarına girmesi sağlanacaktır.. Bu pazarlardan elde edilecek ihracat gelirleriyle ekonomi birkaç misli daha büyüyecektir... ve böylece 2023, hatta 2071’de Türkiye “dünyanın önde gelen süper güçlerinden biri” haline bile gelebilecektir! Bu “popüler lider”, Ortadoğu’nun “müslüman halkları”nı kolayca bir araya getirebilecek ve Ortadoğu “barışı” ihsas edilecektir! Bu “barış” ortamında da ekonomiler “tıkır tıkır” çalışacak, büyüyecek ve “refah toplumu” ortaya çıkacaktır! Yeter ki “Ortadoğu’nun iki stratejik gücü” bir araya gelebilsin!
Tarih, insanlık, bilim vb. şeyler
bir yana bırakıldığında, böylesi “hayal-i cihan”larla çocuklara “peri masalları” anlatmak ve bu masallarla onları uyutmak şüphesiz mümkündür. Ama herşey öyle hayal edildiği gibi “tıkır tıkır” yolunda gitmezse ne olacaktır? “Medya”nın iddia ettiği gibi, Ortadoğu’nun “müslüman ahalisi” varsayıldığı gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın “kurtarıcılığını” beklemiyorsa ve buna karşı “milli direniş” başlatırlarsa ne olacaktır? Petrol gelirlerine “milli/ulusal” bir petrol şirketi tarafından değil de, ABD kökenli çokuluslu petrol şirketleri tarafından el konulursa ne yapılacaktır? Ekonomik gelişme emperyalist ülkelerden yapılan ithalatı en aza indirecek boyutta gelişirse, yani ithal ürünler iç/yerli üretimle karşılanırsa, emperyalizmin “pazar sorunu”na ilişkin girişimleri ve yaptırımları karşısında ne yapılabilecektir?
Bu ve benzeri onlarca soru ve olasılık ortaya konulabilir. Bunların sayısı ne kadar çok olursa olsun, sonuçta, emperyalizmin (tekelci kapitalizmin) varlığını ve egemenliğini sürdürdüğü bir dünyada, emperyalizmden bağımsız ekonomik, siyasal ve askeri bir gelişme sağlanıp sağlanamayacağı sorusu temel soru olarak kalmayı sürdürecektir.
Emperyalizm gibi, kapitalizm gibi (A. Öcalan söylemiyle, “kapitalist modernite”) olgular bir yana bırakılırsa (ki bu ancak soyutta ve hayal dünyasında böyledir), elde kalan tek şey “cihan şümul” bir “imparatorluk”tan başka bir şey değildir. Bu “imparatorluğun” “iki stratejik güç”ün “imparatorluğu”, yani Türk ve tüm-Kürtlerin “imparatorluğu” olmasının burada hiçbir önemi yoktur. Asıl olan “cihan şümul imparatorluk” kurulmasıdır.
Bu da “neo-osmanlıcılık” hayalinden başka bir şey değildir.
Bugün söylenen, böyle bir “hayal”in
gerçekleşebileceği iddiasıdır.
TÜSİAD’ın “Coğrafya” kitabıyla, “medya teorisyenleri”nin propagandalarıyla, AKP’nin “neo-osmanlıcı” tezleriyle topluma benimsetilmeye çalışılan bu “cihan-ı şümul hayal”, tarihteki tüm saldırganlığın ve fetihlerin “popülist” gerekçelerinin başında yer alır.
Yunanlıların 1919’da Anadolu’yu feth etmek için İzmir’e asker çıkartırken dayandıkları “tez”, “Büyük Helen İmparatorluğu” (“Pan-Helenizm”) olmuştur. Bu “hayal”, yoksul Yunan köylüsünde “vaat edilmiş topraklar”a sahip olma arzusu yaratmış ve istila ordusunda isteyerek yer almalarını sağlamıştır. A. Öcalan’ın sözleriyle, “... yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin
öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı”, yoksul Yunan köylülerini etkisi altına alan Yunan
şovenizminin saldırganlığına karşı verilmiştir.
Tarihin gösterdiği en büyük gerçeklerden birisi de, gerek kapitalizmin gelişiminin, gerekse sömürgeciliğin (toprak ilhakları vb.) halkların ve ulusların uyanışına yol açtığıdır. Anadolu kurtuluş hareketi de böyle bir uyanışın ifadesi olmuştur. Dolayısıyla “Ortadoğu”nun ekonomik, politik ve askeri “bölgesel gücü”, ne kadar çarpıtılırsa çarpıtılsın, her durumda Ortadoğu halklarının uyanışına ve direnişine yol açacaktır. Bu durum tüm-Kürtler için de geçerlidir.
Çok açıktır ki, kendilerinin sahip olduklarını kabul edecekleri petrol kaynaklarını bir başkalarıyla (burada söz konusu olan eski dönemdeki İngiliz ve Fransız sömürgeciliği ya da Türkler olmasının hiçbir önemi yoktur) paylaşmaları için öznel bir neden yoktur. Sadece “zor”lamayla kendi öz kaynaklarını başkalarıyla paylaşmaya zorlananabilirler.
Bu durum petrol gibi doğal kaynaklara sahip olmayan halklar için de geçerlidir. Onların ulusal uyanışı ve ulusal direnişi, başkalarının kendi sırtlarından kâr sağlayabileceği “dış pazar” haline getirilmelerine karşı bir uyanış ve direniştir.
Tarihin diyalektiği budur.
Yine de tarihin diyalektiği ve tarihsel gerçekler bir yana bırakılarak belli “hayaller”, “planlar” ya da “ütopyalar” ortaya atılabilir. Ve bazı halklar bu “hayaller”in peşine takılarak, kendileri için daha iyi bir yaşamın oluşabileceğine inandırılabilirler. Hatta kendileri sayesinde “bölgeye” barış ve kardeşlik getirdiğini bile düşünebilirler. (Her tüccar, ticaret yoluyla ülkeler ve halklar arasında “barış ve kardeşlik bağı” oluşturduğunu düşünür.) Emperyalizmin teorisyenleri de, emperyalizm yoluyla “vahşi ve barbar halklara medeniyet götürdüklerini” iddia edegelmişlerdir. Tüm “barış, kardeşlik, medeniyet” iddialarına rağmen, o “vahşiler”, o “barbarlar”, o “uygar olmayan halklar” uyanmış ve direnmişlerdir. Irak işgalinde olduğu gibi, o aşağılanan, küçümsenen “fellah”, “çölde çaresiz kalmış bedevi” Amerikan emperyalizmine direnmiş ve sonuçta Irak’tan çekilmek zorunda bırakmıştır.
Bu gerçeği, bu tarihsel olguyu görmek ve bilmek için tarihte uzun yolculuklar yapmak da gereksizdir. Sadece PKK hareketinin ortaya çıkış koşulları ve çıkışı bile bu gerçekleri göstermek için yeterlidir.
Varsayılan, “hayal” edilen, gerçekleşebilirmiş gibi sunulan Ortadoğu’nun “iki stratejik gücü”nün sadece neler yapabileceği düşünüldüğünde bile, karşı karşıya olunulacak gerçeğin sadece savaş olacağı açıktır.
Varsayalım ki, bu “hayal” gerçekleşti. Türkler ile tüm-Kürtler bir araya gelerek “bölgesel güç” haline geldiler. İç/yerli ekonomileri “tıkır tıkır” işliyor, üretim artıyor ve Ortadoğu pazarına tam anlamıyla egemen oldular. “Kendi” petrolleri olduğu için hiç kimsenin petrolünde de “gözleri” yoktur! Onların tek “derdi”, Ortadoğu pazarında kendi ürettikleri metaları satmaktır. Burada hiçbir zorlama olmayacaktır. “Serbest pazar ekonomisi”nin kuralları içinde kendi ürünlerini bu pazarda pazarlayacaklardır. İsteyen alacak, isteyen almayacaktır. “Kendileri”, Çin gibi ucuza ürettikleri için metalarını da ucuza satacaklardır. Doğal olarak Ortadoğu insanı bu ucuz mallara rağbet edecek, Türk ve tüm-Kürtlerin ürünlerini alacak ve tüketecektir.
Pazar ne kadar geniş ve büyük olursa “Türk ve tüm Kürtlerin malları” o kadar çok satılacak, dolayısıyla da “iç üretim” o kadar çok artacaktır. Artan üretim daha çok kişinin iş bulması demek olacaktır. İşsizlik ortadan kalkacak, herkes belli bir işe ve gelire sahip olacaktır.
Buraya kadar herşey “serbest pazar ekonomisi”nin kuralları içinde “olağan”mışcasına “algı”lanabilir. Ama işin içine “serbest pazar ekonomisi” girince, aynı pazarda “Türkler ve tüm-Kürtler”in tek satıcı olmayacakları kesindir. Başka ülkeler de aynı pazarda mallarını satmaya çalışacaklardır.
Burada oyunun kuralı “serbest pazar ekonomisi” tarafından belirlendiğine göre, sıradan tüccar mantığıyla “en ucuza en iyi malı” satan taraf pazarda egemenlik kuracaktır. Tüm malların aynı fiyattan satıldığı varsayıldığında, Ortadoğu insanının neden “Türkler ve tüm-Kürtler”in mallarını tercih edecekleri belirsizdir. Keza bir başka ülkenin “Türkler ve tüm-Kürtler”den daha düşük fiyatla pazara girmemelerinin bir garantisi yoktur.
Belki aklı evvel birisi çıkıp, “mal tercihi”nin “dinsel” bir nedeni olduğunu keşfedebilir! Bu nedenle de “Türkler ve tüm-Kürtler”in “helal” ürünler ürettiğini, dolayısıyla Ortadoğu halklarının da (ki bunların tamamı Araplar olacaktır) “islami inançları” nedeniyle bu “helal” ürünleri tercih edecekleri ileri sürülebilir. Bu nedenle de “hıristiyan dünyası”nın, yani “kapitalist modernite”nin bu pazarda yer bulması olanaksız olacaktır!
Hayal bu! Olur mu, olur! Ne de olsa Nasrettin Hoca’nın fırkalarıyla büyümüşlerdir. Göle maya çalmayı akıl kârı sayabilirler! Dahası AKP’nin seçim sloganı “hayaldi gerçek oldu”dur. Öyleyse bu maya tutacaktır!
Ama “kapitalist modernite” de aptal değildir. O da, bir yolunu bulup “helal” ürünler üretebilir. (Bugün Türkiye’de satılan pek çok gıda mallarının üzerinde “domuz yağı ve domuzdan elde edilen hiçbir ürün içermez” ibareleri yer almaktadır). Bu durumda hangisinin daha “helal” olduğu belli olmayacaktır. Bu nedenle de, “olay” bir kez daha fiyatlar konusuna dönecektir.
Yine de “Türkler ve tüm-Kürtler” “gerçek helal” malların kendilerinin ürettikleri olduğunu iddia edebilirler. Bunu kanıtlamak için bir “fetva heyeti” oluşturabilirler. Bu “fetva heyeti”, açıktır ki bir kurumdur, siyasal bir kurum olacaktır. Bu andan itibaren işin içine ticaret, fiyat, ekonomi vb. kavramlar değil, doğrudan dinsel ve siyasal kurumlar girecektir. Artık “pazar” sorunu dinsel ve siyasal bir sorun haline dönüşmüş olacaktır.
Bunun yanında “serbest pazar ekonomisi” söz konusu olduğundan, “Türkler ve tüm-Kürtler”in arasında da aynı malı üreten pek çok kişi ve şirket ortaya çıkacaktır. Bunlar da fiyattan “helal”liğe kadar her alanda birbirleriyle rekabet edeceklerdir. Bu rekabet, bir yandan malların maliyet fiyatlarının altında satılmasına yol açacağı gibi (küçük-burjuva tüketici bundan sevinç duyacaktır), birbirleriyle çatışmaya yol açacaktır. Bu durumda, rakip şirketler ve kişiler, kendi siyasal ilişkileriyle kendilerine belli avantajlar sağlamak için “siyaseti” göreve çağıracaktır. Sonuçta, siyaset ve siyasal mücadeleler ekonominin içine karışacaktır.
Böylece “islami” temeldeki “barış ve kardeşlik projesi” siyasal mücadelelere sahne olur. Bu da, açıktır ki, iktidar mücadelesidir. Başlangıçta “hayal”in yarattığı “kardeşlik ve dostluk” havası sona ermiştir artık.
“Hayal”in ikinci, ama asıl kısmına gelelim.
Bu “ikinci kısım”, doğrudan Ortadoğu halklarıdır. Onlara “hayal”de biçilen rol, sadece mal almak ve tüketmektir. Ne de olsa bu pazarda satılacak tüm mallar “Türkler ve tüm-Kürtler” tarafından üretilecektir. Bu durumda, Ortadoğu halkları bu malları alabilmek için gerekli “parayı” (geliri) nereden bulacaklardır? Petrolü olanlar petrol gelirleriyle bu çarkı döndürebilseler de, “ezici çoğunluk” için böyle bir “doğal gelir kaynağı” bulunmamaktadır. “Türkler ve tüm-Kürtler”in mallarını alabilmek için çalışmak zorundadırlar. Çalışmak için de bir “iş”e sahip olmalıdırlar. Bu durumda bu halklar nerede ve nasıl iş bulacaklardır?
“Türkler ve tüm-Kürtler” dışındaki tüm dünyayı bir yana bırakarak ve yok kabul ederek söylersek, “iş olanakları” “Türkler ve tüm-Kürtler”in topraklarında vardır. Dolayısıyla tüketici Ortadoğu insanı çalışmak için bu topraklara gitmek zorundadırlar.
Ama bu topraklarda üretilen mallar olabildiğince ucuza üretilmek durumunda olduğu için, ücretler de olabildiğince düşük olacaktır. Böylece üretimin sınırsız artışı ile kitlelerin sınırlı tüketimi arasındaki çatışkı (kapitalizmin temel çatışkısı) bir kez daha ortaya çıkacaktır. Bu da ekonomik-sendikal ve sınıfsal bir mücadeleye yol açar.
Bu mücadele karşısında (ki yalın sendikal bir mücadele de olabilir) “Türkler ve tüm-Kürtler”in “siyasal yönetimi” (A. Öcalan “devletleşmeye” karşı olduğundan, sözcüğü yumuşatarak “siyasal yönetim” olarak kullanıyoruz) “yasal ve demokratik” biçimde olaya müdahale etmek durumunda kalacaktır.
Böylece bir kez daha, üstelik sınıfsal temelde bir siyasal mücadele alanı açılmış olmaktadır.
Ama “olay” burada da bitmez. “Türkler ve tüm-Kürtler”in topraklarına (“coğrafyasına” ya da “ülkesine”) ucuz işgücü olarak gelen “göçmen işçiler” ile “yerli” işçiler arasında çatışma ortaya çıkacaktır. Bu da “Türk ve tüm-Kürtlerin milliyetçiliği”nin önünü açar. Bu da yetmez. Ayrıca “göçmen işçilerin “entegrasyonu” sorunu da ortaya çıkar. Böylece, herhangi emperyalist bir ülkenin bugün içinde bulunduğu çelişkiler yumağı bu “hayali” dünyada da varlığını duyumsatır.
Bu “hayal”in bir diğer tarafı, Ortadoğu halklarının kendilerine biçilen “rolü” kabul edip etmeyecekleridir.
Onlara biçilen rol, “Türkler ve tüm-Kürtler”in “dünyanın en ucuz mallarını” bolca tüketmektir. Bunu yapabilmeleri için de belli bir gelir getiren bir işe sahip olmalıdırlar. Yukarda bu iş olanağını “göçmen işçi” olarak bulabileceklerini söyledik. Ancak bu iş olanağı sınırlı sayıda bir nüfus için geçerlidir. Asıl nüfus, çoğunluk için “gelir” ve “iş” yaşadıkları topraklar üzerinde bulunmak zorundadır. Üretim zaten “dışardan” geldiği için (tıpkı bugün olduğu gibi), üretim alanında iş bulamayacaklardır. Kendilerine “sunulabilecek” tek iş “hizmetler sektörü”dür. Bu da, asıl olarak “turizm”den başka bir şey değildir.
Böylece Ortadoğu halkları için “hayal”, turizm sektöründe hizmetçi olarak çalışmak demektir. Ama bu, zaten İngiliz ve Fransız sömürgesiyken kendilerine verilen işin aynısıdır. Nasıl ki, İngiliz ve Fransız sömürgeciliğine karşı direnişe geçmişlerse, bu kez de “hayal tüccarları”nın efendiliğine karşı harekete geçeceklerdir.
İşte Ortadoğu’ya “barış ve kardeşlik” götürmeyi vaat eden “hayal”, böylesine bir eski sömürgeci zihniyetin ürünüdür.
Şimdi günümüzün gerçeklerine bakalım.
Ortadoğu “karmakarışık”tır. Bir taraftan “Arap Baharı” adı altında Baas iktidarları tasfiye edilirken, diğer yandan İran sorunu emperyalizmin “baş sorunu” olarak varlığını sürdürmektedir. Gelişen olaylar (örneğin İsrail ile Türkiye’nin ilişkilerini düzeltmek için Obama’nın doğrudan devreye girmesi gibi) giderek
Suriye ve sonal olarak
İran “sorunu”nu öne çıkarmaktadır.
Her iki olayın da yeni çatışmalar ve savaşlara yol açacağı tartışmasız bir gerçektir. “Popülist” söylemle, Suriye ve İran sorunu, bir kez daha ve daha büyük sayıda “anaların ağlamasına” yol açacak. Bu durumda Ortadoğu’nun “iki stratejik gücü” nerede duracak ve ne yapacaktır?
Örneğin, Türkiye’nin “ulus-devlet” sınırlarının dışına çıkartılacak olan PKK güçleri nerede konumlanacak ve görevlendirilecektir? Amerikan emperyalizminin Irak işgali öncesinde eğittiği ve kendi komutası altındaki “özel peşmerge gücü” olarak İran ve Suriye’ye karşı bir güç olarak mı kullanılacaktır?
“İmralı tutanakları”nda A. Öcalan şöyle söylemektedir: “Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var.” “Hülasa”, A. Öcalan 100 bin kişilik bir silahlı güçten, neredeyse bir ordudan söz etmektedir. Sorun böyle bir gücün gerçek olup olmadığı değildir. Sayısal olarak ne kadar olursa olsun, PKK’nin “silahlı unsurları”nın gelecekteki rolleridir. Görülen odur ki, “planlar” Suriye ve İran’a yönelik olarak yapılmaktadır.
Diğer bir soru, “PKK terörü”nü sona erdiren AKP yönetimindeki Türkiye, gönüllü olarak Suriye’ye yapılacak askeri müdahalede yer alacaksa da, aynı gönüllülükle ve güçle İran’a yönelik emperyalist müdahalenin içinde bulunacak mıdır?
Bu soruların yanıtları, şüphesiz gelişen olaylarla açığa çıkacaktır. Buradaki tek gerçek, Türkiye sınırları içindeki “Kürt sorunu”nun çözümüne ilişkin geliştirilen “yerli plan” (“bölgesel güç”) her durumda Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde “pro-aktif” bir rol oynamasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu da “bölgesel barış” değil “bölgesel savaş” demektir.
Ve aklı evvellerin, “hayal tacirleri”nin, bu “bölgesel savaşı” da “barış için savaş” diye yutturmaya çalışacakları kesindir.
Sonuç olarak, “barış”, “refah”, “kalkınma”, “uçma” vb. söylemlerle ortaya atılan “hayaller”, Türkiye devletinin Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin “kolluk gücü”ne dönüştürülmesinin altyapısını oluşturmaya hizmet etmektedir.
Tüm bunların yanında ve belli ölçülerde dışında yer alan bir başka olgu ise, “İmralı sakini” olarak A. Öcalan’ın “
tüm Kürtler” adına konuşmasıdır. Burada A. Öcalan, Suriye’den Irak ve İran’a kadarki “coğrafya”daki tüm Kürtlerin kaderini belirleyen kişi olarak ortaya atılmaktadır. Bunu da, bölgedeki “ulus-devlet sınırlarını değiştirmeksizin” oluşturulacak “gevşek bir konfederasyon”la sağlayabileceğini iddia etmektedir.
Bu durum ve iddia, “medyatik” söylemle, ne kadar “megolomanyak” görülürse görülsün, gerçeklikte, Kürtler arasında egemenlik ve liderlik mücadelesinin giderek öne çıkacağı kesindir. Doğal olarak bu mücadele, Kuzey Irak’a çekilecek ve sayısal olarak büyütülecek silahlı PKK “unsurları” ile “yerel ve yerleşik Kürt otoriteleri” arasında silahlı çatışmayı gündeme getirecektir.
Özcesi, Türkiye’deki “Kürt sorunu”nu çözmeyle ilintili “plan”lar, her durumda, yeni çatışmaları ve savaşları doğuracaktır. “Barış” denilen şey, Amerikan emperyalizminin yeni savaşlarının öngereklerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. “Analar ağlamasın”la sunulan şey, yeni kan ve gözyaşından başka bir şey değildir.
Dipnot
[1*] “Uçmak”, son günlerin “popüler” sözcüklerinden birisidir. “İmralı tutanakları”nda A. Öcalan’ın, “Kürtler dindardır. İlk dönemlerde namaz kılıyordum, 33 sure ezberlemiştim. Köyün imamı Müslüm hoca ‘Sen böyle gidersen uçarsın’ diyordu” sözleriyle birlikte, “yeni anlam ve içeriğiyle” güncelleşti. A. Öca-lan’ın “uçması”, tarikat şeyhlerine ilişkindir. Halk inancında dini inancı yüksek olan “şeyh” uçar! Herkesin bilebileceği gibi, gerçekte, “şeyh” uçmaz, müritler uçurur.
[2*] “Dahl” sözcüğü, hemen herkesin günlük olarak kullandığı “dahil” sözcüğünün Arapça telaffuz edilişidir. AKP’nin Türkiye’yi “islamileştirme” girişimlerinde “Kur’an Arapçasına” özel önem atfedilmektedir. “Asabiyyet şeytandandır” demagojisinde de bu Arapça telaffuz başat rol oynamıştır. Bu yazımızda “dahl” sözcüğünü kullanmamızın nedeni bu duruma dikkat çekmek içindir. Benzer durum “nevroz” sözcüğü için de geçerlidir. Kürtçe “yazım”da “Nevroz”un “v”si “w” ile yazılırken, Türkçe “yazın”da “Nevruz” yazımı kullanılmaktadır. Böylece “Nevroz” sözcüğünün “yazımı” üzerinden savaş yürütülmektedir.
[3*] İlknur Çevik’in diğerlerinden farkı sadece temsil ettiği kişi ve makamlar değildir. İlknur Çevik, kendince ve kendisi için “durumdan vazife” çıkarmış, “arabuluculuğu” fırsata dönüştürmüştür. Bu sayede Kuzey Irak’taki “bölgesel Kürt yönetimi”nin petrol ve inşaat ihalelerinden nemalanmıştır.
[4*] TÜSİAD, Coğrafya kitabı, s. 190-194, Aralık 2002.