1848 devrimleriyle kendisi-için-sınıf olarak proletaryanın tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren proleter devrimciler, tarihin pek çok evresinde zaferi ve yenilgiyi, ateşi ve ihaneti yaşamışlardır.
1848 devrimleri liberal burjuvaların, küçük-burjuva demokratların ikircikliği ve korkaklığı yüzünden yenilgiye uğrarken, bu yenilginin bedelini proletarya ve proleter devrimciler ödemiştir. Marks ve Engels, kendi anayurtlarını terk etmek ve ölene kadar sürgünde yaşamak zorunda kalmışlardır.
Ama yenilgiyi “kişisel bozgun”a dönüştürenler, Engels’in sözleriyle, “bir gün saçsaça başbaşa gelerek, ertesi gün öpüşüp koklaşarak, daha ertesi gün de bütün kirli çamaşırlarını dünyanın gözü önünde yıkamaya kalkarak” proletaryanın devrimci mücadelesine çok daha büyük zararlar vermişlerdir.
Yabancı ordular tarafından kuşatılmış Paris’te, 18 Mart 1871’de proletarya tarihte ilk kez kendi öziktidarını kurmayı başardı. “18 Mart’tan sonra, Paris hareketinin, o güne değin yabancı istilaya karşı mücadelenin geri-planına itilmiş bulunan sınıf niteliği, keskin ve arı bir biçimde ortaya çıktı.” İşgal ordularıyla işbirliği yapan Fransız “milli” burjuvazisi Paris proletaryasına ihanet etti ve Komün, ilk proletarya iktidarı yenilgiye uğratıldı.
Yenilgiyle birlikte sürgün yoluna düşen Komünarlar daha sürgünün ilk anlarından itibaren ayrışmaya, bölünmeye ve parçalanmaya başladılar. Bakunin ayrı bir baş çekerken, pek çokları, Marks-Engels’in deyişiyle, bu “Kuran’ı olmayan Muhammed”i izlediler. Proletarya ideolojisinin kurucuları Marks ve Engels etkisizleştirilmeye çalışıldı.
Engels, 1848 devrimlerinin ve Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra ortaya çıkan durumu şöyle özetledi:
“Her karşı-devrimden ya da başarısız devrimden sonra, yurtdışına kaçan mülteciler arasında ateşli bir faaliyettir gelişir. Birbirlerini arabayı çamura saplamış olmakla, ihanetle ve öteki ölümcül günahlarla suçlayan çeşitli tonlarda parti grupları kurarlar. Bunlar anavatanla etkin ilişkileri sürdürürler, örgütlenirler, tertiplere girişirler, bildirler ve gazeteler basarlar, yirmi dört saat içerisinde her şeyin yeniden başlayacağına, zaferin kesin olduğuna yemin ederler, ve bu umutlara kapılarak hükümet koltuklarını paylaşırlar. Anlamak istemedikleri kaçınılmaz tarihsel koşullara değil de, bireylerin raslantısal hatalarına bağladıkları hayal kırıklıkları doğal olarak birbirini izler, karşılıklı yakınmalar üstüste yığılır ve genel çekişmelere yolaçar.” (F. Engels, Blankici Komün Mültecilerinin Programı, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 453.)
Benzer şeyler 1905 Rus Devrimi’nin yenilgisinden sonra Lenin ve Bolşeviklerin başına geldi. Yenilgi sonrası “kişisel bozgunu” yaşayan kimi “ünlü” Bolşevikler “ampiryokritisizm” yoluyla “tanrıya” ulaşırken, “çevre bölgelerin”in marksistleri milliyetçiliğe yöneldiler.
Stalin bu gelişmeyi şöyle tanımladı:
“Rusya’da karşı-devrim dönemi yalnızca ‘yıldırım ve gökgürültüsü’nü değil, ama hareket karşısında düşkırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri “parlak bir geleceğe” inanılmıştı ve insanlar, milliyetlerinden bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: Her şeyden önce ortak sorunlar! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: Kimse kendinden başka kimseye güvenmesin! Her şeyden önce ‘ulusal sorun’!” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, s. 7.)
Ardından emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşı geldi. II. Enternasyonal’in önderleri başta olmak üzere pek çok ülkenin marksist partileri “yurt savunması” bahanesiyle şovenizme kaydılar. Ve her zaman olduğu gibi, Marksizme saldırılar yoğunlaştı.
“Tarihte devrimci düşünürlerin öğretileri ile, kurtuluşları için savaşım veren ezilen sınıflar önderlerinin öğretilerinin başına birçok kez gelen şey bugün de Marks öğretisinin başına geliyor. Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte marksizmi ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal-şovenler, –gülmeyin!– ‘marksist’tirler. Ve daha düne dek marksizmin kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir ‘ulusal-Alman’ Marks’tan gitgide daha sık söz ediyorlar!” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 13-14.)
Lenin’in ortaya koyduğu bu durum, pek çok ülkedeki devrimci mücadelelerin yenilgisinden sonra ortaya çıktığı gibi, ülkemizde de 12 Eylül karşı-devrimci askeri darbe sonrasında en geniş ve en yaygın biçimde ortaya çıktı.
Dün, “anarşist” diyerek karalanan, idam edilen devrimciler, “Denizler”, şimdi “hiç kimseyi incitmemiş azizler” olarak sunulmaya başlandı. Deniz Gezmiş, parkasıyla “ikonlaştırılırken”, onların örgütleri olan
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) unutturuldu. “Darağacında Üç Fidan” edebiyatı yapılırken, Hüseyin İnan’ın “
Türkiye Devriminin Yolu” broşürü yokluğa terk edildi.
“Denizler”in “evcilleştirilmesi”ne yönelik her türlü girişim sürerken, “Mahirler”e pek el ve dil uzatan çıkmadı. Yine de her fırsatta Mahir’lerin ve Mahir Çayan’ın “evcilleştirilmesi” için çaba gösterdiler. Ama “Mahirler” hala tehlikeliydiler, hala onların düşüncelerini ve stratejilerini (doğru ya da yanlış) izleyen THKP-C’li örgütler vardır. Mahir Çayan’ın yazıları, her türlü yasaklamaya rağmen elden ele, kulaktan kulağa yayılıyor.
Mahirler, yani THKP-C ve Mahir Çayan’ın “evcilleştirilemez” olduğu her girişimde bir kez daha ortaya çıktı. O zaman “taktik” değiştirdiler. THKP-C’yi ve Mahir Çayan’ı “evcilleştirmek” yerine, onların adlarını, kendi basit ve sıradan çıkarları ve siyasal amaçları için kullanmaya yöneldiler. “Mahirlerin yoldaşı” diye sunulanlara koltuklar ikram edildi, milletvekili yapıldı. Onlar aracılığıyla “Mahirler”i kendi siyasal emellerine alet edebileceklerini, kullanabileceklerini tasarladılar. (Bunda, 1970’lerde THKP-C hareketi içinde oportünist eğilimleri temsil eden DY’nin ÖDP’sinin, Ufuk Uras’la neo-liberalleşmesiyle başka çıkarlar için kullanılabilir bir “sol/mahalle baskısı” oluşturulabileceği varsayımı etkili olmuştur.)
Ve bugün, On’lar ve Denizler, dün kendilerini küçük-burjuva devrimcisi diye küçümseyenlerce, “Kemalistler” diye suçlayanlarca “kutsanıyor”! Adlarına “parklar” açılıyor, “mesajlar” yayınlanıyor. MİT’le yapılan görüşmelerin ürünü olan “Barış” onlara “ithaf” ediliyor!
Marks, Engels ve Lenin’i “aştığını” söyleyenlerin, tarihte ilk kez ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını parti programlarına koyan proleter devrimcileri anmayanların, Marksizm-Leninizmi dillerinden ve yazılardan silip atanların “kutsaması”na karşılık Mahir Çayan yoldaş onlarca yıl önce şöyle söylüyordu:
“Partimizin çizgisi, Marksizm-Leninizmin dünyanın ve ülkemizin somut şartlarına uygulanmasının oluşturduğu proleter devrimci çizgidir. Ve eylemleri de, bu leninist ideolojik ve politik tespitin pratiğe yansımasıdır.”
On’lar, Kürt ulusal sorunu karşısında, “kapitalist modernite” ya da “endüstriyalizm” gibi anti-marksist kavramlara ve söylemlere gereksinme duymamışlardır. Söyleyeceklerini enternasyonalist bakış açısıyla açık ve net ortaya koymuşlardır:
“Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da, meseleyi şartlar ne olursa olsun, Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir.
Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: ‘Her şart altında, her zaman meseleyi Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.”
On’lar, ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin “evcilleştirilemezler”! On’ları, düşünmedikleri, kabul etmedikleri ve uğruna ölümü göze almadıkları, karşı oldukları, reddettikleri anti-marksist ve anti-leninist anlayışlara payanda edemeyeceklerdir!
Ve son olarak, Mahir yoldaşın şu sözlerini anımsatmakla yetineceğiz:
“Biz proletaryanın devrimci ilkelerinin pazarlık konusu olmasına sonuna kadar karşı çıkacağız. Böyle pazarlıklara bugüne kadar yanaşmadık ve bugün de yanaşmayacağız!
Unutmayalım, proleter devrimci, devrimci hareketin esenliği için, sadece taktiklerde veya ikinci dereceden teorik meselelerde geçici uzlaşmalara gidebilir; devrim lehine eğilip bükülebilir. Ama, proletaryanın devrimci ilkelerinde o, asla pazarlığa yanaşmaz. Ve bu ilkeleri pazara çıkaranlara karşı da devrimci tavır, proletaryanın en uzlaşmaz, en sekter tavrıdır.”