AKP’nin “emperyal dış politika”sının “sol” yorumlarından birisi, hiç şüphesiz “
alt-emperyalizm” kavramına dayanmaktadır.
“Alt-emperyalizm” kavramı, emperyalizmin dünya çapında teşhir ve tecrit edildiği, anti-emperyalist direniş ve savaşların yükseldiği bir dönemde, emperyalizmin “çirkin” yüzünü gizlemenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Kavramın ana içeriği, kendi çıkarlarını korumak için emperyalizmin doğrudan müdahalesinin yarattığı tepkileri pasifize etmek amacıyla, bu işlevlerin bazı geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılmasıdır. Günümüzün “popüler” sözcükleriyle, “alt-emperyalizm”, emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarını korumak amacıyla bazı iri geri-bıraktırılmış ülkeleri taşeron olarak kullanmasıdır.
1970’li yıllarda dünya sol hareketi içinde tartışılan “alt-emperyalizm” teorisi, gerçeklikte,
Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I’de açık biçimde ifade edildiği gibi, “emperyalizmin tek tek ülkelerde ortalıktan çekilmesinin, varlığını gizlemesinin bölgesel olarak genişletilmiş şeklidir”.
[1*]
Ancak bugün AKP’nin yürüttüğü dış politikayla birlikte yeniden anımsanan bu eski tartışmalar ve teoriler, emperyalist ülkeler açısından “stratejik bir tercih” olmaktan çok, Türkiye gibi bir ülkenin kendi çabasıyla “alt-emperyalist” bir ülke olup olamayacağı noktasında toplaşmaktadır. Dolayısıyla “alt-emperyalizm”, Amerikan emperyalizminin, kendi çıkarlarını korumak amacıyla geri-bıraktırılmış bir ülkenin “emperyal bir ülke” haline dönüşmesine olanak tanıyıp tanımayacağı tartışılmaktadır. Bu tartışmada, özellikle Libya müdahalesi sırasında Türkiye ile Fransa arasında ortaya çıkan “çatışma ve rekabet” çıkış noktası olarak ele alınmaktadır.
Buna göre, Türkiye, Amerikan emperyalizmi tarafından “bölgesel güç” olarak öne çıkartılmakta ve bu yolla diğer emperyalist ülkelerin bölgeye (Ortadoğu) girmesini ve pay almasını önlemeye çalışmaktadır. Doğal olarak diğer emperyalist ülkelerin alabileceği payın bir bölümünün “alt-emperyalist” ülkeye, yani Türkiye’ye verileceği sanılmaktadır.
Oysa “alt-emperyalizm” kavramı, göreli bir kavramdır. Ne doğrudan emperyalizmi, ne de büyük emperyalist güçlerin altındaki “emperyal” bir gücü tanımlar.
Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I’de ifade edildiği gibi, Amerikan emperyalizminin
bölgesel düzeyde uyguladığı bir sömürge ilişkisi biçiminden başka bir şey değildir.
Latin-Amerika’da göreceli olarak daha büyük bir ekonomiye sahip olan Brezilya, Amerikan tekellerinin diğer Latin-Amerika ülkelerine doğrudan yatırım yapmasının bir aracı olmuştur. Bu olgunun temelinde, Brezilya’nın orta ve hafif sanayisi ile finans sektörünün tümüyle Amerikan tekellerinin ve finans kuruluşlarının bir “filyali” durumunda olmasıdır. Emperyalist ekonomistlerin “
Joint Venture” (Ortak Girişim) adını verdikleri yeni-sömürgecilik yöntemleriyle oluşturulmuş “yerli” (Brezilyalı) şirketler, Brezilya bayrağı altında diğer Latin-Amerika ülkelerine yatırım yapmaya yöneltilmişlerdir. Amerikan emperyalizminin simgesi konumundaki Amerikan tekelleri, Brezilyalı işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi aracılığıyla diğer ülkelere yatırım yaparken, aynı zamanda kendilerine yönelik anti-emperyalist tepkileri de pasifize etmeyi amaçlamışlardır.
Yine 1970’li yıllarda Şah Rıza Pehlevi’nin İran’ı, bölgesel askeri güç olarak varedilmiş ve Irak’taki Baas iktidarına karşı kullanılmıştır. 1970’lerdeki Barzani ayaklanmaları doğrudan İran tarafından yönlendirilirken, Baas iktidarının Körfez ülkeleri üzerindeki baskısına karşı bir “savunma şemsiyesi” oluşturmuştur.
Aynı dönemde Türkiye ve Enver Sedat’ın Mısır’ı “bölgesel ekonomik sızma aracı” olarak devreye sokulmaya çalışılmıştır.
İşte Amerikan emperyalizminin dünya çapında gerilediği ve anti-emperyalist tepkilerin yoğunlaştığı bir dönemde (Vietnam Savaşı süreci) bazı geri-bıraktırılmış ülkeleri anti-emperyalist tepkileri pasifize etmek amacıyla kullanmaya çalışması olgusu, yeni bir “stratejik konsept” olarak kabul edildiği ölçüde “alt-emperyalizm”den söz edilmeye başlanılmıştır.
Ancak gelişen olaylar (İran’da “İslam devrimi”, Mısır’da Enver Sedat’ın öldürülmesi, Brezilya ve Türkiye’nin şiddetli biçimde etkilendiği dünya borç krizi) bu uygulamanın sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. Dolayısıyla “alt-emperyalizm” olarak adlandırılan olguları “stratejik” bir yönelimin yansıları olmaktan çıkarmıştır.
Bugün Türkiye’nin “emperyal dış politikası”, soldan devşirilmiş söylem ve kavramlarla “alt-emperyalist” bir ülke olmaya yönelik bir girişim olarak sunulmaktadır.
Bu sunum, doğrudan Amerikan emperyalizminin böyle bir girişime “yeşil ışık” yaktığı varsayımına dayandırılmaktadır. Bu dayanak da, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”yle gerekçelendirilmektedir.
Açıktır ki, 1970’li yıllarda olduğu gibi bugün de, Amerikan emperyalizmi, Afganistan ve Irak işgalleriyle yıpranmış ve “globalizm” söylemiyle gizlediği “çirkin” yüzü açığa çıkmıştır.
Oysa 1990’larda sol küçük-burjuva aydınları “globalizm” söylemiyle “emperyalizm”in ortadan kalktığına, yeni bir “tarihsel sürece” girildiğine (Negri’nin “İmparatorluk” kitabıyla) inandırılmıştı. Irak ve Afganistan işgalleri bu durumu ortadan kaldırmıştır.
Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte, Amerikan emperyalizmi “imaj” değiştirmeye yönelmiş, Afganistan ve Irak işgallerinin yaratmış olduğu “kötü imajı” silmeye çalışmıştır.
Libya müdahalesinde görüldüğü gibi, başlangıçta Amerikan emperyalizmi müdahalenin dışında kalmaya çalışmış ve Fransız emperyalizminin öncü rol oynamasına izin vermiştir. Türkiye’deki “yandaş” ideologların devreye girdikleri yer de burasıdır.
Bu ideologlar, Amerikan emperyalizminin “imaj” değiştirme girişimlerini Ortadoğu’dan elini-eteğini çekme olarak yorumlamışlardır. Böylece Amerikan emperyalizminin doğrudan askeri müdahalede bulunmak yerine bir başka ülke aracılığıyla bu müdahalenin yapılmasını sağlamaya çalıştığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu da bulunmaz “fırsat” olarak “algı”lanmıştır. Öyle ki, bu “algı”yla (ve elbette A. Davutoğlu’nun “derin teorik vizyonu”yla) Libya olayında Fransız emperyalizmiyle “aşık atma”ya kalkışılmıştır.
Şimdi bu “aşık atma”, Suriye’ye karşı Amerikan emperyalizmi adına askeri müdahalede bulunma noktasına kadar ulaşmıştır. Eğer Türkiye, Amerikan emperyalizminin icazeti ve onayı ile Suriye’ye karşı yürüttüğü “politikaları”nda başarılı olursa, Amerikan emperyalizminin Suriye’den (ve belki başka Arap ülkelerinden) “aslan payı”nı Türkiye’ye vereceği varsayılmaktadır. Böylece Suriye’yi “ele geçiren” ve Suriye’nin ekonomik kaynaklarından “aslan payı”nı alan Türkiye daha da büyüyecek ve güçlenecektir. Bu da “bölgesel güç” olarak daha başka ülkelere müdahalede Amerikan emperyalizminin daha fazla “yol vermesine” yol açacaktır!
Burada Amerikan emperyalizminin “stratejik” bir yönelimi ya da “alt-emperyalizm stratejisi” hiçbir biçimde söz konusu değildir. Söz konusu olan, bir ülkenin (Türkiye) kendi kendine “gelin-güvey” olması, kendi kendine “durumdan vazife çıkarması”dır. “Krizleri fırsata dönüştürme” meraklısı bir iktidar ve işdünyasının olduğu bir ülkede, böylesi “durumlar” da çok kolaylıkla taraftar bulmaktadır.
Bugün AKP’nin “emperyal dış politika”sına, “pro-aktif” söylemine bakarak, bir “alt-emperyalizm” olgusundan söz etmek saçmalıktan öte, tam anlamıyla budalalıktır.
Dipnotlar
[1*] 1975 yılında yayınlanan “Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I”de “Emperyalizmin Yeni Baskı, Sızma ve Kontrol Yöntemleri” başlığı altında şunlar yazılıdır:
“Kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının III. döneminde ortaya çıkan geri-bıraktırılmış ülkelerle ilgili (reformizmin sosyal tabanının değişmesinin yanı sıra) diğer bir olgu da, bir ülkenin belli bir bölgede emperyalizm adına ekonomik sızma, denetim ve müdahale görevini yüklenmesidir. Bu üçlü amaç, bazen Brezilya gibi tek bir ülke ile gerçekleştirilebileceği gibi, çeşitli ülkeler arasında da bölünebilir. Örneğin, 1970’li yıllarda Ortadoğu’da ekonomik sızma aracı Türkiye iken, denetim ve müdahale aracı İran’dı.
Bazen ‘alt-emperyalizm’ olarak da adlandırılan bu olgu temelinde gizli işgalin bölgesel uygulanması yatar. Emperyalizmin tek tek ülkelerde ortalıktan çekilmesinin, varlığını gizlemesinin bölgesel olarak genişletilmiş şeklidir.
Ne var ki, ‘alt-emperyalizm’ olgusu, süreç içersinde gelişmemiş, tersine şiddetlenen ekonomik buhran ve İran ile Brezilya’daki gelişmelerle dumura uğramıştır. Dolayısıyla bu olgu, artık emperyalizm için bir ideal olarak vardır.”