Önce Irak vardı. “Kanlı” Saddam’ın Baas rejimi Irak’ta halka “kan” kusturuyordu. Ardından I. Körfez Savaşı, on iki yıl sonra II. Körfez Savaşı ve Irak’ın “emperyal ordular” tarafından işgali geldi. Sonunda Saddam “rejimi” yıkıldı ve Saddam’ın kendisi de idam edildi. Böylece Arap dünyasındaki resmi Baas rejimlerinden biri ortadan kaldırıldı.
Buraya kadar her şey Irak’la ve Saddam’la sınırlanmış olarak ele alındı ve “algılandı”. Oysa W. Bush’un “siyah” ve akademisyen dışişleri bakanı Condoleezza Rice’ın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adını verdiği, neo-liberal aydın söylemiyle Ortadoğu’nun yeniden “dizayn” edilmesi süreci başlatılmıştı.
Irak işgalinin ve Baas iktidarının yıkılışının sekizinci yılında Ortadoğu bir kez daha “karıştı”.
Kimilerinin BOP, kimilerinin GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) adını verdikleri ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “eşbaşkanı” olmakla övündüğü Ortadoğu’nun yeniden “dizayn” edilmesi süreci hızla ilerlemeye başladı.
Önce Tunus’ta başladı ve ardından Yemen, Abdül Cemal Nasır’ın Mısır’ı ve Libya geldi. Tunus ve Mısır “hal” yoluna sokuldu. Mısır’da 1954 yılından beri iktidarda olan devrimci-milliyetçiler tam olarak tasfiye edildi.
Libya’da, tam ve resmi adıyla Libya Arap Halk Sosyalist Büyük Cemahiriyesi, kabilelerin Kaddafi’ye karşı silahlı ayaklanmasıyla “karıştı”. Türkiye’nin “başarılı tahliye operasyonu”yla hedefe oturtuldu ve NATO’nun askeri müdahalesi başladı.
İşte tam bu sırada, tam da Ortadoğu’da “devrim” ve “değişim” rüzgarları eserken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “ortak bakanlar kurulu toplantısı” yaptığı Suriye karıştı. Nerede ve nasıl örgütlendikleri pek bilinmeyen “rejim muhalifleri” harekete geçti. Hedef, “ılımlı” Beşir Esad yönetimini ve onun temsil ettiği kırk yıllık Baas rejimini devirmekti.
Kendilerini “ilerici” ve hatta fırsatını bulduklarında “sosyalist” ilan eden, gerçekte ise “neo-liberal sol” denilen ve emperyalist “sivil toplum kuruluşları”nın fonlarıyla yaratılan kesimlere göre, artık gerici ve otoriter Arap rejimlerinin sonu gelmişti.
Daha henüz Libya’daki olayların nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği tam olarak anlaşılamamışken, bu olayların gelişiminde Türkiye’nin, özel olarak da AKP iktidarının rolü “Ortadoğu’nun ve Filistin’in hamisi” edebiyatıyla gözlerden kaçırılmışken, üstelik Lübnan krizinde AKP iktidarı tüm gücüyle Telekom’un sahibi Hariri yanlısı ve dolayısıyla Suriye karşıtı bir politika izlerken, Türkiye sınırına “yığılan binlerce Suriyeli sığınmacı”larla birlikte “Suriye sorunu” ortaya çıktı.
Geçen Ekim ayında, büyük “medya” kampanyasıyla Şam’da Türkiye-Suriye “ortak bakanlar kurulu toplantısı” yapılmış, vizeler kaldırılmış ve Türkiye ile Suriye arasında “stratejik işbirliği anlaşması” imzalanmıştı. “Büyük stratejik vizyon sahibi” dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözleriyle, Türkiye ile Suriye, “Ortak kader, ortak tarih, ortak gelecek;El kader el müşterek, El tarih el müşterek, El müstakbel el müşterek” olmuşlardı.
Ama “Arap baharı” “büyük stratejik vizyon sahibi”ni yalancı çıkardı. Yeniden “dizayn” edilen Ortadoğu’ndaki Baas iktidarının son kalesi Suriye karıştı.
Önce küçük bir yerleşim yerinde başlayan “halk ayaklanması” giderek yayıldı ve çatışmalara dönüştü. Tüm emperyalist müdahalelerde olduğu gibi, “binlerce” Suriyeli “baskı ve zulümden kaçarak” Türkiye sınırını geçtiler. Ve şimdi Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin “hami”liğinde Angelina Julie “Suriyeli mültecilerin durumunu yakından görmek” için Türkiye’ye geliyor. 12 Haziran seçimleriyle gündemin alt sıralarına itilen “Suriye sorunu”, artık gündemin ilk sırasındaki yerini almaya hazırdır.
Şimdi “gözler”, seçim yorgunluğunu atmak için tatile çıkmış olan Recep Tayyip Erdoğan’a dönmüş bulunuyor. Daha sekiz ay önce “stratejik işbirliği anlaşması” imzaladıkları Beşar Esad yönetimine karşı nasıl bir “tutum” takınacağı “merakla” beklenmektedir.
Evet, şüphesiz Ortadoğu yeniden “dizayn” edilmektedir. Ve hatta bu “dizayn” çalışmasının sonuna gelindiği bile söylenebilir. Kimi aklı evveller (elbette bunlar her zaman olduğu gibi “solcu” ya da “solumcu” aydınlardır) bu gelişmeler sonucunda “gerici ve otoriter Arap rejimlerinin” yıkılmasından büyük bir mutluluk duymaktadırlar. Ama hiçbiri bu gelişmelerin, Ortadoğu’da emperyalizmin kendisi için gerekli pazarları açmaya ve genişletmeye yönelik olduğunu akıllarına bile getirmemektedirler.
Kapitalist-emperyalizmin en temel sorunu, pazar sorunudur. 1945’lerden sonra dünya sosyalist bloğunun kurulmasıyla pazarlarının üçte birini kaybeden emperyalizm, 1954 yılında Mısır’daki küçük-burjuva devrimci-milliyetçilerin Abdül Cemal Nasır’ın önderliğinde iktidarı ele geçirmeleriyle birlikte Ortadoğu’da da pazar kaybetmeye devam etmiştir. Yugoslavya’ta Tito, Hindistan’da Nehru ve Mısır’da Nasır’ın bir araya gelerek oluşturdukları “üçüncü yol” ya da “bloksuzlar hareketi”, açıktan anti-emperyalist bir tutum takınmazken, dolaylı olarak emperyalizmin pazarı olmadıklarını ilan etmiştir.
Nasır’la başlayan Arap devrimci-milliyetçi iktidarlar dönemi, 1968’de Irak’da ve 1970’de Suriye’de Baas partisinin (Arap Sosyalist Diriliş Partisi) iktidara gelmesiyle genişlemiştir.
Gerek Nasır’ın, gerekse Irak ve Suriye’deki Baas rejimlerinin Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmaları ve SBKP’nin “kapitalist olmayan yol tezi”yle bu iktidarları desteklemesi, emperyalizmin Ortadoğu’da büyük bir pazarı yitirmesine yol açmıştır.
İşte bu Ortadoğu pazarının yeniden emperyalizmin pazarı haline getirilmesi süreci Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağıtılmasıyla birlikte başlamıştır. Bugün Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de, Libya’da ve Suriye’de yaşanılan olayların temelinde, emperyalizmin elli yıldır uzak kaldığı Ortadoğu pazarını yeniden ele geçirme “projesi” yatmaktadır.
Hiç tartışmasız, emperyalizm için bu Ortadoğu pazarlarını yeniden ele geçirmesinin tek yolu, devrimci-milliyetçi Arap iktidarlarının devrilmesinden geçmektedir. Ve bugün bunların gereği yapılmaktadır.
Burada “tipik” olan Mısır, Irak ve Suriye’de onlarca yıldır siyasal iktidarı elinde bulunduran Arap küçük-burjuva devrimci-milliyetçi aydınlarının konumudur.
Baas partilerinin “Birlik, Özgürlük ve Sosyalizm” sloganı, bu devrimci-milliyetçi hareketlerin “tipik” özelliğini dışa vurur. Bu hareketler, temel olarak Arap milliyetçiliğine dayanır. Küçük-burjuva aydın kesimin (sivil ve asker), emperyalizmin desteklediği kralları devirmeleri ve cumhuriyet ilan etmeleriyle birlikte ortaya çıkan devrimci-milliyetçi iktidarlar, Arap milliyetçiliği temelinde anti-emperyalist bir tavır almışlardır. Kendilerine göre, “enternasyonalist sosyalizm”den farklı, Arap ülkelerine özgü bir “sosyalizmi”, “Arap sosyalizmi”ni savunan bu devrimci-milliyetçi hareket, bir yandan “tüm Arapların birliği”ni oluşturmaya yönelirken, diğer yandan emperyalizmin eski tip sömürgesi olmaktan çıkış yollarını aramıştır.
Bu devrimci-milliyetçi küçük-burjuva iktidarları, ülkelerinin emperyalizmin doğrudan pazarı olmaktan çıkmasını sağlarken, diğer yandan emperyalizm tarafından beslenen ve desteklenen “islamcılar”a karşı (Mısır ve Suriye’de “Müslüman Kardeşler”, Irak’da “Şiiler”) “laik cumhuriyet”i savunmuşlardır.
Türkiye’deki “Kemalist” hareket gibi, Arap devrimci-milliyetçi hareketi de, bir yandan emperyalizmin açık pazarı olmaktan çıkarken, diğer yandan yukardan aşağıya “milli burjuvazi” yaratmaya yönelmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin altyapı ve sanayi alanındaki desteğiyle geliştirilmeye çalışılan Arap “milli burjuvazisi”, bu dönemin ve bu iktidarların “tipik” özelliğidir.
Arap devrimci-milliyetçi iktidarlarının (Baas) neleri hedefledikleri, neler yaptıkları ve nasıl yaptıkları uzun bir tarihsel süreci kapsamaktadır. Burada bunları ayrıntılı olarak ele almayacağız. Şu kadarı kesindir ki, bu iktidarlar, elli yıl boyunca bu Arap ülkelerini emperyalizmin doğrudan pazarı olmaktan çıkarmışlardır.
Bir kez daha yineleyelim, adına ister BOP denilsin, ister GOP, her durumda Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden “dizayn” etme “projesi”, işte bu pazarların ele geçirilmesini hedeflemiştir. Bugün yaşanan olaylar, emperyalizmin bu pazarları yeniden ele geçirme ve bu pazarlarda tam denetimi sağlama amacının parçasıdır.
Açıktır ki, emperyalizmin onlarca yıl Ortadoğu’daki Arap pazarlarından uzak kalmasına yol açan siyasal güç Arap devrimci-milliyetçiliği ve Baas iktidarları olmuştur. Bu açıdan, Baas iktidarlarının “son kalesi” olan Suriye’nin son olarak gündeme gelmesinden şaşırtıcı bir yan yoktur.
Bu durum Beşar Esad yönetimi açısından yeni ve şaşırtıcı bir durum değildir. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlikte Amerikan emperyalizminin “dünyanın tek süper gücü” haline geldiği günden bugüne kadar, Suriye ve Irak emperyalizmin sürekli tehdidi altında olmuştur. Suriye açısından bu tehdidin ilk büyük olayı Abdullah Öcalan olayıdır. Ve bilindiği gibi, Hafız Esad bu tehdit karşısında geri adım atmış ve A. Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesini sağlamıştır.
Beşar Esad ve Baas iktidarı, Tunus, Mısır, Yemen ve Libya’daki son gelişmelerden önce de emperyalizmin müdahale tehdidi altındaydılar ve bunun bilincindeydiler. Lübnan’daki Hariri “suikasti” davasıyla sürekli tehdit altına alınmışlardı. Bu tehdidin yoğunlaştığı ve “yakın tehlike” halini almaya başladığı bir dönemde Beşar Esad, AKP iktidarıyla “yakın işbirliğine” girerek bu tehdidi savuşturmaya çalışmıştır. Türkiye’yle imzalanan “stratejik işbirliği anlaşması” da bu çabanın bir ürünü olmuştur. Bir bakıma, denize düşenin yılana sarılması gibi, Beşar Esad yönetimi de, AKP iktidarının açgözlü tefeci-tüccar zihniyetine dört elle sarılmıştır. “Krizleri fırsata dönüştürmek”ten başka bir şey düşünmeyen AKP iktidarı da, bu fırsattan yararlanmaya kalkışmıştır.
Ama şimdi söz sırası Amerikan emperyalizmindedir. Suriye’deki Baas iktidarı, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu zaman içinde yıkılacaktır. Bugün “büyük stratejik vizyon sahibi” AKP de emperyalizmin bu kararlılığını yeni keşfetmiştir. Şimdi bu yeni durumun yaratacağı “krizi” fırsata dönüştürmenin arayışı içindedir. Şurası kesindir ki, Libya olayında görüldüğü gibi, AKP’nin tüm “stratejik vizyonları” tek tek çökmektedir. NATO’nun kara kuvvetleri karargahının İzmir’e taşınması da, AKP’nin “gerçekçi” olduğuna inandığı “stratejik vizyonlar”ının sadece “hayal” olduğunu göstermektedir.
Yine de Baas’ın “son kalesi” Suriye’nin çöküşü, yandaş “medya” aracılığıyla AKP’nin “yeni-osmanlı vizyonu”nun “hayaldi gerçek olacak” inancını yaygınlaştırmanın bir aracı olarak kullanılacaktır.