Manipülasyon: Fr. manipulation, 1. Yönlendirme. 2. Seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme.
Dezenformasyon: Fr. désinformation. a. Bilgi çarpıtma. (TDK)
“... 21. yüzyılı ‘enformasyon’ çağı olarak tanıtan emperyalist propaganda, aynı zamanda iletişim alanındaki gelişmeleri kullanarak, dünya çapında bir ‘enformasyon ağı’ oluşturmuştur. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nda en açık biçimde uygulamaya sokulan CNN’in ‘canlı’ yayınları, emperyalizmin ‘enformasyon’ çağının gereklerine en uygun bir aracı kamuoyunun karşısına çıkarmıştır.
Emperyalizmin ‘enformasyon’ konusundaki bakış açısı, tümüyle ‘dezenformasyon’ anlayışına dayanmaktadır. Yani, kamuoyunun aydınlatılması, onların haber alma özgürlüğünün en geniş ölçekte gerçekleştirilmesi ile emperyalizmin uygulaması arasında temel bir karşıtlık vardır. Emperyalizm, kamuoyunun aydınlatılmasına yönelik ‘enformasyon’ yerine, kamuoyunun koşullandırılmasına yönelik ‘dezenformasyon’u esas almıştır.
Emperyalizmin ‘dezenformasyon’ politikası, olay ve olgulara ilişkin bilgilerin (enformasyonların) kamuoyuna aktarılmadan önce denetlenmesi ve yeniden düzenlenmesi şeklindedir. Eğer mevcut olay ve olgulara ilişkin bilgilerle, istenilen doğrultuda bir kamuoyunun oluşturulması olanaklı değilse, bu bilgilerin yeniden kurgulanması, kamuoyunun ‘sağlıklı bilgi alabilmesi’ açısından ‘gerekli’ görülmektedir.
Kısacası, ‘dezenformasyon’, emperyalist basın ve yayın organları kullanılarak, istenilen konularda belirli bir kamuoyunun oluşturulması amacıyla olayların ve olguların bilinçli olarak değiştirilmesi demektir. Bunun en temel unsurları ise, haberin kurgulanması ve abartılmasıdır.” (Kurtuluş Cephesi, Sayı: 49, Mayıs-Haziran 1999.)
|
“Enformasyon”, kamuoyuna yönelik “malumat”, “haber”, “istihbarat” ya da “bilgi” anlamına gelmektedir. Ancak buradaki “bilgi”nin, gerçek anlamıyla “bilgi” ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bilgi kavramı, bilimsel bir niteliğe sahipken, enformasyon sözcüğünün içerdiği “bilgi”, olan ya da olacak olana ilişkin haber-bilgidir, yani birileri tarafından alınan ya da yapılan “bilgi”dir. Genellikle kitle iletişim araçlarından (yazılı ya da görüntülü “medya”) alınan bu “bilgi” (enformasyon) aracılığıyla, bir konu ya da bir olay üzerine bir yorum ya da düşünce üretilir. Bu “bilgi” (enformasyon), gerçek bilgi olmadığından, buna dayanılarak üretilen yorum ya da düşünce, bilgiye dayalı, bilimsel bir değerlendirme ya da düşünce olarak tanımlanamaz. “Enformasyon”a dayalı yorum, tümüyle “algı yönetimi”nin kapsamına girmektedir. Diğer ifadeyle, “medya” aracılığıyla ortaya konulan “enformasyon”, bilgiye dayalı düşünce üretimi yerine, fiktif/hayali, kurmaca/kurgusal “malumat”a dayalı algı yönetiminin aracıdır. Böylece “medya enformasyon”uyla oluşan/oluşturulan “algı”, doğrudan doğruya kanı ya da sanıdan başka bir şey değildir. Bu yönüyle de, “medya enformasyonu”, önkabullerin, önyargıların oluşturulmasının aracıdır. İşte bu nedenden dolayı, “enformasyon”, denetlenmiş, yeniden düzenlenmiş, kurgulanmış ve abartılmış haber-bilgi olarak aynı zamanda “dezenformasyon” faaliyetinin bir parçasıdır. Bu bağlamda, “globalleşen dünya”nın en büyük dezenformasyon kampanyası, Irak’a ve Irak’taki Saddam yönetimine karşı 1991-2003 yılları arasında yürütülmüştür. 24 Şubat 1991 günü kara harekatıyla (“Çöl Fırtınası” Operasyonu) başlayan Körfez Savaşı sırasında CNN’in “canlı yayın”ları, doğrudan savaş alanından yapılan dezenformasyon kampanyasını en açık biçimde ortaya koyarken, 1991 sonrasındaki dezenformasyon kampanyası, Hollywood filmlerinden uluslararası haber ajanslarının “enformasyon”larına kadar uzanan geniş ve uzun bir süreci kapsamıştır. Ve yıllarca sürdürülen dezenformasyon kampanyasına dayanılarak 19 Mart 2003’de “II. Körfez Savaşı”yla Irak işgal edildi. “Globalleşen dünya”nın ikinci büyük dezenformasyon kampanyası, Yugoslavya’ya karşı emperyalist ülkelerin hava saldırılarının “meşrulaştırılması” için yürütülmüştür. Bu dezenformasyon kampanyasında, ağlayan kadın ve çocuk görüntüleri, yaşlıların içler acısı halleri, sınırlara yığılmış “yüzbinlerce” göçmenin görünümü, bir “insanlık trajedisi yaşandığı” algısının oluşması için “medya” aracılığıyla kamuoyuna sunulmuştur. Buna, “bağımsızlık” için mücadele eden “UÇK gerillaları”nın “kahramanlığı” ve yeterince güçleri olmadığı için “başarısız” kalışlarının görüntüleri eklenmiştir.Böylece Balkanlarda yaşanan “insanlık trajedisi” karşısında NATO’unun “eli kolu bağlı” kalmadığını göstermek için 24 Mart 1999 günü Yugoslavya’ya yönelik hava saldırısı başlatılmıştır (“Kararlı Güç” Operasyonu). Bu “global” dezenformasyon kampanyalarının bir benzeri de, Türkiye’de 2002 yazında yerel düzeyde örgütlenmiştir. Bu dezenformasyon kampanyasını Kurtuluş Cephesi’nin Temmuz-Ağustos 2002 tarihli 68. sayısında şöyle ifade etmiştik: “Avrupa Birliği’nin Ankara temsilcisi Karen Fogg’un ünlü e-maillerindeki ifadesiyle ‘uyuyan güzeller’, ‘rüya timi’ olarak karşımıza çıkartılırken, bir zamanların ‘umudu’ ‘karaoğlan’ Bülent Ecevit (ve özellikle Rahşan Ecevit) akla gelebilecek her yol ve sözcük kullanarak karalanmaya, suçlanmaya başlanmıştır. ‘İş göremez’ raporu alınarak ‘başbakan’lıktan azledilmeye çalışılan Bülent Ecevit’e yönelik suçlamalar, karalamalar öylesi boyutlara ulaştırılmıştır ki, eşi Rahşan Ecevit ‘Marie Antionet’ gibi ‘on binlerce DSP’liyi’ yok eden ‘haris ve meş’um kadın’ olarak sunulmuştur. ‘Rüya timi’nin yaratıcısı ve yöneticisi olduklarını her fırsatta göstermekten hoşlanan ‘Doğan Medya Grubu’na göre Bülent Ecevit’in başbakanlıktan ve parti başkanlığından istifa etmesini engelleyen tek kişi Rahşan Ecevit’ti. Eğer Rahşan Ecevit devreden çıkartılabilinirse, DSP de, Türkiye’de rahatlayacaktı! İstenilen açıktı: Bülent Ecevit başbakanlıktan ve parti başkanlığından istifa edecek, ‘rüya timi’ partinin başına geçecek, İsmail Cem’in başbakanlığında Hüsamettin Özkan’ın koordinatörlüğünde ve Kemal Derviş’in ekonomi yönetiminin tek şefi olduğu yeni bir hükümet kurulacaktı. Ama hesaplar bir türlü tutturulamıyordu! Bülent Ecevit ‘direngen’ çıkmıştı, ‘inat’ ediyordu! Ve tüm kamuoyu oluşturma araçları (medya) kullanılarak amaca ulaşmak için yola çıkıldı. Ve ülkemiz tarihinin en açık, en sıradan, ama bir o kadar ‘akıllıca’ yapıldığı düşünülen dezenformasyon faaliyeti ve bu yolla kamuoyunun koşullandırılması süreci başlatıldı. Medyatik dilde söylersek, ‘düğmeye’ 29 Mayıs günü gazetelere ilan vererek TÜSİAD basmıştır. ‘Türkiye: Nasıl Bir Gelecek?’ başlığıyla yayınlanan TÜSİAD ilanında şöyle deniliyordu: ‘Türkiye, tarihi bir yol ayrımında. AB ile ilgili kararlara bağlı olarak, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde nasıl bir ülkede yaşayacağımız ve nüfusumuzun yarısını oluşturan gençlerimize nasıl bir Türkiye bırakacağımız bu yıl içinde belli olacak. Refah düzeyi yüksek, siyasi ve demokratik standartların en üst düzeyde uygulandığı, ekonomisi sağlam, gençlerine çağdaş eğitim ve istihdam olanakları sağlayan, dünyanın gelişmiş ülkeleriyle aynı düzeyde bir Türkiye mi, yoksa ekonomik sarsıntıların belirli aralıklarla devam ettiği, istikrara kavuşmamış siyaseti ile geleceği belirsiz, kişi başına 2000 dolarlık bir milli gelire mahkum olmuş bir Türkiye mi?’ ... TÜSİAD, sadece ‘düğmeye’ basmakla kalmamış, aynı zamanda bu savaşın taktiklerini de belirlemiştir. ‘Medya’nın tüm yapacağı iş, bir yandan Bülent Ecevit’in ‘sağlığı’ ve ‘eşi’ ile ilgili haberleri gündemin ilk sırasına çıkartırken, diğer yandan ‘AB karşıtı’ MHP’yi ‘yeni oluşum’la işbirliği yapmayı kabul etmesi için köşeye sıkıştırmaktır. Böylece ‘medya’, ülke tarihinin en büyük manipülasyon ve dezenformasyon operasyonlarından birisine başlamak için ‘start’ almıştır. Ağustos ayına girildiğinde, TÜSİAD’ın Mayıs ayı sonunda başlattığı ‘AB’ kampanyasının gelişim ve dönüşüm aşamalarının Avrupa Birliği ile ilgili olmadığı, ‘AB yanlıları’nın bir başka amaç için kullanıldığı daha açık görünür olmuştur: Irak saldırısı ve saldırı sonrası Orta-Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi.” Ve bu dezenformasyon kampanyası sonucunda Kasım 2002’de seçimlere gidilmiş ve sekiz ay önce kurulmuş olan AKP bu seçimlerden birinci parti çıkarak tek başına iktidara gelmiştir. Bugün, emperyalizmin aynı dezenformasyon ve manipülasyon kampanyası Libya ve Kaddafi için yürütülmektedir. Kampanyanın açılışı Mısır ve Tunus “devrimleri”nin “domino etkisi” adı altında yapıldı. Önce Libya’nın doğu bölgesine egemen olan aşiretler “sivil göstericiler” olarak sunuldu. Ardından “sivil-barışçıl gösteri”ler “Kaddafi’nin baskı düzenine karşı direniş” olarak ilan edildi. Ve “sivil direniş”in silahlı aşiret güçlerinden oluştuğu gerçeği ise kamuoyundan sürekli gizlendi. Artık sadece “çılgın”, “deli” Kaddafi’nin “42 yıllık baskı düzenine” karşı “direnişçiler” vardı! Türkiye “medya”sında Kaddafi’ye yönelik dezenformasyon kampanyası 20 Şubat 2011’de başlatıldı. “Kaddafi’ye başkaldıran protestocular”ın Bingazi’yi ele geçirdiklerine ilişkin haberlerle birlikte “Libya’dan Jet tahliye” haberleri manşetlere çıkartılırken, Kaddafi’nin ne kadar acımasız bir “cani” olduğunu gösteren manşetler atıldı. 22 Şubat tarihli gazeteler, “Kaddafi’nin uçakları”nı manşetlere çıkardılar. Böylece “uçuşa yasak bölge” yaratılması ve bu amaçla askeri müdahalede bulunulması için uygun bir gerekçe ortaya çıkarılmaya başlanıldı. Bir yandan Kaddafi’nin “uçakları” öne çıkartılırken, bir yandan da Kaddafi’nin “gidici” olduğu ve hatta “kaçtığı” haberleri yayılmaya başlanıldı. “Medya”ya göre, artık Libya, Kaddafi “deli”sinin kan banyosuna dönmüştü. AKP hükümeti de, Libya’da çalışan 25 bin “Türk”ü bu kan banyosundan kurtarmak için tahliye işlemlerini başlattı. Gazete ve televizyon haberlerine bakılacak olursa, Türkiye, tarihinin en büyük “tahliye harekatı”nı gerçekleştirerek 25 bin “Türk”ü Libya “cehennemi”nden kurtarmıştı. Ve Libya’da Kaddafi yönetiminin “protestocular”a karşı uyguladığı “şiddet ve katliam” Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ele alındığı 26 Şubat gününü kadar “katliam” haberleri birbiri arkasına manşetlere çıkartıldı. 26 Şubatta toplanan BM Güvenlik Konseyinin, Libya’nın BM elçisinin dua ve yalvarışları altında Libya’ya karşı ilk yaptırım kararını almasıyla birlikte manşetler değişmeye başladı. “Sivil protestocular”, “rejim muhalifleri” haline dönüştürülürken, bu silahlı “muhalif-ler”in tek tek kentleri nasıl ele geçirdiklerinin haberleri yapılmaya başlandı. Kaddafi için “çember daralmış”tı, ay-yıldızlı krallık bayrağının dalgalandığı yerlerde Kaddafi’ye “yer yok”tu! İşte tam bu sırada Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy 5 saatlık bir görüşme için 25 Şubatta Türkiye’ye geldi. “Müzmin Türk düşmanı” olduğu için de “düşük profilli karşılama” töreni yapıldı. “Medya”ya göre, Sarkozy Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmakla bunu hak etmişti. Ama Sarkozy’nin apartopar ve sudan bir bahaneyle Türkiye’ye neden geldiği ise açıklanmadı. Üç gün sonra, 28 Şubat günü Recep Tayyip Erdoğan, olayların hızla askeri müdahaleye doğru gittiği bilgisiyle konuştu ve “Libya’daki olaylar karşısında müdahale ya da yaptırımların gündeme alınmasını Libya halkı adına, Libya’daki yabancılar adına kaygı verici buluyoruz. Yönetimlerin yanlışlarının faturası, halklara ödetilmemelidir. Libya halkının cezalandırılması anlamına gelecek her türlü yaptırım ve müdahale büyük ve kabul edilemez sıkıntılara sebep olabilir. Şimdi bize basın mensupları soruyor. NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, tartışılamaz.” dedi. Ve yine aynı günkü haberlerde ABD’nin “Kaddafi’ye son teklifi” yer aldı. Buna göre, “Kaddafi sonrası” Libya’yı görüşmek üzere Cenevre’deki BM İnsan Hakları Konseyi toplantısında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Kaddafi için artık gitme zamanı geldi” ifadesini kullandı. Clinton ayrıca, Libya’daki şiddet olayları devam ettiği sürece, “her türlü seçeneğin masada olacağını” söyledi. Görünen oydu ki, Libya’ya askeri müdahale için kamuoyunun hazırlanması süreci henüz tamamlanmamıştı. Bunun için biraz daha zamana ihtiyaç duyuluyordu. “Türk medyası” da, üzerine düşen dezenformasyon görevini yerine getirmek için canla başla çalışmayı sürdürdü. Mustafa Karaalioğlu’nun yönetiminde “imaj” değiştiren Star gazetesi, iç kamuoyunu koşullandırmak için Kaddafi’nin “Barbaros’a dil uzattı”ğı haberini manşetten vererek dezenformasyon alanında bir adım öne atıldı. Ama olaylar dezenformasyondaki “ilerleme”ye ters orantılı olarak gelişmeye başladı. Tarihler 9 Martı gösterdiğinde Kaddafi güçlerinin isyancıların elindeki kentleri birer birer ele geçirdiği haberleri gelmeye başladı. Günler ilerledikçe Kaddafi güçlerinin isyanın başkenti olan Bingazi’ye doğru ilerlemesi ve Bingazi’yi kuşatması üzerine BM Güvenlik Konseyi 18 Mart günü “acil” olarak taplandı. BM’ler Güvenlik Konseyi, Lübnan tarafından teklif edilen ve 5 çekimser oya karşı 10 oyla kabul edilen karar tasarısıyla, “BM’ye üye tüm ülkelere, BM Genel Sekreteri ile işbirliği halinde olmak kaydıyla Bingazi’de yaşayan siviller dahil Libya’da saldırı tehdidi altında olan sivilleri korumak üzere, Libya’nın hiçbir yerinde, herhangi şekilde bir yabancı işgalci güç oluşturmadan, gerekli tüm önlemleri almaları yetkisi” verdi. Böylece BM yoluyla Libya’ya askeri müdahalenin “yasal” kılıfı da oluşturulmuş oldu. 19 Mart 2011 – Saat 18:45 Fransa’nın “önderliğinde” askeri müdahale başladı (“Şafak Yolculuğu” Operasyonu). Evet, emperyalizmin Libya müdahalesine yönelik dezenformasyon 19 Mart günü Libya’nın bombalanmasıyla birlikte amacına ulaştı. Böylece son yirmi yıl içinde “medya” yoluyla gerçekleştirilen üç büyük dezenformasyon kampanyası “başarıyla icraa edilmiş”tir. Bu süreçte en “tipik” olan ise, Türk “medya”sının Libya’ya emperyalist müdahalenin “meşruiyetini” sağlamak için yürütülen dezenformasyonun merkezini oluşturmasıdır. Türkiye’nin Libya’da 14 milyar dolarlık müteahhitlik ihalelerine sahip olduğu ileri sürülürken ve Recep Tayyip Erdoğan, daha birkaç ay önce “Uluslararası Kaddafi Barış Ödülü”nü almışken böylesine bir dezenformasyonun “merkezi” olması ilk bakışta “şaşırtıcı” gibi görünmektedir. Oysa bundan önceki büyük Irak ve Yugoslavya dezenformasyonlarına bakıldığında, her zaman “figüran rolü” oynayan Türkiye’nin “bir koyup üç alma” mantığıyla hareket ettiği ve her durumda emperyalizme göbekten bağlı olduğu açıkça görülmektedir. Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyi haklı ve mazur göstermek için yürütülen dezenformasyon kampanyasında Türkiye “medya”sının “merkezi” rol oynamasının, daha doğru ifadeyle oynatılmasının temel nedeni, dezenformasyon kampanyasının amacının, kamuoyunda müdahale edilecek ülkede bir “insanlık trajedisi”nin yaşandığı, “sivil halk”ın ölümle yüzyüze olduğu “algı”sı oluşturmak için “uygun” olmasıdır. Libya’da “mahsur kalan binlerce Türk vatandaşı”nın “tahliye” olayı, tipik bir dezenformasyon operasyonu olmuştur. Benzer olaylar 1991’de Irak’ta 36. paralelin kuzeyinde “uçuşa yasak bölge” oluşturulması sırasında “yaşandığı” gibi, 1999’da Yugoslavya saldırısında da aynı şekilde “yaşanmış”tır. Tüm bu dezenformasyon kampanyası ve operasyonları içinde emperyalizmin Libya müdahalesinin en önemli özelliği, Arap ülkelerindeki 1954’de Nasır’la başlayan devrimci-milliyetçi iktidarların (Baas rejimleri) açık ve kesin biçimde tasfiye edilmesidir. Saddam’la başlayan, Arafat’ın “sessiz sedasız” tasfiyesi ile süren ve “Tahrir Meydanı” eylemleriyle Mısır’daki Baas rejiminin son kalıntılarının tasfiye edilmesi süreci Libya’da devam etmektedir. Bugün Baas rejimlerinin biçimsel olarak da olsa “son kalesi” olan Suriye bu tasfiye sürecinin son halkası durumundadır. Gelecek günlerde Suriye’ye yönelik yeni bir dezenformasyon kampanyasının başlatılması fazlaca şaşırtıcı olmayacaktır. Son olarak belirtelim ki, emperyalizmin dezenformasyon kampanyası hemen her durumda kamuoyunu etkilemeyi başarmaktadır. Ama en büyük başarısı, bu dezenformasyon ortamında ilerici ve demokrat kamuoyunun “canilere” sahip çıktığı suçlamasına muhatap olmamak için tepki veremez hale getirilmesi ve pasifize edilmesidir. |