“Medya”nın “Devrim” Aşkı!
[Tunus ve Mısır “Devrimi”]
Önce Tunus “karıştı”. Binlerce insan sokaklara döküldü. Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali, bir gece ansızın ülkesini terk etti.
“Medya”ya göre, Zeynel Abidin bin Ali, Burgiba’yı bir “saray darbesi”yle (Coup de Tête) devirmiş ve 23 yıldır Tunus’u “demir yumruk”la yönetiyordu. Bu “Batıcı, islam düşmanı ve laik” zorba yönetim, Aralık sonlarında üniversite mezunu bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla “fitili ateşlenen” bir “halk ayaklanması”yla devrildi. Bu bir “devrim” idi!
Ardından birden “domino teorisi” geldi. Tunus “devrimi”nin tüm bölgedeki yönetimleri etkileyeceği öngörüldü. Bu teorik öngörüye göre, sırada Cezayir, Libya vardı. Onları Mısır, Ürdün, Fas ve Suriye takip edecekti. Bir başka deyişle, Tunus “devrimi”, bütünsel bir “Arap devrimi”ne dönüşerek tüm Ortadoğu’nun değişmesinin fitilini ateşlemişti.
Her cinsten ve çeşitten “uzmanlar” bu öngörü temelinde Ortadoğu’nun nasıl “dizayn” edileceği üzerine günlerce konuştular. “Ilımlı islam” yandaşları, Tunus’ta “laik yönetim”in devrilmesinden duydukları sevinçle yeni Ortadoğu’da “islamın yeniden yükselişi”nden söz ettiler.
Bu “yeni Ortadoğu” öngörülerinden önce Libya elendi. Kaddafi “güçlü”ydü ve Libya’daki değişim ancak Kaddafi’nin ölmesinden sonra olabilirdi. Böylece “medya” uzmanlarının tüm dikkatleri Cezayir üzerinde toplandı. Cezayir, “laik” bir ülke olarak, 1991-2002 yılları arasında “islam devrimi”ni hedefleyen FIS’ın[1*] gerilla savaşı dönemini yaşamış ve 2009’da “laik berberiler”in isyanına sahne olmuştu. Tunus’un ardından Cezayir’in düşeceğinden kimse şüphe edemezdi.
Ama Tunus “devrimi”, tüm “uzmanlar”ın beklentilerine rağmen bir hafta sonra Mısır’da “domino etkisi” yaptı. İlk sokak gösterilerinin ardından Muhammed El Baraday’ın “muhalefet lideri” olarak sahneye çıkması, “bir milyon”luk gösteri hazırlıkları vb. derken, ardından Mısır ordusunun “halka ateş açmayacağız” açıklaması geldi. Böylece Hüsnü Mübarek’in “ipi” çekilmiş oldu. Herkes Tunus’tan sonra Mısır’da da “devrim” olduğuna hükmetti.
İşte tam bu “hüküm” ortaya çıktığında, yani Tunus olaylarından iki ve Mısır olaylarından bir hafta sonra Recep Tayyip Erdoğan suskunluğunu bozarak sahneye çıktı. Büyük bir “demokrat” havası içinde Hüsnü Mübarek’e “halkın isteklerine kulak vermesini” tavsiye etti. “Medya”ya göre (yandaşından merkezine kadar tüm “medya”), Recep Tayyip Erdoğan Mısır’daki göstericilere “tam destek” verdi. Üstelik konuşması “Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda yankı buldu”. Dahası 8-9 Şubat günlerinde Mısır’a yapacağı “ziyareti” de ertelediğini açıkladı.
Böylesine “devrim”ler karşısında elbette legalist sol da sessiz kalamazdı. Öyle de oldu. Bir grup legalist sol, her zaman olduğu gibi, Taksim Tramvay durağında, “Tunus’tan Mısır’a Emekçi Halk Ayakta! Zafer Direnen Emekçilerin Olacak” sloganlarıyla olaylara “destek çıktılar”.
Mısır’da Müslüman Kardeşler[2*] örgütünün gücünü hesaplayan “uzmanlar”a göre ise, olaylar “islam cumhuriyeti”nin kurulmasına da yol açabilecek boyutlara sahiptir. Bunlara göre, Mısır “devrimi”, aynı zamanda bir “islam devrimi” olacaktır. Başka “uzmanlar”a göre ise, Tunus ve Mısır’da gelişen olaylar Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin uygulanmasından ibarettir.
Olaylar aynı olmakla birlikte “rivayet muhteliftir”. Mısır olaylarında ortaya çıkan “muhtelif rivayetler”in temelinde ise, herşeyi bildiğini ve her konuda bir “fikri” olduğunu iddia eden “uzmanlar”ın hiçbir şey bilmedikleri ve hiçbir ülkeyi yakından izlemedikleri gerçeği yatmaktadır. Bu “uzmanlar”ın bilgi kaynağı, sadece Batı haber ajanslarıdır. Böyle olduğu için de, “medya”da boy gösteren hemen herkes bu ajansların geçtiği haber kırıntılarıyla durumu idare etmeye çalışmaktadırlar.
Batı haber ajanslarına göre, Hüsnü Mübarek rejimi, doğrudan ABD tarafından desteklenmekte ve finanse edilmektedir. Bu değerlendirmenin kanıtı da, ABD’nin her yıl Mısır’a 1,3 milyar dolar askeri hibede bulunmasıdır. Hemen her “uzman” ve “yorumcu”, bulduğu ilk fırsatta ajansların geçtiği bu askeri hibeden söz ederek, konunun ne kadar “uzmanı” olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Öte yandan 1 Şubat günü, El Cezire’nin sayılamasına göre, “Tahrir Meydanı”nda bir milyon (“evet, ama yetmez”, iki milyon) kişinin toplanması karşısında Mısır’ın nasıl büyük bir “devrim” geçirmekte olduğu yorumları ortalığı kapladı. Böylesi bir kitlenin “Tahrir Meydanı”nda “çocuklarıyla” birlikte toplanması ile Mısır ordusunun “göstericilerden yana tavır alması” arasında ilişkiye ise pek azı değinmekle yetindi.
Bir yanda ABD’den yılda 1,3 milyar askeri hibe alan Mısır ordusu, öte yanda, Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle “halkının isteklerine kulak veren” Mısır ordusu bulunmaktadır.
Şimdi Batı haber ajanslarından derlenmiş tüm bu “olgulara” bakarak, “Mısır devrimi”nden söz edilip edilemeyeceğini, Mısır’ın geleceğinin ne olacağını, Tunus’tan başlayan “domino etkisi”nin nerelere kadar uzanacağını saptamak gerekir. Gerekir, çünkü geleceği “bilmek” isteyen, bunun için falcılardan, cincilerden, burçlardan medet uman bir küçük-burjuva dünyasıyla yüzyüzeyiz. Bu nedenle, işimiz bilgi kırıntılarıyla “kahinlik” yapmaktır.
Herşeyden önce, devrimin, en bilinen tanımıyla, halkın devrimci girişimiyle –aşağıdan yukarı– mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla –yukarıdan aşağıya– daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesi olduğundan yola çıkarsak, açıktır ki, ne Tunus’ta, ne Mısır’da devrimden söz edilemez.
Ama “devrim” denilen şey, ortalığın karışması sonucu yaşanılan bir “altüst” olma durumu olarak tanımlanırsa, açıktır ki, Tunus’ta, Mısır’da olduğu kadar dünyanın pek çok ülkesinde “devrimler” olmaktadır. Hatta AKP’nin anayasa referandumu, yargıyı “dizayn” etme girişimi vb. de, “kemalist-laik cumhuriyet” yapısının bir “altüst” edilmesi anlamında “devrim” olarak yorumlanabilir.
Oysa Batı haber ajanslarından alınan bilgi kırıntıları bile, gelişen olayların birden patlak veren kendiliğinden “isyan”lar olmadığını, uzun süredir hazırlandığını ve pek çok belirtinin aylar ve hatta bir yıl öncesinden ortaya çıktığını göstermektedir. En basitinden Mısır’da “alternatif” olarak ortaya çıkan Muhammed El Baraday, yaklaşık bir yıldır cumhurbaşkanı adayı olarak Batı “medya”sında yer almaktadır. Ancak mevcut Mısır anayasasına göre cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli koşullara sahip olmadığı için “fazla şansı” olmadığından söz edilmiştir.
Bu “müstakbel” cumhurbaşkanı adayı El Baraday, bugün “Tahrir Meydanı”nın iktidar seçeneği olarak piyasaya sunulmuştur. Aynı El Baraday, aynı Amerikan emperyalizminin adamı olarak, Saddam Hüseyin döneminde Irak’ın “nükleer silah üretimi”ni denetlemekle görevlendirilmiş kişidir. Amerikan emperyalizminin hizmetinde kusur etmemiş El Baraday’ın Mısır’ın yeni cumhurbaşkanı olarak iktidara taşınmasının ne kadar “devrim” ya da “değişim” olacağı da açıktır.
Evet, Amerikan emperyalizminin bir “Büyük Ortadoğu Projesi” vardır. AKP’nin “amiral gazetesi” Yeni Şafak’a göre, ABD’nin bu projeyle üç amacı bulunmaktadır: Müslüman ülkelerde demokrasinin yaygınlaştırılması, serbest piyasa ekonomisinin geliştirilmesi ve radikal dini grupların örgütlenmelerinin önlenmesi.” Ve yine Yeni Şafak’a göre, bu proje, “Türkiye modelli Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Yani Obama’nın sözleriyle “model ortak” olan Türkiye “modeli” Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin çıkarlarını en iyi biçimde savunan “ılımlı islam” hükümetlerinin kurulması projesidir.
Bu sözler, 2004 yılında yazılmış ve yayınlanmıştır.
Şimdi aradan altı yıl geçtikten sonra Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin uygulamaya sokulduğundan söz edilmektedir.
Elbette Amerikan emperyalizminin bir “Büyük Ortadoğu Projesi” vardır. W. Bush döneminde “neo-con”lar tarafından ortaya atılmış bir “plan”dır. Bu plana (“proje”) göre, Arap ülkeleri, “enerji kaynaklarının denetimi” açısından özel bir öneme sahiptir. Dolayısıyla Arap ülkelerinin uzun dönemli olarak kendi çıkarlarına uygun hale getirilmesi ve uzun dönemli olarak “enerji kaynaklarının denetimi”ni sağlayacak bir yapıya dönüştürülmesi Amerikan emperyalizminin bir “ideali”dir. Ancak bu “ideal”, “tink-tank” kuruluşlarının yaptığı “fikir fırtınası” toplantılarının konusu olmaktan öte bir pratik değere sahip değildir. Herkesin bildiği gibi, W. Bush döneminde ortaya atılan “Büyük Ortadoğu Projesi”, tümüyle Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin ve İran’daki molla rejiminin devrilmesinin “fikri altyapısı” olarak ortaya atılmıştır. Bundan daha ötesi yoktur. Çünkü Amerikan emperyalizminin zaten kendisine mutlak olarak bağlı Arap ülkelerindeki yönetimleri değiştirmesini gerektiren bir durum mevcut değildir. “Büyük Ortadoğu Projesi”nin tüm Arap ülkelerindeki mevcut iktidarların değiştirilmesini amaçladığını iddia etmek, bu ülkelerdeki mevcut iktidarların Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla çatıştığını iddia etmekle eşdeğerdir.
Bugün Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin Amerikan emperyalizminden yılda 1,3 milyar dolar askeri hibe aldığı yazılıp çizilmektedir. Böylesine bir askeri yardım alan bir rejimin ne kadar Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla çatıştığı ise akıldışı bir durumdur. Amerikan emperyalizminin, ne Tunus’taki Zeynel Abidin iktidarıyla, ne de Mısır’daki Hüsnü Mübarek yönetimiyle çelişkisi ve çatışması vardır. Bu nedenle onları devirmesinin hiçbir mantıklı nedeni yoktur.
Öte yandan, Ortadoğu’nun en “otoriter” rejimlerinin başında Suudi Arabistan gelmektedir. Bugün “domino etkisi”nden söz edildiğinde Suudi Arabistan’ın adı bile anılmamaktadır.
Bu durumda, aklı çok fazla zorlayarak, Amerikan emperyalizminin kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan “laik” Arap yönetimlerinin yerine “ılımlı islam” yönetimlerini işbaşına getirmek için devirmek istediğinden söz edilebilir. Ama Amerikan emperyalizminin böyle bir amacı olduğunu, yani Ortadoğu’da dinsel niteliği olmayan yönetimleri devirerek, yerlerine din devletini (“ılımlı islamcılar”) kurmaya çalıştığını söylemek, olsa olsa “laik” olarak adlandırılan yönetimlerin kendi çıkarlarını eskisi gibi korumadığını düşündüğünü söylemek demektir. Bu durumda da, “ılımlı islamcılar”ın Amerikan emperyalizminin yeni müttefiki olduğunu saptamak gerekir. Bunun da tek gerekçesi, islam ülkelerinde Amerikan karşıtı “radikal dinci” hareketlerin çok güçlendiği olacaktır.
İşin en “ilginç” tarafı ise, bu türden iddiaların ve teorilerin Türkiye’de, özellikle de “ılımlı islam” yandaşları ve karşıtları tarafından yapılmasıdır. Bunun nedeni de, Amerikan emperyalizminin AKP’yi neden desteklediğini tam olarak anlayamamalarıdır.
Sıkça vurguladığımız gibi, AKP ile Amerikan emperyalizmi arasındaki ilişki, doğrudan emperyalizmin pazar gereksinmesinin ve meta ihracının göreceli olarak önem kazanmasının ürünüdür. Bunun da “enerji kaynaklarının denetime” alınmasıyla doğrudan değil, dolaylı olarak ilişkisi vardır. Üstelik Türkiye’deki bir “ılımlı islamcı” hükümetin işbaşında olmasının “enerji kaynakları”yla doğrudan ilişkisi zaten yoktur. Zorlamayla Türkiye’nin “enerji yolları” üzerinde “stratejik” öneme sahip olduğunu iddia ederek, Amerikan emperyalizminin “enerji kaynaklarının denetimi”ni hedefleyen “Büyük Ortadoğu Projesi”nde Türkiye’yi “kilit ülke” olarak göstermek olanaklıdır.
Tunus ve Mısır olaylarının gösterdiği tek gerçek, Amerikan emperyalizminin yıpranmış yönetimleri değiştirmesidir. Bu da Amerikan emperyalizminin yeni bir tutumu değildir. Hemen her durumda, mevcut bir iktidar ülkesini yönetemez hale geldiğinde, bizatihi Amerikan emperyalizmi tarafından altedilmiştir. Çoğu durumda yıpranmış yönetimlerin değiştirilmesi askeri darbeler yoluyla gerçekleştirilmiştir. Ancak Ukrayna’daki “Turuncu Devrimi”, bu amaç için yeni yöntemlerin kullanılabileceğini göstermiştir. Böylece Amerikan emperyalizmi yıpranmış yönetimleri (ve de kendi çıkarlarını yeterince iyi savunmadığını düşündüğü yönetimleri) kurgusal kitle hareketleri yoluyla, “demokrasi” söylemiyle değiştirebilmektedir.
Bugün Tunus ve Mısır’da sokağa dökülen kitlenin ne ölçüde “kendiliğinden” sokağa döküldüğüne ilişkin tüm bilgi emperyalist haber ajanslarından gelmektedir. Bilinebilenler, sadece Tunus ve Mısır’da daha önceki yıllarda yüksek fiyat artışları nedeniyle kitlelerin sokaklara döküldükleridir. Bu da, bu ülkelerde “çarşı esnafı”nın kitle hareketlerinde etkin bir unsur olduğunu göstermektedir.
Mısır’daki olayların üzerinde Tunus’taki “devrim”in “domino etkisi”nden söz etmek, birbirleriyle benzeş yapıya sahip olmayan, dolayısıyla tarihsel olarak birbirlerini etkilememiş iki ülkeyi özdeşleştirmeye kalkışmak demektir. Mısır’da BAAS rejimi kurulurken ve etkisi Suriye ve Irak’ta ortaya çıkarken, Tunus’ta hiçbir etkiye sahip olmamıştır. Bu açıdan iki ülkenin birbirini etkilemesinden, “domino etkisi”nden söz etmek olanaksızdır.
Gerçekte, Tunus ve Mısır’da geniş halk kitleleri mevcut iktidarlardan hoşnut değildir. Zaman zaman bu hoşnutsuzluklarını eylemlerle dışavurmaktadırlar. Mısır’da 2011 Ekiminde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktır. Bir başka deyişle, Ekim 2011’deki cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte Hüsnü Mübarek dönemi sona ermek üzeredir. Ama Hüsnü Mübarek, tüm “tavsiyelere” kulak asmayarak kendi oğlunu aday göstermeye yeltenmiştir. İşte bu ortamda cumhurbaşkanlığı seçimi için hazırlık yapan muhalefet harekete geçmiştir. “Tahrir Meydanı”nda atılan sloganlar da, Müslüman Kardeşlerin yaptığı açıklamalar da, amacın sadece Mübarek’in “çekilmesi” olduğunu ortaya koymaktadır. Mübarek’in Ekimdeki seçimlerde aday olmayacağı belli olmasına rağmen, böyle bir “talebin” meydanlarda dile getirilmesi, açıktır ki, Mübarek’in oğlunun cumhurbaşkanı adayı olmasını engellemeye yöneliktir. Ve Mısır ordusu da bu adaylıktan “rahatsız”dır.
Böylesi bir seçim ortamında Amerikan emperyalizminin yaptığı tek şey, kendi adayını, yani El Baraday’ı öne çıkartmaktan ibarettir. “Korkulan” tek şey, “radikal islamcı” Müslüman Kardeşler örgütünün bu ortamdan yararlanarak iktidarı ele geçirmek için silaha sarılmasıdır. Bu nedenle sokak eylemlerinin böylesi bir silahlı ayaklanmaya dönüşmesi olasılığı önlenmeye çalışılmaktadır. Öte yandan seçim döneminde ortaya çıkan bu kitle gösterilerinin Müslüman Kardeşler örgütü için de beklenmedik bir durum olduğu görülmektedir. Bir bakıma hazırlıksız yakalanmışlardır. Ancak bütün bunların ne kadar gerçeklikle çakıştığı bugün için belirsizdir. Özellikle Müslüman Kardeşler örgütüne ilişkin yorumlar, tümüyle onlarca yıl öncesine ilişkin bilgilere dayanmaktadır. Onların nasıl bir değişime ve dönüşüme uğradıklarına ilişkin bilgi mevcut değildir. El Baraday’ın böylesine kolayca piyasaya sürülebilmiş olması da, Müslüman Kardeşler örgütünün sanıldığı kadar güçlü olmadığını, en azından kentlerde fazla gücü olmadığını göstermektedir.
Bugün için Mısır’daki gelişmelerde Ukrayna tipi “devrim” yönteminin ne kadar etkili olduğu bilinmemektedir. Bilinen tek şey, “medya” görüntülerinde fazlaca yer almayan “çadırlar”ın “Tahrir Meydanı”nda da kurulduğudur.
Olaylar ister kitlelerin kendiliğinden isyanı olarak ortaya çıkmış olsun, ister kurgusal bir kitle hareketi yaratılmış olsun, her durumda cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yıpranmış Hüsnü Mübarek yönetiminin değişeceği ve Amerikan emperyalizminin, bu durumdan “vazife” çıkararak, yıpranmış yönetimleri değiştirmek zorunda kaldığıdır. “Medya”nın “devrim” dediği de, bu yıpranmış yönetimlerin değiştirilmesinden ibarettir.
[1*] Dünyadaki gelişmeleri Batı haber ajanslarından birebir çevirerek veren “Türk medya”sının ve her cinsten “uzman”ın Cezayir tarihini anlatırken kullandıkları FIS, İslamcı Kurtuluş Cephesi’nin Fransızca (Front Islamique du Salut) kısaltmasıdır. Bu bile, “medya”nın ve “medya uzmanları”nın bölgeyi ne kadar “yakından” takip ettiklerinin bir kanıtıdır. [2*] Burada Mısır vb. ülkeleri “çok iyi bildiğimizi” göstermek için, Müslüman Kardeşler yerine “İhvanü’l-Müslimin” ya da sadece “İhvan” diye yazmamız gerekiyor. Böyle yazdığımızda, okuyucu, “medya uzmanları” gibi bizim de “çok şey” bildiğimizi sanacaktır. Elbette “okuyucu”nun kim olduğuna göre değişen bir “sanı”dır.