Kürt ulusal sorunu, her zaman olduğu gibi ülkenin gündemindeki yerini seçimlerden sonra da korudu. (Hiç şüphesiz sorun çözülene kadar da gündemde kalmayı sürdürecektir.) Bir yandan PKK silahlı eylemlerinin artması, diğer yandan BDP’nin seçilmiş milletvekillerinin “meclis boykotu” ve DTK’nin Aysel Tuğluk’un ağzından “demokratik özerklik” ilan edişi Kürt ulusal sorununun ülke gündeminin ön sırasına çıkmasının en önemli nedenleri oldu.
Her ne kadar PKK’nin artan silahlı eylemleri sonucu “şehit” sayısındaki artış (özellikle Silvan’da 13 askerin ölmesi) “orduyu yıpratmanın” bir aracı olarak “yandaş medya” tarafından kullanılmışsa da, ortaya çıkan gelişmeler bir kez daha herkesi “neler oluyor” sorusunu sormaya itti.
Oysa A. Öcalan, “devletle” görüşmelerin sürdüğünü, üç protokol hazırlandığını, “müzakere aşaması”na gelindiğini söyleyerek “umutlu” konuşuyordu. Bu da PKK’nin referandum öncesinde ilan ettiği ve seçim sürecinde süren yaklaşık bir yıllık ateş-kesin daha uzun süre süreceği “umutları” yaratmıştı. Gerçi Recep Tayyip Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır” diye seçim meydanlarında konuşmuşsa da, bulduğu her fırsatta “tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek dil” diye nutuklar atmışsa da, tüm bunlar MHP’yi “baraj altına çekmek için uygulanan seçim taktiği” olarak algılanmıştı.
Ve nihayetinde fiilen PKK’nin ilan ettiği ateş-kes sona erdi. Bir kez daha “barış/savaş” söylemleri egemen söylem haline geldi.
İşte bu süreçte en çok sözü edilen, ama en az tartışılan olay ise, A. Öcalan’ın “demokratik özerklik” söyleminin DTK tarafından resmen ilan edilmesi oldu.
DTK’nın ilan ettiği “demokratik özerklik”in ne olduğu ve neleri içerdiği, bir yığın sözcük kalabalığı içinde (ve Silvan olayının gölgesinde) kaybolmuşsa da, açık olan gerçek, Kürt hareketinin ulusal-kültürel özerklik talebinden bölgesel özerklik talebine (BDP milletvekili Emine Ayna, “biz talep etmiyoruz, yapıyoruz” demişse de) doğru evrildiğidir. Bir kez daha Kürt ulusal sorunu “Kürt sorunu” haline dönüşmektedir.
Son on yılda, PKK’nin “
ulusal-kültürel özerklik” talebi, çok açık biçimde “
toprağa bağlı olmayan ulusal-kültürel özerklik” talebi olarak formüle edilmiştir. Tarihsel olarak Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi’nin 1899 yılında gerçekleştirdiği Brünn Kongresi’nde Yugo-Slav milliyetçilerinin, “Avusturya’da yaşayan her ulus, üyelerinin bulunduğu bölgeye bakılmaksızın, kendi tüm ulusal (dil ve kültür alanındaki) işlerini tam bağımsız olarak yöneten özerk bir grup oluştururlar.” önerisiyle ortaya atılmıştır. Lenin’in yalın bir biçimde ifade ettiği gibi, bu “toprağa bağlı olmayan” ulusal-kültürel özerklik, “eğitimin uluslara göre bölünmesi”nden başka bir anlama gelmemektedir.
Bunun yanında “
toprağa bağlı ulusal-kültürel özerklik” talebi PKK tarafından çok itibar görmemiştir. “Toprağa bağlı ulusal-kültürel özerklik”, “her yurttaşın kendisini belli bir ulusa ait olduğunu kaydettirmesi ve her ulusun, ulusal parlamentosuyla ve ulusal devlet sekreterleriyle kendi üyelerini vergilendirme hakkına sahip yasal bir varlık oluşturmasıdır.” (Bkz. Lenin,
Seçme Yazılar IV, s. 76.) Bu boyutuyla “toprağa bağlı ulusal-kültürel özerklik”, DTP’nin ilan ettiği “demokratik özerklik”in daha net bir ifadesidir. Bu açıdan DTP’nin “demokratik özerklik” ilanını “toprağa bağlı ulusal-kültürel özerklik” olarak tanımlamak pek yanlış olmayacaktır. Tek farkla ki, “demokratik özerklik”, sadece ulusal-kültürel özerkliği değil, aynı zamanda “toprağa bağlı” olarak ulusal özerkliği kapsamaktadır. Yine Lenin’in ortaya koyduğu gibi, “ulusal-kültürel özerklik” sloganı, ulusları birbirinden ayrıştıran milliyetçi bir slogandır.
PKK’nin bugün ileri sürdüğü “demokratik özerklik”, açık ve net biçimde ulusal özerkliktir. Ancak Kürtlerin önemli bir bölümü Anadolu’nun batısına göç ettiğinden, yalın (toprağa bağlı) ulusal özerklikten çok, toprağa (bölge) bağlı ve toprak dışı ulusal-kültürel özerkliği kapsayan bir “karışım” durumundadır.
Bütün bu “karışım”ın ve karışıklığın nedeni, PKK’nin Kürt ulusal sorununun “ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı” temelinde çözülmesinden “umudunu” yitirmiş olmasıdır. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlikte A. Öcalan tarafından geliştirilen bu “umutsuzluk” temelli “çözüm”, giderek tüm kavramların çarpılmasına, neyin ne olduğunun belirsizleşmesine yol açmıştır.
“Umutsuzluk” durumunu belirleyen düşünce şöyledir: Bugün (1990’lar dünyası) dünya çapında ABD tek süper güç olmuştur. Birbirine karşı savaşan “iki blok” kalmamıştır. Dünya hızla “globalleşmektedir”. “Globalleşen dünya”da “ulusal bağımsızlık” anlamını yitirmiş, yerini “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi almıştır. “Globalizm”le birlikte “kapitalizmin en yüksek ve son aşaması emperyalizm” de ortadan kalkmıştır. AB örneğinde olduğu gibi, “ulus-devlet”ler hızla zayıflamaktadır ve giderek de yok olacaktır. Bu koşullarda “Bağımsız Kürdistan” olanaksız olduğu gibi, Kürt ulusal devleti de varlığını sürdüremeyecek bir “varlık” olmaktan öteye geçmeyecektir. (DTP ve KCK’nın “demokratik özerklik” projesinde ulus-devlet, “farklı toplulukları sürekli çatıştıran ve istikrarsızlık yaratan” bir güç olarak tanımlamaktadır.)
Bu düşüncenin temelinde, “globalleşme” ve bununla özdeşleştirilen “karşılıklı bağımlılık ilişkisi”
[1*] yatmaktadır. Öte yandan Kürdistan’ın dört ulusal devletin sınırları içinde yer alması ve bu nedenle “Bağımsız Kürdistan”ın bu dört ulusal devlete karşı savaşmak zorunda kalması bu temel düşünceyi destekleyen bir unsur olmuştur.
Bu “umutsuzluk”tan türeyen düşünce, bir dönem Türkiye’nin AB üyeliği çerçevesi içinde “AB üyesi özerk Kürdistan” olarak sloganlaştırılmıştır. Böylece Kürt küçük-burjuva aydınları arasında yeni bir “umut” ortaya çıkmış ve bir AB-perverlik gelişmiştir. “Toprağa bağlı olmayan” ulusal-kültürel özerklik talebi de bu dönemin en revaç gören talebi olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak 2003 yılında Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle birlikte Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin değişmesi, daha da önemlisi emperyalistler arası paylaşım çerçevesinde AB’nin bölgeden çekilmesi AB’ye bağlanan umutların sona ermesini getirmiştir. Amerikan emperyalizminin Kuzay Irak’ta “Özerk Kürdistan”ı himayesi altına almasıyla birlikte, “ulusal özerklik”in gerçekleştirilebilir olduğu düşünülmeye başlanmıştır. ABD’nin PKK ile kurduğu ilişki ve görüşmeler de bu “ulusal özerklik”in ABD eliyle gerçekleştirilebileceği “umut”larını güçlendirmiştir.
İşte bu gelişmelerin bir sonucu olarak “demokratik özerklik” formüle edilmiştir.
DTP’nin “demokratik özerklik” formülasyonu, “demokratik özerk Kürdistan”a ilişkin neler yapılacağını sıralarken, aynı zamanda Türkiye bütünlüğü içinde nelerin olacağını da sıralar.
“Demokratik özerklik; Türkiye halklarının hiçbir ihtiyacını karşılamayan, Türkiye toplumuna da yük haline gelen ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesini hedeflemektedir. Dolayısıyla demokratik özerklik, demokratik cumhuriyetin Kürdistan’daki izdüşümü olarak görülmelidir.
Demokratik özerklik; sınırların değişmesini değil, sınırlar içinde halkların kardeşliğinin ve birliğinin pekişmesini sağlayacak, böylece Türkiye’de oluşan karşıtlaşmayı durdurup Kürt halkıyla Türkiye’nin yeni bir sözleşme ile Türk-Kürt ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacaktır.” (DTP’nin “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli” açıklaması.)
Görüldüğü gibi, “demokratik özerk Kürdistan” modeli, aynı zamanda Türkiye’nin “demokratikleşitirilmesi”ni, “dönüştürülmesi”ni ve “Türk ulus-devleti” yükünden kurtarılmasını hedeflemektedir.
Böylece “demokratik özerk Kürdistan” modeli, açık ve kesin biçimde Türkleri ve Kürtleri kapsayan bir içeriğe sahip kılınmıştır. Artık “demokratik özerklik” sorunu, sadece Kürtlerin sorunu değil, aynı zamanda Türklerin de sorunu haline getirilmektedir.
Bu durumda, Türkler, Kürt ulusal sorununun çözümünde etkin bir unsur, kararlaştırıcı bir unsur olmaktadır. Yani Kürtlerin kendi başlarına “demokratik özerklik” ilan etmeleri tek başına yeterli değildir, aynı zamanda Türklerin de bu “demokratik özerklik” modelinin içerdiği “demokratik cumhuriyet” modelini (A. Öcalan’ın “demokratik-ekolojik cumhuriyet” modeli) kabul etmeleri gerekmektedir. Açıkçası, “demokratik özerklik” modeliyle birlikte Türkler, Kürt ulusal sorununun nasıl çözümleneceği konusunda
kararlaştırıcı bir öğe haline getirilmektedir. Bu koşullarda da, “talep etmiyoruz, yapıyoruz” denilemeyeceği açıktır.
Burada “kilit” öneme sahip olan sorun, böylesi bir “demokratik-ekolojik cumhuriyet” modelini ve bu modelin “Kürdistan’daki izdüşümü” olan “demokratik özerkliği”
Türkler kabul etmeyecek olurlarsa ne olacağı sorunudur.
Buna verilen yanıt, “savaşı derinleştirmek”, “halk savaşını derinleştirmek” olmaktadır. Burada ortaya çıkacak olan sorun da, “derinleşen savaş”ın sonunda ne olacağıdır. Eğer Kürtlerin “demokratik özerkliğini” kapsayan “demokratik-ekolojik cumhuriyet”, Türkiye’de ve bölgedeki “Kürt sorunu”nun nihai ve kalıcı çözümü olarak tasarlanmışsa, “derinleşen savaş” sonucunda yine bu çözüm geçerli olacaksa, yapılması gerekenin “savaşı derinleştirmek” yerine, Türkleri “demokratik-ekolojik cumhuriyet” düşüncesine ikna etmek olması gerekmez mi?
Bu soruya yanıt verilmemektedir. Açık ki, burada savaş, “savaşın derinleştirilmesi”, bir “tehdit” aracı olarak kullanılmaktadır. “Türkler”, “ölümü gösterip sıtmaya razı edilmek” istenmektedir. Bu bir ikna yöntemi değildir. Savaş, tüm savaş tarihinin kanıtladığı gibi, düşmana kendi iradenizi zorla, silahla kabul ettirme yoludur. Ya savaşı kazanıp, kendi iradenizi (“demokratik-ekolojik cumhuriyet” örneğin) karşı tarafa kabul ettirirsiniz, ya da savaşta yenilerek kendi iradenizi karşı tarafa teslim edersiniz. Savaşta orta yol yoktur.
[2*]
Tüm bu kavram keşmekeşi, sürekli “model” değişimi, asıl olarak Kürt ulusal hareketinin tutarlı bir çizgi izleyememesinin ürünüdür. Ve ulusal sorunların, herkesin bildiği, ama sözünü etmekten korktuğu tek çözümü, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıdır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun (Kürt ulusu) kendi geleceğini ve kaderini belirleme konusunda tek irade ve karar verici olması demektir. Kendileri dışında hiçbir ulus bu konuda söz, irade ve karar hakkına sahip değildir. Nasıl ve kimler tarafından yönetileceklerine her ulus kendisi karar verir. (Bu nedenle, emperyalizm, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının açık inkarıdır.) Bu nedenle, ulusların kaderlerini belirleme hakkı, bu hakka sahip olan ulusun, ayrılma, ayrı devlet kurma, kendi siyasal kaderini belirleme hakkıdır. Bu hakka sahip olan her ulus, bu hakkını nasıl ve hangi biçimde kullanacağına da, yani o güne kadar aynı devlet sınırları içinde yaşadığı diğer ulusla birlikte olup olmayacağına kendisi karar verir. Bunun için de, başka bir ulustan izin alma, talepte bulunma durumu yoktur. Burada asıl olan bu hakka sahip olan ulusun iradesidir.
Ayrılma, ayrı devlet kurma, şüphesiz ezilen ulusun sorununun bir çözümüdür. O zamana kadar aynı devlet sınırları içinde yaşadıkları uluslarla,
ulusal hak eşitliği temelinde birlikte olma ve birlikte yaşama da bir diğer çözümdür.
Marksist-leninistler, her zaman “global” sermayeye karşı proletaryanın sınıf birliğini ve değişik ulusların proleterlerinin kardeşliğini savunurlar. Dolayısıyla, ulusların birleşmesi ve birlikte yaşaması değişik ulusların proleterlerinin birliği ve birleşik mücadelesi açısından gerekli ve yararlıdır. Bu nedenle, ezen ulusun prolertaryası ezilen ulusun kendi kaderini belirleme hakkını sonuna kadar savunurken, ezilen ulusun proletaryasının da ezen ulusun proletaryasıyla birleşme yönünde hareket etmesini öğütler.
PKK, kuruluşundan itibaren uzunca süre bu marksist-leninist düşünceleri belli ölçüde (ezen ve ezilen ulusun proletaryasının birleşik örgütlenmesi dışında) savunmuştur. Bu nedenle, bu düşüncelere yabancı değildir. Ama yukarıda anlattığımız süreç içinde bu düşünceleri terk etmiş ve AB ya da ABD aracılığıyla ezen ulusla (Türkler) “uzlaşma” arayışına yönelmiştir. Kapalı kapılar ardında yapılan “uzlaşma müzakereleri” çıkmaza girdiğinde, silaha yeniden başvurulmaktadır. Silah, “uzlaşma müzakereleri”nde daha fazla avantaj sağlamanın, daha fazla taviz almanın bir aracı haline getirilmiştir. Bugün yaşanılan olaylar bu aracın yeniden devreye sokulmasının yansılarıdır.
Bir kez daha söylüyoruz: Kürt ulusal sorununun (“Kürt sorunu”nun değil) gerçek çözümü, her ulus gibi Kürt ulusunun da kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olmasıdır. Kürt ulusu, kendi iradesiyle bu hakkını nasıl kullanacağına karar verecektir. Türkiye devlet sınırları içinde yaşayan Kürt ulusu, Türkiye’den ayrılma, ayrı devlet kurma yönünde karar verebileceği gibi, birleşme, birlikte olma yönünde de karar verebilir. Bu kararı, Türkiye devlet sınırları içinde ve ulusal hak eşitliği temelinde Türk ulusuyla birleşme yönünde olabileceği gibi, bir başka ulusla birleşme yönünde de olabilecektir. Tümüyle Kürt ulusunun kendisinin vereceği bir karardır ve diğer uluslara düşen bu karara saygı göstermektir.
Bizler, devrimciler, Türk ve Kürt halkının birleşik mücadelesiyle demokratik halk cumhuriyetinin kurulmasının tek ve kalıcı çözüm olduğunu söylüyoruz. İki halkın birleşik mücadelesi sonucu kurulacak olan demokratik halk cumhuriyeti, tarihin tanıtladığı gibi, dünyanın en özgür ve en gelişmiş ülkesini yaratmanın tek yoludur. Bu devrim yoludur. Devrim, bugün birbirlerinden hızla uzaklaşan ve ayrışan iki halkı birleştirecek ve kardeşleştirecek tek seçenektir. Bu, proletarya enternasyonalizmi temelinde ulusların birliği ve kardeşliğidir.
Proleter enternasyonalizminin karşısına burjuva kozmopolitizminin ya da İslamcı ümmetçiliğin çıkarılmasına “vasıta” olmak proletaryaya ihanetten başka bir şey değildir.
Elbette bugün halklar devrim marşları söylemiyorlar. Elbette bugün devrimci mücadeleden söz eden pek kimse kalmamıştır. Devrimin sesi, boğulmuştur. Ama bilinmelidir ki, devrimin sesi ne kadar boğulursa, halklar ve uluslar arasındaki kanlı çatışmalar o ölçüde artacaktır.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
Ne Olursa Olsun, Nasıl Olursa Olsun, "Sorunu" Çözmek! (Ulusal Sorunda Pratiklik) [Ocak-Şubat 2006 - 89. Sayı]
***
Ulusal Hareketlerde Gizli Görüşmeler ve Uzlaşmalar [Eylül-Ekim 2010 - 117. Sayı]
***
Sorunun Tek Çözümü, Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Belirleme Hakkının Tanınmasıdır! [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme Hakkı [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
Açılım... Açılım... Açılım... [Eylül-Ekim 2009 - 111. Sayı]
***
"Kürt Açılımı"ndan "Demokratik Açılım"a [Eylül-Ekim 2009 - 111. Sayı]
***
Ulusal Sorunda Konumlar ve Tutumlar [Eylül-Ekim 2009 - 111. Sayı]
***
Ayrılmayı Düşünmek" Referandum ve Ezber [Eylül-Ekim 2009 - 111. Sayı]
***
Anadilde Eğitim ve Anadili Eğitimi [Eylül-Ekim 2009 - 111. Sayı]
***
Lenin'i Okumanın Zamanı Gelmedi mi? [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
“Ulusal-Kültürel” Özerklik – V. İ. Lenin
***
Profesyonel Ordu ve Özel Hudut Birlikleri [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
Kürt Federe Devleti Kuruldu : Darısı Kimin Başına? [Mayıs-Haziran 1995 - 25. Sayı]
***
"Citizen Verheugen Welcome to Greater Europe" [Eylül-Ekim 2004 - 81. Sayı]
***
Alt-kimlik, Üst-kimlik, Anayasal Vatandaşlık, Türkler, Kürtler, Türkiyeliler ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı [Kasım-Aralık 2004 - 82. Sayı]
***
Amerikan Emperyalizminin "Project Democracy"si ve Legal Partileşme Hastalığı [Mayıs-Haziran 1995 - 25. Sayı]
***
Milliyetçiliğin Sonu [Eylül-Ekim 1996 - 33. Sayı]
***
PKK'nin İdeolojisinde Sosyalizm, Toplum, Ütopya... Ve Bir Partinin Tasfiyesi
***
PKK'nin "K"si
***
PKK'nin Felsefesi
***
PKK'de Çözülme, Uzlaşma ve Güce Tapma Felsefesi
***
PKK'nin Tasfiye Sürecinde Son Sözler
***
DEP'lilerin "Dokunulmazlığı" ve "Sol"da Seçim "Taktik"lerinin İflası
Dipnotlar
[1*] Bu nedenle, 1980’lerde emperyalist ideologlar tarafından geliştirilen ve yer yer troçkist eşitsiz ve birleşik gelişim teorisiyle kesişen bu “karşılıklı bağımlılık ilişkisi” (interdependence), A. Öcalan tarafından “karşılıklı besleyici diyalektik” türünden “felsefik” bir “yeni” teori olarak ifade edilmesi şaşırtıcı değildir. Gerçi bu “felsefe”, biraz biyolojik simbiyosizin devriklenmiş hali olarak sayılsa da, sonuçta felsefe “felsefe”dir, her ne kadar A. Öcalan’ın “yeni diyalektiği”nin yanında bir de Tony Blair’ler “sosyal pazar” teorisi de bulunuyorsa da. Ne de olsa “karşılıklı besleyici diyalektik” böyle olmasını yadırgamaz!
[2*] Yine de bazı savaşlarda çarpışan güçlerin birbirlerini altedemedikleri durumlar ortaya çıkar. Bu durumlarda geçici anlaşmalara gidilir. Her iki taraf da, bu anlaşma süresini kendisini güçlendirmek için kullanmaya çalışır. Taraflardan biri güçlendiğini düşündüğü andan itibaren savaş yeniden başlar. Bkz. Clausewitz, Savaş Üzerine.