KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1995
PKK'nin İdeolojisinde
Sosyalizm, Toplum, Ütopya...
Ve Bir Partinin Tasfiyesi
Gorbaçov'un SBKP Genel Sekreterliğine seçildiği 1985 yılından itibaren dünya solunda (komünist hareketinde), Marksist olmayan Leninistler, Leninist olmayan Marksistler, Marksist-Leninist olmayan Marks ve Lenin savunucuları, Marksist-Leninist olmayan "komünistler", komünist olmayan "sosyalistler" vb. ortalıkta kol gezmeye başlamıştır. Bu akımların yanında, "genç Marks'a" dönülmesini savunanlar, SSCB'deki revizyonizmin kökenlerinin Stalin ve Lenin'de olduğunu iddia edenler birbiri ardına sol çevrelerde boy göstermeye başlamıştı.
Tüm bunların sonucu ise, dünya çapında bir ideolojisizleşme ve ilkesizleşme olmuştur. Hatta bununla da yetinmeyenler çıkmış, kendi boyundan olmasa bile, yaşından çok daha önce gerçekleşen devrimlerin önderlerine "kendisini örnek almaları"nı söyleyenler ve ancak kendisinin örnek alınarak "sorunlarından kurtulacağını" iddia edenler bile görülür olmuştur.
Böylece teorik keşmekeş ve kavram kargaşası, Marksizm-Leninizmin tarihinde görülmemiş seviyeye çıkmıştır. Bu öylesine bir düzeye ulaşmıştır ki, artık herkes kendi adına, hiçbirşeye bağlı olmaksızın konuşup yazabilirken, aynı zamanda Marksist-Leninist olduğunu düşünebilen kesimler ortaya çıkmıştır.
DS'nin "dönüştüğü"nü söylediği parti kurmasında da görüldüğü gibi, partinin niteliğini bile unuabilenler çıkmıştır. Ancak yapılan eleştirilerden sonra, yayınlanan reklam broşüründe DS'nin "dönüştüğü" partinin Marksist-Leninist bir parti olduğu ifade edilmiştir. Ama öylesine bir ifade tarzı kullanılmıştır ki, parti ile cephe, sosyalist devrim ile demokratik halk devrimi arasındaki sınır çizgileri belirsizdir. "Dönüşülen" partinin "nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun kurulması" olarak konulurken, buna proletarya diktatörlüğü dışında bir yoldan ulaşılıp ulaşılamayacağından hiç söz edilmemiştir.
"Aslında sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne kadar genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti, alalade küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırd eden şey, işte budur." (Lenin) [1*]
Bu Marksist-Leninist belirleme THKP/HDÖ Tüzüğü'nde şöyle ifade edilmiştir:
"Amaç, Türkiye'de sosyalist devrimi yaparak, proletarya diktatoryasını kurmak ve bu proleter iktidarı aracılığıyla sosyalist üretim ilişkilerini inşa etmektir. THKP'nin nihai amacı, tüm dünya proletaryası ile birlikte komünizmi gerçekleştirmektir. Tüm bunlar THKP'nin azami programının ana hedefleridir."
Bu kadar açık ve yalın konuların bile böylesine "unutulduğu" bu kargaşa ve keşmekeş ortamında, saf bir ulusal hareket olarak gelişen Kürt ulusal hareketinin öncüsü konumunda bulunan bir partinin, PKK'nin, 5. Kongresine sunulan Politik Rapor, ambleminde çekiç-orak bulunan ve kuruluş manifestosunda kendisini Marksist-Leninist bir parti olarak tanımlayan bir yapının nasıl kendi "sosyalizmine" ulaştığını gösteren bir belge olmuştur.
Marksist-Leninist hareketin içinde olanlar ya da Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkes, sözü geçen raporda ifade edilenlerin PKK'nin mevcut koşullarda sürdürdüğü politik taktiklerin bir ifadesi olduğunu hemen göreceklerdir. Ama sözü edilenlerin politik taktikler değil, doğrudan ideoloji olduğu göz önünde tutulduğunda, ortaya çıkan kargaşayı görmemek için kör olmak gerektiğini herkes kabul edecektir.
Sözü geçen rapordan birkaç aktarma yapalım:
"PKK, ideolojisi ve morali yıkılan halk gerçekliğinde, öncelikle ve esasta, ideolojiyi ve morali bulma hareketidir." [2*]
"... burjuvazinin ikiz kardeşi veya onunla birlikte tarihte yaygınca çıkan emekçi sınıf, proletaryaya denk gelen bir ideolojiyle ortaya çıkılmak isteniliyor. Bilindiği üzere, buna da sosyalist ideoloji denildi." (abç) [3*]
"Sosyalist ideolojinin de kökeni eskiye dayanır. Tarih boyunca nasıl milliyetçilik aristokrasiye, hatta köle sahipleri sınıfına kadar dayandırılıyorsa, sosyalizm de ezilenlere, pleblere, serflere kadar dayandırılabilir ... Yani her çağın kendine göre bir sosyalizmi vardır. Din ideolojisine göre de sosyalizm vardır. İslamiyette de Hz. Ali veya Alevilik genelde biraz İslamın sosyalizmidir. Orta-çağda hemen hemen her dinin kendine göre sosyalize olmuş biçimleri vardır." (abç) [4*]
"Egemen sınıflar, gerçekçi olmamak, yalan söylemek zorundadır. Ama emek sınıfı gerçekçi, yani bilimsel olmak zorundadır. Çünkü yalana, başkalarını sömürmeye ihtiyacı yoktur. İşte bu nedenle emek sınıfı bilimselliğe yatkındır. Bu izafi olarak böyledir." (abç) [5*]
"Dediğim gibi, insan genel olarak her zaman ütopyalara muhtaçtır. Ancak ütopyalar güdüm değildir. Kaldı ki, sosyalizmin de ütopist özelliğini düşünmemek mümkün değildir. Aslında her ideoloji bir ütopyadır ve sosyalizm de öyle bir ütopya olmak zorundadır." (abç) [6*]
"Şimdi bilimsel bir ideolojiye ihtiyaç var mıdır veya bir ideoloji bilimsel olmak zorunda mıdır sorularına açıklık getirelim: Şunu gördük ki insan düşüncesi giderek bilimselleşiyor. Dolayısıyla fizikte, kimyada ya da diğer bilimsel ekollerde nasıl ki bir bilimselleşme oranı varsa, sosyal bilimlerde de bir bilimselleşme oranı vardır. Ama nasıl ki bilim tümüyle doğa kanunları konusunda kendisini dört dörtlük bir izaha kavuşturmamışsa, toplumsal bilim de çok daha izafidir. Kendisini tamamen bilimselleştirmesi mümkün değildir. Çünkü toplumun kendisi zaten hayali bir özelliğe sahiptir, tasarımdır, ruhtur. Bunu dört dörtlük bir formüle sığdırmak mümkün değildir. Genelde zaten insanın kendisi tümüyle bilimsel olarak üretilecek bir varlık değildir. İnsan eğer böyle ele alınırsa, faşizmin saf Alman ırkı yaratması gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu da en tehlikelisidir. Hatta bu sosyalizmde biraz denendi ve sonuçta çözüldü." (abç) [7*]
"Sosyalizm kavram olarak insanın toplum ilişkilerini en özgürce belirleme olarak da tanımlanabilir." [8*]
geliştirdikleri bilimsel ifade, sosyalizme bir katkıdır. Sosyalist ütopyayı, sosyalist gelenekleri özellikle ideolojik olarak, bilimsel olarak bir ifadeye kavuşturmuşlardır. Bu anlamda dayandıkları zeminler Fransız felsefesi, İngiliz iktisat politikası ve Alman tarihsel materyalizmidir. Yani bunların hepsini düşünürler ve sonuçta oldukça bilimsel bir ifadeye kavuştururlar. Kendi sosyalizmlerine de diğerlerinden farkını koymak için 'bilimsel' derler. Bu önemli bir aşamadır ve küçümsenemez." [9*]
İşte "PKK'nin sosyalizmini" anlamak için bu satırları okumak yeterli olacaktır.
Görüldüğü gibi, PKK'nın ideolojisi anlatılıyor. Bir başka deyişle, kendi manifestosunda "marksistleninist" yazılı bir örgütün, aradan geçen onyedi yıl sonra kendini dönüştürmesinin ve kendine özgü bir "ideoloji" bulması anlatılıyor. Bu bağlamda, "burjuvazinin ikiz kardeşi ... proletarya", "izafi", "küçümsenemez", "toplumun kendisi zaten hayali bir özelliğe sahiptir, tasarımdır, ruhtur" ifadeleri birbiri ardına sıralanmaktadır.
Hemen herkesin çok açık biçimde bilmek durumunda olduğu ilk gerçek, burjuvazi ile proletaryanın uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığı içinde olduğudur. Proletarya, tarihteki en devrimci sınıf olduğu gibi, burjuvaziyle ortak tek yanı modern kapializmin iki temel sınıftan birisi olmasıdır. Bu nedenle, proletaryanın burjuvaziyle benzeşliğinden, yani "ikiz kardeşi" olduğundan kimse söz edemez. Kapitalizmin temel çelişkisi emek-sermaye, yani proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki olduğu ve bu çelişkinin uzlaşmaz bir çelişki olarak varolduğu Marksist-Leninist belirlemelerin ABC'sidir.
Sosyalizme gelince.
Engels, "Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm" adlı yapıtının girişinde şöyle demektedir:
"Modern sosyalizm, özünde, bugünkü toplumda yaşayan varlıklılarla yoksullar, kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını, öte yandan, varolan üretimdeki anarşiyi tanımanın doğrudan ürünüdür." [10*]
Engels'in bu belirlemesindeki ifadeleri dikkate almadan sosyalizmi, toplum yanlısı olmakla sınırlamak, onun içeriğini boşaltmak anlamına gelir.
Evet, sosyalizm, sözcük olarak ya da etimolojik olarak, sosyal+ izm'dir. Yani toplum + salcılıktır. Bir başka deyişle toplum yanlısı olma durumudur. Bu bağlamda, toplumdan yana olan her düşünce sosyalizmdir, her düşünen sosyalisttir. Ama bunu böyle koymakla, tıpkı meta üretiminin 3000 yıllık geçmişi olmasından yola çıkarak, kapitalizmin eski Yunanda egemen üretim ilişkisi olduğunu söylemek gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bunu uluslar düzeyinde ele alırsak, her ulusun tarihsel olarak binlerce yıllık bir geçmişi vardır, dolayısıyla uluslarda binlerce yıllık bir tarihten beri vardır!
Ama bunların hepsi bugünün kavramlarıyla tarihin açıklanmasından başka birşey değildir ve sadece tarihin idealist kavranışına denk düşür.
Eğer köleci toplumu, üretimde kölelerin kullanılması ile sınırlı bir belirlemeyle tanımlarsak, 19. yüzyıl Amerikasında kölelerin kullanımından yola çıkarak, köleci üretim ilişkilerinin egemen olmasından söz etmek durumunda kalırız. Aynı şekilde, feodalizmi, bazı bireylerin büyük topraklara sahip olmaları olarak belirlersek, büyük toprak mülkiyetinin bulunduğu her toplumda feodalizmin olduğundan söz etmek gibi bir garipliğe ulaşırız. Böylece büyük kapitalist tarım tekellerinden (örneğin United Furit) değil, bu tekellerin feodal egemenliğinden söz etmek gibi bir durum ortaya çıkar.Ama tüm bunlar, sosyalizmin "gökten zembille indiği" demek değildir. Sosyalizmin de bir tarihi ve öncülleri vardır.
"Her yeni teori gibi, modern sosyalizm de, kökleri maddi ekonomik olguların derinliklerinde bulunmakla birlikte, önceki eldeki hazır zihinsel birikime bağlanmak zorundaydı." [11*]
Engels'in bu ifadeleri, sosyalizmin kökenini açık biçimde ortaya koyar. Burada Engels, tarihteki sosyal mücadeleler ya da tarihteki diğer sınıflı toplumlardaki sınıf mücadeleleri ile burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemden itibaren onu gölge gibi takip eden proletaryanın, yani işçi sınıfının mücadelesini birbirine karıştırmadığı ortadadır. Ve sosyalizm de bu mücadelelerin içinden çıkmış ve gelişerek bilimsel sosyalizm olarak adlandırılacak niteliğe ulaşmıştır. Bu yüzden Engels, "Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm" adlı yapıtında "sosyalizmin kurucuları" olarak Saint-Simon, Fourier ve Robert Owen'ın adlarını verir. Ama her durumda sosyalizmin kökeninin sınıf mücadelesinde, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu vurgulayan Engels, 1831 Lyon işçi ayaklanmasıyla başlayan yeni bir dönemin modern sosyalizmin kuruluşunu sağladığını ifade ederek şöyle devam eder:
"O zamandan beri, sosyalizm artık şu ya da bu usta beynin rasgele bir buluşu olmaktan çıktı, tarihsel olarak gelişmiş iki sınıf -proletarya ile burjuvazi- arasındaki mücadelenin zorunlu sonucu oldu. Sosyalizmin ödevi, artık, olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurmak değildir; ama bu sınıfların ve onların uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu olarak doğduğu tarihsel-ekonomik olayların ardışmasını incelemek ve böylelikle yaratılmış olan ekonomik koşullarda, çekişmeye son vermenin çaresini bulmaktır." [12*]
Ve o zamandır ki, "materyalist tarih anlayışı" ve "artı-değer yoluyla kapitalist üretimin sırrının çözümü", sosyalizmi bilim haline getirmiştir. Bilindiği gibi bunları da bulan Marks'tır.
Sosyalizmin tarihi gelişimi öz olarak böyledir. Burada açıkça görüleceği gibi, sosyalizm, kelime olarak değil, kavram ve tanım olarak ele alınmaktadır. "İzimler"in bilinmediği bir tarihsel dönem ele alınarak, sosyalizm ile sosyalize olmayı birbiriyle eş hale getirerek "din ideolojisine göre de sosyalizm vardır" diyebilmek, sosyalizmin içini boşaltmaktan başka birşey değildir. Doğal olarak içi boşaltılmış, proletaryanın sınıf mücadelesinden ayrılmış bir "sosyalizm"e burjuvazinin de karşı çıkacak durumu olmayacaktır. (Daha ilerde göreceğimiz gibi, buna bir de "sosyalizm devletleşerek amacına ulaşamaz" belirlemesini eklerseniz, burjuvazi için korkulacak hiçbir sosyalizm mücadelesi de kalmayacaktır.)
Şimdi sözü geçen "Politik Rapor"daki ideoloji kavramına bakalım.
Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin bilebileceği gibi, literatürde "ideoloji" kavramı iki anlamda kullanılmaktadır.
Birinci anlamda, "ideoloji", Lenin'in ifadesiyle söylersek, "nesnel gerçekliğe denk düşen bilimsel ideoloji"dir. Bu bağlamda bilimsel teoriler ideoloji kavramıyla tanımlanır.
İkinci anlamda "ideoloji" ise, Marks ve Engels'in kullandığı anlamda "yalanlaştırıcı" teorilerdir. Bu bağlamda, dinsel ideolojiler ve burjuva ideolojisi söz konusu edilir. Bu ideolojiler, bilincin bilinçdışı ile soyutun somut ile olan ilişkisini tersine çevirirler. İşte Marks'ın Hegel diyalektiğine ilişkin şu sözleri, bu anlamdaki ideoloji ile Marksizmin farkını net biçimde ortaya koyar:
"Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci yani düşünme süreci, gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca 'Fikir'in dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise tersine, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka birşey değildir." [13*]
Dinsel ideolojiler gibi, burjuva ideolojileri gibi, nesnel gerçekliği ters yüz eden ideolojiler, aynı zamanda, insanın kendi varlık koşullarına yabancılaşmasını da getirirler ve bunu gerçekleştirmekle, insanın -özellikle de proletaryanın- kendi varlık koşullarının bilincine vararak, onu değiştirme eylemine girmesini engel lerler. PKK'nın "Politik Rapor"unda ifade edilen "Egemen sınıflar, gerçekçi olmamak, yalan söylemek zorundadır" ifadesinin gerçekliği de budur. Yoksa egemen ve sömürücü sınıfların, öznel bir durum olarak "yalan söylemek" durumunda değillerdir. Bu durum "Alman İdeolojisi"nde şöyle ifade edilmiştir:
"Eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, çıkarlarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek, bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır ... Bu, onun için mümkündür, çünkü başlangıçta, onun çıkarı gerçekten de egemen olmayan bütün öteki sınıfların ortak çıkarına hala sıkı sıkıya bağlıdır." [14*]
İşte Marksizmin egemen sınıfların fikirleri için yaptığı belirleme böyledir. Hemen görüleceği gibi, Marksizm gerçekliği doğru biçimde ele alır ve değerlendirir. Bu bağlamda kaba yargılardan uzak durur. Egemen sınıfların fikirlerini, onların kendi özel çıkarlarını, toplumun genel çıkarı gibi göstermelerinin nedenlerini irdeleyen Marksizm, aynı zamanda bu "yalanlaştırılmış" ideolojilerin diğer sınıf bireyleri tarafından neden benimsendiğinin de nesnel bir açıklamasını yapar. Zaten bilimsel bir ideoloji de böyle yapmak durumundadır. Bu nedenle, "egemen sınıflar, gerçekçi olmamak, yalan söylemek zorunda" olduğunu söylemek, bir değerlendirme değil, günlük sohbet söyleminden başka bir şey değildir.
Marksizm-Leninizm, kesinkes nesnel gerçekliğin üzerinde yükselen bilimsel bir dünya görüşüdür. Marksizmde asıl olan gerçekliktir. Marksizm ile ütopyanın hiçbir ilişkisi bulunmadığını Lenin, Devlet ve İhtilâl'de şöyle ortaya koyar:
"Komünizmin kapitalizmden doğduğu, tarihi olarak kapitalizmden itibaren geliştiği, kapitalizm tarafından meydana getirilen bir toplumsal gücün eylemi sonucu olduğu olgusuna dayanarak, Marks'da, ütopyalar icat etmek, bilinmeyecek birşey üzerine boş şeyler tasarlamak girişiminin izi bile bulunmaz. Marks, komünizm sorununu, örneğin bir doğa bilimcisinin kökeni ve değişiklikliklerinin yönü bilinen yeni bir biyolojik türün evrimi sorununu koyacağı gibi koyar." (abç) [15*]
Marksizm-Leninizmin "ütopya" ile ilgisi olmadığı bu kadar net olmasına rağmen, yine de "sosyalizm ütopya olmak zorundadır" denilebilmektedir. Bir de buna "insan genel olarak her zaman ütopyalara muhtaçdır"ı eklerseniz, varacağınız yer, "insan hayal ettiği sürece yaşar" türünden bir kaba benzetme olacaktır. Bugüne kadar burjuvazi her zaman sosyalistleri bir hayal peşinde koşmakla, ütopik toplum için savaşmakla suçlaya gelmiştir. Hemen her zaman burjuvazi işçi sınıfına "komünistlerin bu dünyada cennet kurmakla uğraştıkları" propagandasını yaparak, onları kendi öncülerinden uzak tutmaya çalışmıştır. Bunun karşısında komünistler (sosyalistler), sınıfsız bir toplumun neden hayal (ütopya) olmadığını bilimsel biçimde her zaman açıklamışlar ve burjuvazinin bu propagandasının amaçlarını sergilemişlerdir.
Belki burada PKK'nın "Politik Rapor"una egemen olan sohbet havasından söz ederek "fazlaca" (!) bilimsellik aradığımız söylenebilir. Belki de "insanlar ütopyalara muhaçtır" derken, insanların hayallerle avundukları söylenmek istenmiyordur. Bunun yerine "insanlar genel olarak her zaman belli bir idealler, amaçlar için mücadele ederler ve bu yüzden belli ideallere, amaçlara gereksinmeleri vardır" denilmek isteniyordur. O zaman ifadeler belli bir dil sürçmesi olarak değerlendirilebilir. Ancak ardından gelen belirlemeler konunun hiç de öyle olmadığını göstermektedir: "toplumun kendisi zaten hayali bir özelliğe sahiptir, tasarımdır, ruhtur."
Evet, toplumun bir "tasarım" olduğu belirlemesi yapılmıştır. Böyle olunca, "tasarım" kavramının alındığı felsefe dünyasına girilmek zorundadır ve böyle bir felsefi kavram kullanılan bir "rapor"daki düşüncelerin ifadesinde dil sürçmesi elbette olmayacaktır.
Bu noktada önemli olan toplumun "kendisi"nin "tasarım" olduğunun nereden bulunduğu ve ne anlama geldiğidir.
Her Marksist yahut eğitim görmüş bir küçük-burjuva, felsefe alanında Hegel adını duymuştur ve idealizm diye birşeyin varlığından haberdardır. Ve doğal olarak, Marksist diyalektik materyalizmi esas alır ve metafizik ile idealizme karşıdır. İşte idealizm, özellikle Hegel idealizmi, toplumu bir "tasarım" olarak ele alır.
Bilindiği gibi Hegel, 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız yazarlarından esinlenerek kullandığı "sivil toplum", aile ile devlet arasında yer alan bir orta-düzey ya da momenttir. Hegel'e göre, ethik-idea (ya da nesnel ahlâk) bireysel irade ile genel iradenin en mükemmel halde kaynaşmışlığıdır. Bu kaynaşma süreci Hegel'e göre, üç momentten oluşur.
Hegel'in "ethik-idea"sının ilk momenti ailedir. Birey burada ilk kez genel iradeyle tanışır, ama "nesnel ahlâk" burada henüz bütünlüğe ulaşmamıştır. İkinci momente geçildiğinde sivil toplum ortaya çıkar. Burada "nesnel ahlâk" aileye göre biraz daha gelişmiştir ve bireysel irade ile genel irade arasında göreli bir kaynaşma vardır. Ancak sivil toplumda genel bir çıkar birliği mevcuttur. Birey kendi gereksinmeleri ve çıkarları peşinde koşarken, bunları ancak öteki bireylerin yardımıyla ve onlarla dayanışarak karşılayabileceğini görür ve genel iradeye bağlanır. Ama bu bağ bütünsel değildir. Üçüncü momentte ise, "nesnel ahlâk"ın gerçekliği olarak devlet ortaya çıkar. Bu momentte, bireysel irade ile genel irade arasında tam bir uyum vardır. (Ethik-devlet)
İşte Hegel felsefesinde temel kavram olan "idea" ("Fikir") belirli bir evrimden sonra kendini devlet olarak biçimlendirir. Bu nedenle, idealist felsefede toplum (ya da tam ifadesiyle sivil toplum) ve devlet bu "idea"nın gerçekliğidir, dolayısıyla bir "tasarım"dır, tindir (ruh).
Hegel idealizminin bu "idea"sını, "fikir", "ülkü", "amaç" gibi sözcük benzeştirmeleriyle ele alıp "teori" yapılmaya kalkılırsa, varılacak yer idealizmdir. Ama burada da kalınamaz. Hegel'in Prusya devletinin tüm baskı uygulamalarını haklı çıkartmak amacıyla yaptığı bu yolu izlerseniz, varacağınız yer Bismark Almanya'sı olacaktır. Ve böyle bir yolun Almanya'nın "ulusal birliği"nin Prusya önderliğinde kurulmasına ulaştığını ve Hegel'in de bunun felsefesi yaptığını bilirseniz, Kürt ulusal hareketi için hangi yolun açılmakta olduğunu düşünmeden edemezsiniz. Tabi "birleşik Kürdistan"ı, Bismark'ın Alman birliğini kuruşunu örnek alarak kurmaya yönelmek bir yoldur, ama bunu sosyalizmle ilintilendirmek yapılamayacak tek şeydir. Ama hemen herşey tersine yöneltilmiştir. Marksizmin kaynakları olarak, "Rapor"da ifade edildiği gibi söylersek, Marks-Engels'in "dayandıkları zeminler Fransız felsefesi, İngiliz iktisad politikası ve Alman tarihsel materyalizmi"nden söz edilmesi de tesadüf değildir. Hegel bir Alman felsefecisidir, doğal olarak Marksizmin "dayandığı" "Alman tarihsel materyalizmi"nin temsilcisi olacaktır! [*]
Oysa herkes çok iyi bilir ki, bilimsel sosyalizmin temelleri ya da Lenin'in deyişiyle, "Marksizmin üç büyük kaynağı, Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmi„dir.
Fransız "felsefesi" değil, Fransız sosyalizmi bir temel kaynaktır ve Babeuf, Saint-Simon ve Fourier ilk başta gelen isimlerdir. İngiliz ekonomi politiği ise, o dönemde kapitalizmin en geliştiği yer olarak İngiltere'de ortaya çıkan iktisatçılarla biçimlenmiştir ve Adam Smith ile David Ricardo en önemli iktisatçılardır. Alman felsefesi ise, herkesin ezbere bildiği gibi, materyalist Feuerbach ve diyalektikçi Hegel'dir. Ve Marks-Engels, ne Feuerbach'ın metafizik yöntemine, ne de Hegel'in idealizmine değer vermişlerdir. Onlar diyalektik ve tarihi materyalizmin kurucuları olarak anılma nedenleri de böyle ortaya çıkmıştır. (Marksizmin böylesine sıradanlaştırılmaya çalışıldığı ve yeni yetişen kuşakların legal yayınlar aracılığıyla bunları öğrendikleri bir süreçte olduğumuzdan hemen belirtelim. Alman felsefesinden Marks-Engels'in diyalektik ile materyalizmi alarak diyalektik materyalizmi ortaya çıkartmaları basit bir toplama işlemi değildir. Yazımızın içinde aktardığımız alıntıda Marks'ın ifade ettiği gibi, onların diyalektik yöntemi, "hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da". Tabi aynı şey Feuerbach'ın materyalizmi için de geçerlidir.)
Buraya kadar genel olarak PKK'nin 5. Kongre'ye sunulan "Politik Rapor"un bakış açısının bir bölümünü ele aldık. Ama bütün bunlar daha sonra ortaya konulan saptamaların ve kararların, bir çeşit "gerekçesi" durumundadır. Salt Marksizm sıradanlaştırılmakla ve onun devrimci içeriği boşaltılmakla kalınmamaktadır. Aşağıda göreceğimiz gibi, aynı zamanda "evcilleştirilmekte"dir.
"Lenin'in sosyalizme ilişkin olarak en önemli katkısı onu politikleştirmesidir. İdeolojiden politikaya büyük bir sıçrayışı gerçekleştirmiştir ... Ayrıca proletarya diktatörlüğü teorisi söz konusudur. Bunları hem kavramlaştırıyor, hem programsallaştırıyor ve hem de bir parti öncülüğüyle örgütleştiriyor. Hatta bunu devletleştirmeye kadar götürdü ... Stalin'in bütün yaptığı sosyalist devleti geliştirmekti. Bu durum o kadar ilerletildi ki, veya o kadar tek boyutlu ele alındı ki, ideoloji neredeyse politika içinde, hatta ekonomi içinde eritildi. İdeolojik ve moral bir güç olarak parti, devlet içinde yok oldu, tüketildi...
Sovyet deneyiminde parti ortadan kalktı ve devlet oldu. İdeoloji ortadan kalktı, dış politika ve iç politka düzeyine indirgendi ... Bu bir sapmadır. Evet nereden bakılırsa bakılsın proletarya devletine ihtiyaç vardır ama bir partinin kendisini bu kadar devletleştirmesi, kendi varlık nedenlerine ters düşmesi bir sapmadır." (abç) [16*]
PKK'nin 5. Kongre'sine sunulan Politik Rapor'da böyle denilmektedir. Hemen hemen benzer değerlendirme, Gorbaçov döneminde SBKP revizyonistleri tarafından 1985'lerde açık biçimde yapılmıştır.
SBKP revizyonistlerine göre, 1980'lerde SSCB'nin içine düştüğü durumun önemli nedenlerinden birisi de parti aygıtı ile devlet aygıtının iç içe geçmesiydi. Bu yüzden devlet kurumlarındaki parti bürolarının kapatılmasına karar vermişler ve uygulamışlardır. Bu ise, SSCB'nin dağıtılmasının en temel olgularından olmuş ve bu yolla parti aygıtı ve üyeleri tümüyle devre dışı bırakılmıştır.
Oysa Lenin, bu durumu parti kurumu ile Sovyet kurumunun birleştirilmesi olarak ortaya koymuştur. Lenin, "bunu nasıl yaparsınız?" diyenlere şöyle yanıt vermişti:
"... gerçekten, yaptığımız işin yararına ise niçin ikisini birleştirmeyelim? Böyle bir birleştirmenin henüz başlangıçta gerçekleştirildiği Dış İşleri Halk Komiserliğinde çok yararlı olduğunu hepimiz görmedik mi? Politbüro, parti görüş açısından hareket ederek, yabancı güçlerin daha saygısızca bir terim kullanmayacak olursak, hilekârca 'hareketler'ini önceden önlemek için bizim karşılık olarak yapmamız gereken 'hareketler'le ilgili önemli ve önemsiz birçok sorunu tartışmıyor mu? Bir sovyet kurumu ile bir parti kurumunun bu esnek birleşmesi, politikamızda, çok büyük bir güç kaynağı değil midir?
O halde, eylemleri bu kadar geniş bir alana yayılan ve üstelik bu kadar olağanüstü biçim esnekliği gerektiren bir kurumun, bir parti denetim kurumu ile bir sovyet denetim kurumunun bu garip birleşmesini benimsemesine niçin izin verilmesin?
Ben buna engel olan birşey görmüyorum. Daha ötesi var: kanımca, böyle bir birleşme işimizdeki başarının tek güvencesidir." [17*]
Lenin bunların temel nedeni olarak "kayıt ve denetim"in gerekliliği olarak ortaya koyar:
"Kayıt ve denetim: komünist toplumun ilk evresinde (sosyalizm-KC), hem 'yoluna konması', hem de düzenli işlemesi için özsel olan, işte budur. Burada bütün yurttaşlar, silahlı işçiler tarafından kurulmuş olan devletin ücretli görevlileri durumuna dönüşürler.
Bütün yurttaşlar bir tek devlet 'kartel'inin, bir tek tüm halk 'kartel'inin görevlileri ve işçileri olurlar." [18*]
Böylece devlet, yani "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya", "başlıca görevlerini böylesine bir kayıt ve bu tür bir denetime indirgediği zaman, 'siyasal devlet' olmaktan çıkar: 'kamu görevleri siyasal niteliklerini yitirir ve basit yönetsel görevler durumuna dönüşür'. (Engels)" [19*]
Marksizmin proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendini "egemen sınıf olarak" örgütlemesine ve buna paralel olarak proleter devleti kurmasına bakışı özce böyledir.
Görüldüğü gibi, parti aygıtı ile devlet aygıtının birleştirilmesi, doğrudan doğruya proletarya partisi ile proletarya devletine ilişkindir. Ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Çünkü "parti" demek, kendi programını uygulayabilmek için iktidara talip olan ve iktidar olduğu koşullarda kendi programını uygulayan örgütlenmedir. Söz konusu olan, tüm parti üyelerinin devlet kurumlarında görev alması ve devlet kurumlarının tüm faaliyetlerinin parti faaliyetleriyle belirlenmesi şeklinde biçimsellik ise, toplumun en ileri kesimlerinin örgütlülüğü olan proletarya partisinin kadrolarının devlet aygıtında yer almamaları şeklinde bir temele indirgenemeyeceği de ortadadır.
Bu konuda proletarya partisinin Leninist tanımını da anımsatmakta yarar vardır:
"Proletarya partisi, proletaryanın örgütlü öncü müfrezesidir."
Bu tanımlamalar, proletarya partisinin kesin politik niteliğini açık biçimde ortaya koyar. Ama bu proletarya partisinin bir ideolojisi olmadığı ve ideolojik sorunlarla ilgilenmediği anlamına gelmediğini de herkes çok iyi bilir.
Bu temel gerçeklere rağmen PKK'nin son "Politik Rapor"unda şunlar ifade edilebilmiştir:
"Sosyalizm devletleşerek amacına ulaşamaz." [20*]
"Bütün herşey devletle oldu ve sonuçta Allah yerine konulan bir genel sekreter veya polütbüro ortaya çıktı. İşte sapma da budur. Bir ideoloji iktidarlaştı mı, tehlikelerini belirtmek için söylüyoruz." [21*]
Söylenenleri toplarsak:
1) Egemen sınıflar "gerçekçi olmamak, yalan söylemek zorundadır ... Çünkü yalana, başkalarını sömürmeye ihtiyacı vardır". Öyleyse proletarya egemen sınıf olarak kendini örgütlememelidir.
2) Sosyalizm, "bir ideolojidir ve her ideoloji ütopyadır, hayaldir." Öyleyse sosyalizm ideoloji olarak kalmalıdır, kendisini "devletleştirmemeli"dir.
3) Proletarya partisi ideolojik bir kurumdur. İdeoloji politika içine sokulmamalıdır. Öyleyse proletarya partisi proletarya devletine, yani onun politik iktidarına karışmamalıdır.
4) İdeolojiler hayaldir, ütopyadır. Öyle ise iktidarlaşmamalıdır, aksi halde çok büyük tehlikeler ortaya çıkar.
Fakat proletarya partisini, yalın bir "ideolojik üretim merkezi" şekline indirgemek, onu entellektüel bir fikir kulübüne dönüştürmekten başka birşey değildir. Her Marksist-Leninistin çok iyi bildiği gibi, proletarya partisi, proletaryanın ideolojik ve politik öncüsü olmak durumundadır. [**]
Şüphesiz bunlar Marksist-Leninistler için geçerli belirlemelerdir. Bir Marksist-Leninist değilseniz, bunları dikkate almak durumunda değilsiniz. O zaman salt tarihe kısa bir bakış bile, parti- devlet ilişkisinin hiç de farklı olmadığını, farklı olabileceğini düşünenlerin sonuç olarak farklı bir noktaya gelemediklerini açık biçimde ortaya koyar.
Bunun ilk tarihsel örneklerini yasama ile yürütme arasındaki ayrımda görmek olanaklıdır. Eğer yasama organını, PKK söylemiyle söylersek, bir ideoloji merkezi olarak ele alırsak, yürütme karşısında salt "belirleyen" durumundadır ve yürütme de yasama organının aldığı kararları icra eden bir kurum durumundadır. Yasama ile yürütmenin ayrılmasının burjuvazinin aristokrasiyle olan uzlaşmasının bir ürünü olduğunu hesaba katarsak, bunun ifadesi olan "güçler ayrımı doktrini" PKK'nın söylediğinin tarihsel zemini olmaktadır. Ama burjuvazi egemenliğini kesinleştirir kesinleştirmez, yasamanın gücünü sınırlandırmaya ve yürütmenin gücünü artırmaya yönelmiştir. Bunun sonucu ise, bir dizi kanlı çatışmalar olmuştur.
Verilebilecek diğer bir örnek de, İttihat ve Terakki'nin iktidar oluşuyla ilgilidir. İttihatçılar, ilk dönemde Abdülhamit'in yetkilerinin sınırlandırılmasıyla işe başlamışlar ve hükümete doğrudan girmek yerine kendilerinin denetleyebileceklerini düşündükleri kişilerden oluşturmuşlardır. İttihatçıların Meclisi Umumisi bir çeşit "ideolojik kurum" gibi çalışmıştır. Ancak bir süre sonra hükümet ile bu kurum arasında çatışma çıkmış ve sonuçta İttihatçılar doğrudan hükümeti kurmak durumunda kalmışlardır.
Verebileceğimiz diğer bir örnek de Güney Yemen'e ilişkindir. Güney Yemen devlet başkanı ile parti arasında çıkan farklılık ve devlet başkanının tüm yetkileri elinde toplamaya kalkması sonucunda yaşanan trajik olaylar ortadadır. Özellikle devlet başkanının parti polit bürosunu toplantıya çağırarak, toplantı sırasında düzenlediği bir baskınla pekçoğunu katletmesi ikili iktidar durumunun uzun süre varolamayacağını gösterir.
Tabi PKK'nın sözkonusu ettiği ayrım, yaptırım gücü olmayan bir parti ile partinin belirlemelerine uymak zorunda olmayan bir devlet kurumu oluşturmak ise, bu açıdan söylenenler doğrudur. Bu da açık biçimde partinin tasfiye edilmesinden başka birşey değildir.
Bu durumu PKK "Rapor"u şöyle ifade etmektedir:
"Politikayla ideolojinin bozulmaması gerekir ... İdeolojik bir organ gerekiyor. Örneğin bugün pek de beğenmediğimiz, mollalar rejimi dediğimiz İran'da bile bir 'Ayetullah' kurumu vardır. Şah gibi dev bir politik gücü bile alaşağı edebilecek bir gücü vardı. Bu kurumun bütün kuvveti ideolojiydi. Ayetullahlar esas itibariyle ideolojik bir organdır. İşlerini ideolojiyle görürler ... İşte sosyalizmde bu yoktu ve ideolojik organ, ister gazeteleriyle, ister sözcüleriyle, ister ideologlarıyla önemini yitirdi. İdeologlar tümüyle devletin basit papağanları durumuna düştüler ... İşte ideoloji böylece ihanete uğradı." [22*]
Yukarda özetlediğimiz gibi, adına ister sosyalist deyin, ister proleter, isterse işçi, her ne olursa olsun bu parti iktidar olmamalıdır, politikaya karışmamalıdır, kendini devletleştirmemelidir. Kısacası, parti parti olarak kalmalı ve salt bir ideolojik kurum olarak, "hayal" olan sosyalist ideolojinin ideolojik kurumu olarak kalmalıdır. Böyle bir partinin tüm yapacağı da, ideolojik bir kurum, organ olarak "gazeteleriyle", "sözcüleriyle" ideoloji üretip, yaymalıdır.
Böylece PKK'nin "sosyalist" partisi kendi gazeteleri ya da propagandacıları aracılığıyla "ideoloji" üretecekler, devlet ise kendi yolunda yürüyecektir. Basım ve yayım üzerindeki devlet yaptırımlarını bir yana bırakmazsanız, karşılaşacağınız sonuç, devletin bu partinin faaliyetlerini yasaklaması olacaktır. Zaten SSCB'de olan da bu olmuştur. Önce devlet kurumlarındaki parti büroları kapatılmış ve ardından SBKP yasaklanmıştır.
PKK'nin Politik Rapor'unun belki de geleceği belirleyen en önemli belirlemesi de budur. Bunun Kürt ulusal hareketi içinde küçük ve orta burjuvazinin egemenliğinin gelişmesiyle bağlantılı olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, çekiç-oraklı bir partinin faaliyetleri, PKK Kongre kararı ile "politik ilişkiler" alanının dışına çıkartılmaktadır. Böylece gerçek bir tasfiye ortaya çıkacaktır. Bunun bizzat parti tarafından ve parti üyelerinin onayı ile alınan bir kararla yapılması da şaşırtıcı değildir. SBKP'nin tüm gücünü yok eden kararlar, Gorbaçov döneminde yapılan 27. Kongre kararları ile alınmıştır. PKK'nin 1993 ateş-kes döneminde sessiz bir biçimde parti bayraklarının yerine ERNK bayraklarını geçirmesinin politik yansıması olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır.
Tüm bunlara rağmen hâlâ PKK'nin Marksist-Leninist bir parti olduğunu düşünüyor, ona belli bir sempatiyle yaklaşıyor da, "Politik Rapor"dan şüpheniz varsa ve Y. Küçük'ün "tiyatro"da kendini "tarih" yerine koymasından pek hoşlanmadıysanız ya da bizim söylediklerimizin doğru olabileceğini düşünüyorsanız, sizin için de birşeyler söylendiğini bilmek durumundasınız: O kadar kaygılanmayın. Bakın İran'da ideolojik organ olarak "Ayetullah" kurumu var. Onlar hiç politikaya bulaşmadıkları halde, "Şah gibi dev bir politik gücü alaşağı" ettiler. Onlar "işlerini ideolojiyle görürler". Sizde öyle yapın, hem ideolojiye ihanet etmemiş olursunuz, hem de büyük bir güç olursunuz.
Bunlara ister inanın, ister inanmayın fark etmez. İran'da mollaların politikayla iligilenmediklerine inanmıyor musunuz, Rafsancani' nin devlet başkanı olarak camide değil de, devletin başında olduğunu mu sanıyorsunuz, hiç önemli değil. Tüm "Rapor"un Marksizmle ilişkisi olmadığını mı düşünüyorsunuz? Bu da önemli değil. Çünkü PKK hareketi, "ideolojisi ve morali yıkılan halk gerçekliğinde, öncelikle ve esasta, ideolojiyi ve morali bulma hareketidir." Yani yıkılan "ideoloji" bulunacaktır, yoksa ona "yabancı", "kökü dışarda" ideolojiler söz konusu olamaz.
İşte kendi çapında "işadamı" Yaşar Kaya'nın Avrupa'da "Kürt Bankası" kurma planları, Özgür Ülke'de boy boy çıkan iş ilanları Kürt ulusal hareketinin öncülüğünün nasıl el değiştirdiğinin nasıl somut olgularıysa, PKK'nin 5. Kongre'sine ("Zafer Kongresi" olarak da adlandırıyorlar) sunulan rapor da bunun ideolojik ifadesi olmaktadır.
Yine de tüm bunlardan sonra, eğer okuyucu hâlâ ne olduğunu ve neyin neyi ifade ettiğini anlayamamışsa, yazımızın başında belirtmiş olduğumuz gerçeğe ulaşmış demektir: Genel bir ideolojisizleştirme ve kavram keşmekeşi, bütün dönemlerle kıyaslanmayacak seviyededir. Böyle bir durumda, bilimsel kavramlara ve bilimsel belirlemelere daha fazla değer vermek ve kavramların toplumsal, tarihsel ve bilimsel içeriklerinden soyutlanmasına karşı durmak her zamankinden çok daha fazla önemlidir. Sorun, bir ideoloji sahibi olmak değildir. Sorun, proletarya ideolojisine sıkı sıkıya sarılmak ve bu ideolojinin içeriğinin boşaltılmasına karşı durmaktır. Bugüne kadarki tarihte, her zaman burjuva ulusal hareketler kendilerine komünist görünüm vermeye çabalamışlar ve bu yolla kendi hareketlerini güçlendirmeye çalışmışlardır. Ama 1990'ların dünyasında, varolan sosyalist iktidarların birbiri ardına tasfiye edilmişliği koşullarında, "globalleşen dünya" içinde bu eğilimin tersi gelişmektedir. 1960 ve 70'lerin dünyasında kendilerini komünist olarak göstermek durumunda kalan ulusal hareketlerin, bu dünyada geriye dönerek, kendi üstlerindeki komünist etiketinden kurtulmaya çalışmaları günümüzün bir olgusudur. Bunu yaparken, komünist etiketlerini doğrudan terk etmek yerine, kendi komünistliklerinin aslında komünistlerin komünistliğine benzemediğini söyleyerek yapmaları anlaşılabilir birşeydir. Ama kabul edilemeyecek tek şey, bunu yaparken komünizmin çarpıtılmasına "komünist" olduğunu söyleyip sessiz kalınmasıdır.
Dipnotlar
(*) PKK söyleminde en sıkça kullanılan yöntem Aristo mantığının soyut çıkarsamalar yapmaya yarayan kıyas yöntemidir. Burada olduğu gibi kimi zaman dinleyicinin (ya da okuyucunun) kendi kendine yapacağı çıkarsamalar olarak bırakılırken, kimi zaman bu açık biçimde ifade edilir. Örneğin "ütopya" kavramına bakalım. PKK söyleminde göre her ideoloji hayalci olmak durumundadır; sosyalizm, toplum(salcılık) demektir ve her toplum hayalidir, tasarımdır, ruhtur; öyle ise sosyalizm de hayalidir, hayalcidir. Zaten SSCB'nin 80'lerdeki yıkımı "ruh"unu kaybetmesindendir, "ruhsuzluk" yüzünden yıkılmıştır. "Aslında her ideoloji bir ütopyadır ve sosyalizm de öyle bir ütopya olmak zorundadır."
Bu bir formel mantıktaki kıyas yönteminin açık bir kullanımıdır.
Birinci önerme: Sosyalizm bir ideolojidir.
İkinci önerme: Her ideoloji bir ütopyadır.
Vargı: Öyle ise sosyalizm bir ütopyadır.
(**) Bu konuda Lenin'in Merkez Organ ile Merkez Komite arasındaki ayrım ve ilişkiye ilişkin yazdıkları da unutulmamalıdır. Lenin'in deyişiyle, partinin ideolojik önderliği ile pratik önderliği olarak "iki yönetici merkez", ancak belli koşullarda söz konusu olabilir ve bu koşullar tarafından belirlenen bir tarihe sahiptir. Aynı şekilde, proletarya iktidarında sendikaların yeri ve görevleri konusunda 1920'lerde yapılan tartışmalar ve alınan kararlar da aynı bağlamda önemlidir. Tüm bunlar, konunun ne denli kapsamlı olduğu ve temel olarak burjuva devlet aygıtının parçalanarak, yerine proleter devlet aygıtının inşa edilmesi sorununun parçaları olduğunu gösterir.
(1*) Lenin: Devlet ve İhtilâl, s: 49
(2*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(3*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(4*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(5*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(6*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(7*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(8*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(9*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(10*) Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: III, s: 139
(11*) Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: III, s: 139
(12*) Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: III, s: 160
(13*) Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: III, s: 139
(14*) Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, C: III, s: 160
(15*) Lenin: Devlet ve İhtilâl, s: 113
(16*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995
(17*) Lenin: İşçi Sınıfı ve Köylülük, s: 513-514
(18*) Lenin: Devlet ve İhtilâl, s: 133
(19*) Lenin: age, s: 133
(20*) Özgür Ülke, 2 Şubat 1995
(21*) Özgür Ülke, 2 Şubat 1995
(22*) Özgür Ülke, 1 Şubat 1995