KURTULUŞ CEPHESİ - Ekim 1992
Kürt Federe Devleti Kuruldu :
Darısı Kimin Başına?
" Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir . Ezilen ulus burjuvazisinin bir yandan pratikte, kendi halklarından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan sözetmesi hiç de seyrek görülen bir şey değildir. Böyle durumlarda devrimci marksistler, eleştirilerini, ulusal harekete değil, ama onun alçaltılmasına, bayağılaştırılmasına, o hareketi küçük bir kavga düzeyine indirgeme eğilimlerine yöneltmelidirler." (Lenin) [1*]
Körfez Savaşının askeri harekât bölümünün bitmesinden kısa bir süre sonra basın ve yayın organlarında en göze çarpan haberlerin başında Kuzey Irak'da Barzani ve Talabani güçlerinin Zaho başta olmak üzere değişik kentleri nasıl ele geçirdikleri geliyordu. Gazete manşetlerinde Kürt devletinin kurulmak üzere olduğu sık sık yer alıyordu. Hemen herkes Kuzey Irak'da kurulacak Güney Kürdistan beklentisi içinde her yeni güne yeni umutla giriyordu. İşte tam bu günlerde, savaşta tümüyle yokedildiği savlanan Irak ordusuna ait birliklerin hareketi başladı. Ve sonuç binlerce Kürdün Türkiye ve İran topraklarına doğru sürülmesiydi.
Kamuoyu aylarca ağır kış koşullarında göçe itilmiş Kürt halkının yüzyüze olduğu trajediyi izledi. Bu sırada bazı Kürt önde gelenlerinin Amerika'da, İngiltere'de ve Türkiye'de, başta bu ülkelerin istihbarat teşkilatları ve Genel Kurmaylarıyla yaptıkları gizli görüşmelerin yoğunlaşması fazlaca önemsenmedi.
Özellikle Talabani'nin son dört yıl boyunca CIA ve Pentagonla kurduğu yakın ilişki "taktik gereği" hoş görülürken, Çekiç Güç'ün Silopi'ye yerleşmesi pek fazla önemsenmiyordu. "Düşman saflarındaki çelişkiden yararlanma" adına emperyalizmle uzlaşma girişimleri meşrulaştırılırken, bunun gelecekte nelere mal olacağı kitlelerden özenle gizleniyordu.
Önce Talabani'nin, ardından Barzani temsilcilerinin MİT ile yaptıkları görüşmeler ve ardından Çankaya'da yapılan "zirveler" ürünlerini yavaş yavaş vermeye başladı.
İlk ürün, Amerikan emperyalizminin Irak' ın kuzeyinde 36. enlem üzerindeki uçuşları yasaklamasıyla verdi.
Ardından Kuzey Irak'da seçimlerin yapılması geldi.
Yaratılan hava içinde, emperyalizmle uzlaşma yoluyla da olsa bir ulusun kendi kaderini tayinine yöneldiği sanısıyla, yapılan seçimler Türkiye'de "büyük çoşku" yarattı. Ve başta HEP'liler olmak üzere, Güney Kürdistan'daki seçimlerin bir benzerinin Kuzeyde de yapılması temennisi basına yansımaya başladı. Öyleki, gelişmelerin emperyalizmin denetiminde olduğu ve bunun çağımızda gerçek bir kendi kaderini tayin değil, emperyalizmin işbirlikcisi yeni bir sınıflı devletin kuruluşuna yöneldiği bir yana bırakılarak, "darısı Kuzeyin başına" denilmeye başlandı.
Mayıs sonlarında Kuzey Irak'da yapılan seçimler üzerine "darısı Kuzeyin başına" diyebilecek kadar siyasal olarak körleşmiş HEP'li milletvekili, bundan kendileri için de bir pay çıkar mı düşüncesiyle demeçler verirken, her uzlaşmanın bir bedeli olduğunu, er yada geç bunun ödenmesi gerekeceğini belki de hiç düşünmüyordu. [2*]
Ekim ayına gelindiğinde "Kürt Federe Devleti" ilân edildi. Aynı çevreler, bu kez Haziran ayındaki kadar çoşkulu gözükmüyorlardı. Hatta basında "Kürt Federe Devleti"ne karşı olduklarına ilişkin demeçler yayınlanmaya başlandı.
Ve peşmergelerin PKK'ya yönelik saldırılarının başlamasıyla emperyalizmle uzlaşmanın ilk bedelinin nasıl ödeneceği açıkca görüldü.
Bu olaylarla yapılan hataların temelinde, ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların değerlendirilmesinde sınıfsal bakış açısının bir yana bırakılması geldiğide açığa çıkmıştır. Telaffuz edilmesinde sık sık sorunlar ortaya çıkan, ama sık sık da rahatça kullanılan kavramlardan birisi olan "milliyetçilik", bu noktada, burjuva bakış açısının egemenliğini ifade ettiği ortadadır. "Kürdün Kürtten başka dostu olmadığı" sanısıyla bir yana bırakılan sınıfsal perspektif, diğer yandan Kürtlerin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişimlerinin yanlış bir kavranışına da ön temel oluşturduğu da unutulmuştur.
Emperyalizm olgusunun gerçek bir küçümsenişi ile başlayan ve çağımızda ulusal sorunların gelişmesinde ve çözümlenemeyişinde emperyalizmin birinci dereceden rol oynadığının bir yana bırakılması peşmergeler ile PKK arasındaki çatışmaların soyutta öngörülmesine karşın, pratikte umursanmamasını getirdiği de açıktır.
II. yeniden paylaşım savaşından sonra emperyalizmin sömürgeleri tasfiye etmesi ve bu tasfiye sırasında bazı ulusal sorunların üzerinin örtülmesi gerçeği bile, günümüzdeki ulusal sorunlarda emperyalizmin rolünü ve yerini açıkca gösterir.
Kapitalizmin dış dinamikle, yani emperyalizmin ilişki ve çelişkilerine uygun olarak geliştirilmesinde ifadesini bulan yeni-sömürgecilik koşullarında, emperyalizmle uzlaşmanın diğer bir bedeli de, halkın bir kez daha ve eskisinden çok daha fazla sömürülmesi olacaktır. Bu bedel, emperyalizmin askeri ve politik çıkarları doğrultusunda hareket eden bir siyasal yönetimin, yani devletin ortaya çıkmasıyla daha da belirginleşecektir.
Bu nedenle, çağımızda ulusların kendi kaderini tayin etmesi, aynı zamanda emperyalist sömürü ve hegemonyanın dışına çıkmayı gerektirir. Bu gerçek, hiçbir biçimde eski dönemlerde yaşanmış bazı olayların vurgulanmasıyla geçiştirilebilir bir şey değildir. İdris Bitlisi yada Hamidiye Alayları bir toplumun tarihsel evriminde ortaya çıkabilen yalın işbirlikçilik olaylarıdır. Bu her toplumun evriminde şu yada bu oranda mevcuttur. Ama emperyalizmle işbirliği çağın gerici özelliğidir.
Aynı şekilde, kapitalizmin dış dinamikle geliştirilmesi ve buna paralel olarak feodalizmin tasfiyesi, günümüzde ulusal sorunların değişik görünümler kazanmasına neden olmaktadır. Özellikle yukardan aşağıya kapitalizmin geliştirilmesiyle tasfiye olmaya yönelen feodallerin, geçmiş dönemde emperyalizmle kurduğu ittifakın bozulması ve yerini işbirlikçi burjuvazinin alması, aynı zamanda ulusal hareketlerin anti-feodal niteliğinin törpülenmesini getirebilmektedir. Bu da, Stalin'in deyişiyle, "feodal milliyetçiliğin yaşamının son anlarında dinsel kılığa bürünmesi"ne yol açmaktadır. Son dönemde ortaya çıkan "Hizbullah" olayının temelinde tasfiye olan feodalitenin yattığı açıktır. Daha düne kadar Cuma namazından çıkarak yürüyüşler yapan ve kepenk kapatan "çarşı esnafı", "Hizbullah" hareketinin sınıfsal temelini oluşturmaktadır.
Ortaya çıkan ve giderek gelişme eğilimi gösteren bu olgu, aynı zamanda yeni bir bedelin ödenmesi anlamına gelmektedir. 1920'lerde M.Kemal'in küçük-burjuva pragmatizminin, bir yandan SSCB ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelirken, diğer yandan TBMM'nin açılışında imamlara dua okutturması şeklinde biçimlenirken, dinsel ideolojinin temsilcisi hilafetin kaldırılmasına kadar uzandığı bilinen gerçeklerdir. Ama o tarihsel dönemde şeriat güçlerinin belli bir devlet örgütlenmesine sahip olmadığı; günümüzde ise İran'da mollaların devlet iktidarını elinde tuttukları gözden kaçırılamaz. Keza bu pragmatizmin 1925'lerde Şeyh Sait isyanı ve 1930'larda Menemen olaylarıyla kanlı bir hesaplaşmayla sürdürüldüğü de ortadadır.
İster "taktik gereği", "hedef küçültmek" için olsun, çağımızda emperyalizmle kurulacak ilişkiler, isterse dinselliğin kullanılması yönündeki tavırlar olsun ulusal ve halk kurtuluş hareketlerine büyük zararlar vereceği son olaylarla açıkca görülmektedir. Ve gene görülmektedir ki, günümüzde gecikmiş ulusal sorunların çözümlenemeden kalışında ve ulusal baskıların sürdürülmesinde temel belirleyici güç emperyalizmdir.
Bunları bir yana bırakıp, emperyalizmle işbirliği yaparak devlet kurma olanağının ele geçirilmesine gıpta etmek ve bunun bir "çözüm", "ara çözüm" olarak sunmak, Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük olacaktır. Emperyalist sistem içinde kalarak emperyalizmden bağımsız kalınabilineceğini sanmak, eğer ulusal ihanet denilemezse, büyük bir safdillikten başka birşey olamaz.
Emperyalizmden gerçek anlamda bağımsızlığı elde etmeden, demokratik bir yönetim kurulmadan ve proletaryanın öncülüğü olmaksızın hiçbir ulusal sorun gerçek anlamda çözülemez. Bu aynı zamanda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, emperyalist sistemden ayrılma, emperyalizmden bağımsız devlet kurma hakkı olarak belirginleşmesi demektir. Bu hakkın elde edilmesi, bu ülkelerde, gerektiğinde parçalanmış ulusların birliğinin sağlanması içinde temel oluşturmaktadır. Sözün özü, günümüzde ulusal sorunlar, emperyalizmden bağımsız demokratik bir cumhuriyet kurma sorunu durumundadır. Dolayısıyla proletaryanın öncülüğünde demokratik halk devriminin gerçekleştirilmesi programıyla çakışır.
Barzani ve Talabani'nin emperyalizmle kurdukları işbirliği, sonuçta emperyalizme bağımlı ve emperyalizmin çıkarlarına uygun faaliyet gösterecek bir devletin kurulmasına yönelmiş bir süreçin parçası durumundadır.
Kimileri bu durum karşısında, "bizim sorunumuz kendi devletimize sahip olmaktır" diyerek emperyalizmle ve onun işbirlikçisi oligarşilerle kurulan ilişkileri haklı ve mazur göstermeye çalışmaktadırlar. Buna karşı çıkanlar ise, önce "kemalistlik"le itham edilerek zan altında bırakılacakları endişesine itilmekte, bunun etkili olmadığı görüldüğünde de SSCB' nin durumu öne sürülmektedir. Bu yaklaşım, sonal olarak Marksizm-Leninizmin ulusal sorunların çözümünde de "bir işe yaramadığı", "anti-emperyalizmin ulusları oyalamaktan öte bir değer taşımadığı" önyargısından güç almaktadır.
Genellikle Kürt reformist çevrelerinde yaygın bulunan bu yaklaşım, giderek pekçok kesimi etkisi altına alma eğilimi taşımaktadır. Ulusal sorunun devrimci değil, evrimci bir tarzda çözümünü isteyen bu çevrelerin ideal kişisi, hiç şüphesiz Talabani olmaktadır.
Talabani'nin "diplomasi konusunda ustalaşmış" olduğu ileri sürülerek emperyalistlerle işbirliğinden çok, onları "kullanma hüneri" gösterdiği inancı yayılmaya çalışılmaktadır. PKK'ye yönelik olarak oligarşinin silahlı güçleriyle birleşik operasyonlara girişmesi karşısında "hain"liğinin öne çıkmaya başladığı bir aşamada, PKK'ye yönelik T. C. ordusunun hareketinin gelişmesi üzerine verdiği demeçler herşeyi unutturabilmektedir. PKK yönetiminin Talabani güçlerinin Barzani güçleri kadar istekli savaşmadıklarını beyan ettiği ifade edilmesi bile, bu konuda Talabani lehine kazanım olarak ortaya çıkmaktadır.
Uzatılmış bir savaş çizgisini -bilinçli olarak ya da düşmanın dayatmalarıyla olsun- sürdüren bir halk kareketi yada ulusal hareket, zaman unsurunun iki yönlü hareketini hesaba katmak zorundadır. Savaşın uzatılmışlığı yada uzaması, düşman güçlerinin maddi ve manevi olarak yıpranmasını (ya da yıpratılmasını) yaratabilirse de, aynı oranda olmasa da kitlelerde de belli bir yıpranma ortaya çıkarabilecektir. Bu bir yandan hareketi "çabuk sonuçlu savaş"a itebileceği gibi, varolduğu iddia edilen "uzlaşma" olanaklarının kullanılmasına da zorlayabilecektir. Birinci durumda askeri bir yenilgi gündeme gelirken, ikinci durumda işbirlikçilik yolu açılabilecektir. Birinci duruma karşı durma kısa sürede etkisini gösterirse de, ikinci duruma karşı durma uzun dönemde etkisini gösterir ve askeri durum da dahil olmak üzere tüm süreci belirler.
Bu nedenle Talabanicilik sadece Kürt ulusal hareketine değil, gerçek halk hareketine de zarar verici nitliktedir. Bir yandan ulusal hareketi alçaltıp bayağılaştırırken, diğer yandan varılabilecek en yakın hedeflere ulaşıldığında hareketi olabildiğince çabuk sonuçlandırmaya yöneltir. Bu da tipik bir küçük-burjuva özelliğidir.
Bu durumda yapılabilecek tek şey, proletaryanın öncülüğüne ve ideolojisine bağlı kalmak ve reformizmin, küçük-burjuva uzlaşmacılığının çözüm olmadığını kitlelere anlatarak savaşmaktır.
Dipnotlar
(1*) Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s: 73-74
(2*) "Belki" diyoruz, çünkü belki de aynı bedeli ödemeye hazır olunduğu mesajı verilmeye çalışıyordur.