Sorunun Tek Çözümü,
Kürt Ulusunun
Kendi Kaderini Belirleme Hakkının Tanınmasıdır!
Bazılarına göre "Kürt Sorunu", bazıları için "Demokrasi Sorunu", bir başkasına göre "Bölücü Terör Sorunu" ya da "Kültürel Özerklik Sorunu" olan, tarihsel gerçeklikte ise, adıyla-sanıyla, teorisiyle, pratiğiyle, milliyetçiliğiyle, enternasyonalizmiyle "Kürt Ulusal Sorunu", bir kez daha ülkemizin gündeminin birinci sırasında yer almaktadır.
Kürt ulusal sorunu, kimin nereden baktığına bağlı olarak, ayrı başlıklar ve etiketler altında tanımlanırken ve buna göre "çözümler" ortaya atılırken, görünen tek olgu, herşeyin karmakarışık olduğu ve kafaların da bir o kadar karmakarışık edildiğidir.
Bugün Kürt ulusal sorununu yalın biçimde "Kürt sorunu" olarak ele alan ve seslerini şöyle ya da böyle duyurabilen söylemlere göre, sorunun dört "çözümü" vardır:
1) Toprağa bağlı olmayan, ama devlet sınırlarının her yerindeki Kürtler için "kültürel özerklik",
2) Toprak talebinde bulunmayan, ama toprağa bağlı, Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yerlerde "bölgesel özerklik",
3) Neo-liberal çevrelerin dile getirdiği "ver kurtulculuk",
4) Birey olarak herkesi etkileyen ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunların çözümü çevresinde "birleşme" ve "birlikte yaşama".
Tüm bu "çözüm"lerin ortak özelliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin "üniter yapısını" esas almaktır. Bir başka deyişle, bu "çözümler", her durumda Kürtlerin ulusal varlığını tam olarak kabul etmeyi ve bir ulus olarak Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını, dolayısıyla da Kürt ulusunun ayrı, bağımsız bir devlet kurma hakkını tanımayı bir yana bırakan çözümlerdir.
Abdullah Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği "demokratik cumhuriyet" savı da, DTP, BDP vb. legal Kürt partilerinin dile getirdiği "bölgesel özerklik" de, ayrılmaya karşı geliştirilmiş ve hiçbir biçimde "ayrılmayı" talep etmeyen "çözüm" yolları olarak ortaya atılmıştır.
Neo-liberal "çözüm" ise, yani "ver-kurtulculuk", Kürtlerin tüm taleplerinin kabul edilmesi söyleminden yola çıkar, ama sorun "ayrılma, ayrı devlet kurma" noktasına geldiğinde sessiz kalır ve böyle bir durum yokmuşçasına davranır.
Dördüncüsü ise, "Kürt sorunu"nun varlığını kabul eder, ancak bunun Türkiye’nin bütününde geri-kalmışlığın ortadan kaldırılmasıyla sorun olmaktan çıkacağını varsayar.
Bir yandan birbirinden ayrı gibi görünen, ama "üniter devlet" temelinde birleşen bu dört "çözüm"ün birbirleriyle kıyasıya çatışması, diğer yandan sorunun "muhatabı" olarak fiilen ortaya çıkan PKK’nin, dört "çözüm"ün de "olabileceği"ni söyleyen ya da ima eden bir kafa karışıklığı içinde oluşu. İşte ülkemizin bugünkü somut durumu budur.
Burada devletin, yani "T.C."nin "Kürt sorunu" karşısında nasıl bir tutum takınacağından daha çok, Kürtlerin taleplerini fiilen dile getirmek durumunda olan PKK’nin kafa karışıklığı birincil öneme sahiptir.
PKK, ilk kuruluş anında, kendisini "marksist-leninist işçi partisi" olarak ilan ederken, marksizm-leninizmin ulusal sorundaki en temel ilkesini, aynı devlet sınırları içindeki tüm ulusların proletaryasının birleşik örgütlenmesini ve birlikte mücadelesini bir yana bırakmıştır. Bunun doğal sonucu ise, PKK’nin ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı yerine, ayrılmayı, ayrı devlet kurmayı mutlaklaştırması olmuştur. Böylece PKK, ilk başlangıçtan itibaren, her durumda ve her koşulda ayrı bir Kürt devleti kurma amacıyla hareket etmiştir.
Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkının böylesine "pratik" hale getirilmesi ve mutlaklaştırılması, "biz Kürdüz, Türklerden ayrıyız" sloganının üretilmesini beraberinde getirmiştir. Böylece "Kürt kimliği" belirginleşirken, "Kürt ulusal bilinci" geri planda kalmıştır.
Şüphesiz, Türkiye bütünselliği içinde burjuva-demokratik devrimin tamamlanmadığı tarihsel koşullarda, gerek Türklerde, gerekse Kürtlerde ulusal bilincin oluşması ve pekişmesi olanaksızdır. Burjuva-demokratik devrim tamamlanmadığından, üstelik emperyalist dönemin özelliğine uygun olarak emperyalizme bağımlı ve onun istemlerine göre biçimlenen bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olduğundan, ulusal hareketin götürücü sınıfı olarak ulusal burjuvazi gelişmemiştir. Kürt ya da Türk ulusal burjuvazisinin olmadığı koşullarda da, ulusal pazar oluşmamış, tersine emperyalizmin uluslararası pazarı haline gelinmiştir. Bu emperyalist pazara, emperyalizm adına yerli işbirlikçi-burjuvazi egemen olmuş ve ülkenin siyasal yönetimi, işbirlikçi-burjuvazinin emperyalizmin konjonktürel çıkarlarına göre yönettiği bir biçim almıştır (oligarşik yönetim).
Bu yönetim biçimi, gerçek burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan, kimi zaman "temsili demokrasi" olarak, kimi zaman doğrudan askeri yönetim olarak sürdürülmüştür.
Böylesi bir yönetim altında olan bir ülkede, ulusal sorunun "demokratik olmayan yöntemlerle her türlü çözümünün olanaksız kılındığı" koşullar oluşamazdı ve oluşmamıştır.
Dünya-tarihsel olarak burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesiyle birlikte ortaya çıkan ulusal hareketler, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkında ifadesini bulan ulusal devletlerin yaratılmasını hedeflemiştir. Bu aynı zamanda, ülkelerin ve halkların feodal bölünmüşlüğünün, feodal bölgeciliğin ortadan kaldırılması, tek bir ulusal pazarın yaratılması ve ulusal bilincin oluşması demektir. Bu bağlamda, burjuva devrimi, görünüşte aynı topraklar üzerinde yaşayan herkesi bir ve eşit hale getirir. Bu nedenle burjuva devrimi, feodalizme göre tarihsel bir ilerlemeyi temsil eder ve demokratik niteliktedir.
Tüm bunların gerçekleştirilemediği ya da gerçekleşmediği bir ülkede, ulusal birlikten, bunun üzerinde yükselen ulusal devletten ve bu devletin "üniter" yapısından söz etmek olanaksızdır. Bu nedenle de, böyle bir ülkede demokrasiden ve demokratik çözümlerden söz etmek de olanaksızdır. "Ulus", "ulusal birlik", "ulusal devlet", böylesi ülkelerde sadece biçimsel olarak vardır. Bu ülkelerde feodalizm, burjuva anlamda devrimci tarzda tasfiye edilemediğinden ve kapitalizm iç dinamiğiyle gelişemediğinden, yani dışa, emperyalizme bağımlı olduğundan, ülkedeki feodal bölünmüşlük, feodal bölgecilik ve feodal zihniyet varlığını uzun süre sürdürür. Yaşam süreçlerinin hiçbir döneminde demokratik ilişkilere ve demokrasiye sahip olmamış olan bu ülkelerde, demokratik olmayan yollarla sorunların çözümlenmeye kalkışılması en olağan ve en kabul gören yöntem olagelmiştir.
Böyle bir ülkede ve tarihsel koşullarda, mutlak demokrasiyi ve demokratik ilişkileri gerektiren ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkının tanınması da olanaksızdır. Böyle bir hak, ancak ülkenin demokratik devriminin tamamlandığı koşullarda gerçek bir ulusal-demokratik hak halini alabilir.
Bu demokratik ortam ve temel olmayınca, kaçınılmaz olarak, yukarda genel olarak tanımladığımız "çözümler" ortaya çıkmakta, tartışılmakta ve birbirileriyle kıyasıya savaşmaktadır. Hiçbirisi ulusal sorunun, Kürt ulusal sorununun çözümünü içermemekle birlikte, çözüm gibi ortaya sunulması da, bu ülkenin "orijinalitesi"dir.
Böyle bir ülkede ve bu koşullarda, Kürt ulusal sorununun gerçek ve kalıcı tek çözümü olan Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının, yani ayrılma, ayrı devlet kurma hakkının tanınmasının neden olanaksız olacağını ele almadan önce, ortaya atılan çözümlerin neden "çözüm" olmadığını ele alalım.
Bu "çözüm üretmeyen çözüm"lerin ilk başına "kültürel özerklik" konulmalıdır.
"Kültürel özerklik", toprağa bağlı olmayan, yani devlet sınırları içinde nerede olursa olsun bir ulusa ait olan insanların tüm kültür alanına giren işlerde özerk olması, özsel olarak kendilerine ait okullara sahip olmasından başka bir anlama gelmez. Okulun uluslara göre ayrıştırılması, bu okulların birbirinden farklı eğitim sistemine, farklı müfredata sahip olması ve kendi ulusal olanaklarıyla finanse edilmesi demektir. Bu, feodal bölünmüşlüğün, feodal bölgeciliğin bir başka boyutta sürdürülmesi ve pekiştirilmesi demek olduğu gibi, her ulusun üyesinin (bireyinin) diğer ulusun bireyinden ayrılması, uzaklaşması ve kopması demektir. Aynı dili konuşmayan ve aynı okula gitmeyen değişik ulusların bireylerinin karşılıklı ve birlikte ilişkisinden, ortak yaşamından, ortak ticaret vb. ilişkilerinden söz etmek zaten olanaksızdır.
Böyle bir durumda, ülkenin herhangi bir yerinde (il, ilçe, belde, köy vb.) yaşayan farklı uluslardan oldukları "kayıt" altına alınmış bireylerin birarada yaşamaları, sadece yalıtık ve tekil parçaların yapay olarak aynı birimde bir arada tutulmalarından ibarettir. Bir başka deyişle, bir çuvala konulmuş ve ağzı bağlanmış patates yığınına benzerler. Birbirlerini anlamayan, birbirleriyle ilişki kurabilecekleri ortaklıklara (dil, eğitim vb.) sahip olmayan bu ulus-bireyleri tam anlamıyla diğer ulusların bireylerinden tecrit edilmiş olarak yaşarlar. Artık bunların "kaderde ve kıvançta birlikte" olmaları, acıyı ve sevinci birlikte yaşamaları olanaksızdır. Her birinin acısı ya da sevinci, sadece kendisine aittir, diğer ulus-bireyi için ya hiçbir anlama gelmez, ya da ters anlamlara gelir.
Aynı mahallede, aynı semtte, aynı beldede, böylesine birbirinden yalıtılmış ve birbirinden ayrışmış insanların uzun süre birlikte yaşamaları da olanaklı değildir. Kaçınılmaz olarak, bu aynı yerleşim yerinde ayrı yaşayan bu bireyler arasında günlük sürtüşmeler ortaya çıkar. Bu sürtüşmeler de, çok sıradan olaylarla patlak veren kanlı çatışmalara yol açar.
Toprağa bağlı olmayan "kültürel özerklik" budur.
Burada ele aldığımız "kültürel özerklik", ulusal sorunun, yani uluslar arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması için ileri sürülen "çözüm yolu"dur. Yani düşünülmüş, sonuçları hesaplanmış iradi bir çözüm önerisidir.
Ama toprağa bağlı olmayan "kültürel özerklik" isteminin hiçbir çözüm getirmediğini anlamak için, onun teorik gerekçelerine bakmak gereksizdir. Yaşanılan tarihsel süreçteki durumlar ve olgular gözlemlendiğinde de benzer bir durumun ortaya çıktığı hemen görülecektir.
Bugün, son olarak İnegöl ve Dörtyol’da meydana gelen olaylar, çok sıradan ve günlük yaşamın içinde ortaya çıkan sürtüşmelerden patlak veren çatışmalar durumundadır. Dolayısıyla böylesi çatışmaları ortadan kaldıracağı iddiasıyla ortaya atılan "kültürel özerklik", aynı zamanda böylesi çatışmaların ortaya çıkmasına yol açan koşulların bilinçli olarak yaratılmasından başka bir şey değildir.
Bugün herkesin ve tüm "medya"nın ortak "kanısı", PKK’nin silahlı saldırıları sonucunda ortaya çıkan "şehit cenazeleri" ülkeyi germekte, ülkenin "batısında" yaşayan Kürtlere yönelik saldırıların zeminini hazırlamaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir "etnik çatışma"dan kaçınmanın tek yolunun, PKK’nin silahlı saldırılarını durdurmasından geçtiği düşünülmektedir.
Elbette, PKK saldırıları ve bunun sonucu meydana gelen ölümler bir "etnik çatışma", yani Kürt-Türk çatışmasına yol açabilecek özelliklere sahiptir. Ancak böyle bir çatışmanın ortaya çıkabilmesi için maddi bir temel olmadıkça, PKK’nin eylemlerinin böyle bir çatışmaya yol açması ya da tahrik etmesi olanaksızdır. Asıl sorun bu maddi temelin varolup olmadığı ve ne olduğudur.
Maddi temel, "kültürel özerklik" durumunda ortaya çıkacak olan ulusal toplulukların bireylerinin yalıtık yaşamlarıdır.
Özellikle 1980’lerden itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürtler büyük sayıda ve hızlı biçimde Batı Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. 1980 ekonomik krizi ve Turgut Özal döneminde uygulanmaya başlanan "liberal ekonomi" göçün temel nedeni olmakla birlikte, 1984 sonrasında PKK’ye karşı yürütülen kontra-gerilla yöntemleri bu göçü hızlandırmıştır. Şu gerçektir ki, "liberal ekonomi" koşullarında, Kürt köyleri "terörizmle mücadele" adına boşaltılmış olmasa bile, tarımın geri bıraktırılması politikalarıyla kaçınılmaz olarak göç vermek durumunda kalacaklardı ve çokluk öyle de olmuştur. İslahiye, Kırıkhan, Dörtyol, İskenderun, Adana ve Mersin böylesi ekonomik nedenlerle göç etmiş Kürtlerin toplaştığı yerleşim yerleri durumundadır.
Feodalizmin tasfiye edilmediği bir toprak parçasından gelen ve feodal ilişkilerin egemen olduğu bu göçmen topluluğu, göç ettikleri yörelerde belli alanlarda toplaşmışlardır. Türkiye’nin değişik illerinde ve ilçelerinde ortaya çıkan "Kürt mahalleleri" böylesi bir toplaşmayla ortaya çıkmıştır (ki bu tür toplaşmalar tüm göçmen toplulukları için geçerli evrensel bir özelliktir).
Kendi iç dinamiği ile gelişmeyen kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede, kırsal alandan kentlere, sanayi ve ticaret merkezlerine yönelik göç dalgası, hemen her durumda büyük bir işsizler ordusunun oluşmasına yol açar. Bu işsizler ordusu, kapitalizmin doğasında olan olağan işsizler ordusundan farklı ve çok daha büyük boyuttadır. Sanayi ve ticaret tarafından hiçbir biçimde istihdam edilemeyen, dolayısıyla "farklı ulus"tan bireylerle birlikte bulunma ve çalışma koşullarına sahip olmayan bu göç topluluğu, bir yandan belli mahallelerde toplaşırken, diğer yandan "kayıt dışı", marjinal sektörlerde çalışarak yaşamını sürdürmeye çabalar. Bu yaşam mücadelesinde, birey olarak kendisine en büyük yardımı, yine kendisi gibi, kendi yöresinden göç etmiş bireylerin "ortaklaşması"ndan sağlar. İşte bu toplaşma ve ortaklaşma, bir ve tek ulusal topluluk bireyleri arasında olduğu ölçüde, "etnik kimlik" varolmanın en önemli unsuru haline gelir.[1*] Göç edenlere göre eski ve yerleşik olan nüfusun (ki artık onlar bir başka "ulus" bireyleridir) oturduğu yerlerin dışındaki yerlerde toplaşan "etnik topluluk" ile eski ve yerleşik nüfus arasında neredeyse çok az ilişki mevcuttur. Bir bakıma, bu iki topluluk bireyleri birbirlerinden yalıtık olarak yaşarlar. İşte bu yalıtık yaşam, "kültürel özerklik" planının uygulaması sonucu (yani okulun ulusal topluluklara göre ayrıştırılması) ortaya çıkan yalıtıklığa benzer sonuçlar üretir. Ve yine benzer biçimde, günlük yaşam içindeki sürtüşmeler, her an çatışmaya dönüşmeye hazır bir potansiyel ortaya çıkarır.
Bu somut durum, sözcüğün bilimsel anlamıyla, iki farklı ulusal topluluğun bireylerinin aynı toprak parçasında, aynı mahallede birbirleriyle ortak ilişkisinin olmadığı bir yalıtık yaşam oluşturur. İsterse sosyolojik olarak eski-yerleşikler ile yeni göçmenler olarak tanımlansın, birbirlerine entegre olamamış iki ayrı topluluk olarak "kaderde ve kıvançta" ayrı yaşarlar. Bu yalıtık yaşam, burjuva anlamda ulusal bilinç olmaktan daha çok, feodal nitelikte "etnik kimlik"le özdeşleştiğinde, "etnik ayrışma" keskinleşir ve "etnik çatışma"nın maddi temeli ortaya çıkar.
İşte böylesi somut ve maddi bir ortam mevcutken, aynı ortamı "bilinçli olarak" yaratmaktan ve geliştirmekten başka sonuç vermeyecek olan "kültürel özerklik"i bir "çözüm yolu" olarak ortaya atmak, aymazlıktan öte, sadece sorunları bir süreliğine geçiştirmeyi amaçlar.
Şimdi ikinci "çözümü", "toprağa bağlı bölgesel-kültürel özerklik" önerisini ele alalım.
Bu "bölgesel-kültürel özerklik"in, ülkemiz "orijinalitesi" içinde "toprak talep etmeyen" bir "bölgesel özerklik" şeklinde sunuluyor olması, bu önerinin dünyasal-tarihsel gerçekliğini hiçbir biçimde değiştirmemektedir. Abdullah Öcalan’ın "demokratik cumhuriyet" söyleminde ifade edilen "Türkiye’den ve başka ülkelerden hiçbir toprak talebimiz yok... önerdiğim çözüm Türkiye’nin üniter yapısı ve sınırları içinde bir çözümdür" sözleri, "toprağa bağlı bölgesel-kültürel özerklik"in Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı sonrasındaki "yeni dünya düzeni"ne uyarlanmış halidir.
Toprağa bağlı bölgesel-kültürel özerklik, belli topraklarda çoğunluğu oluşturan ulusal topluluğun kendi bölgesinde, kendi topluluğuna ilişkin her türlü ulusal-kültürel konuda özerk olmasıdır.
Bu bölgesel özerklik de, tıpkı "toprağa bağlı olmayan ulusal-kültürel özerklik" gibi, Avusturya sosyal-demokrat partisinin 1899’da ortaya attığı küçük-burjuva "çözüm" önerilerinden birisidir. Görünüşte, merkezi bir devlet içinde bölgelerin özyönetimi anlamında "özerklik" gibi sunulan bu "çözüm", gerçeklikte ulusal-kültürel özerkliğin bir başka biçimidir. Nasıl ki birincisi, ülkenin her yerinde halkı "etnik kökene" göre ayrıştırıp yalıtırsa, bu da ülkenin bir bölgesini diğer bölgelerinden aynı biçimde ayrıştırıp yalıtmayı amaçlar. Dolayısıyla kendi ulusunun gelişimini güvenceye almayı tek görevi olarak kabul eden milliyetçiliğin "çözüm" yolundan başka bir şey değildir.
İster istemez, bu tür "bölgesel özerklik", tam ifadesiyle "bölgesel kültürel özerklik", bir ulusal topluluğu diğer ulusal topluluklardan toprak olarak ayırır ve ulusal topluluğun zaman içinde bu topraklar üzerinde mutlak egemenlik kurmasının koşullarını hazırlar. Dolayısıyla, ayrılmayı kaçınılmazlaştırır.[2*] Bir başka "çözüm" olarak ortaya atılan neo-liberal "ver kurtulculuk" ise, neyin, nasıl, kime ve kimden verileceği gibi sorulara yanıt vermediği için, sadece demagojik bir söylemden ibarettir. Bu nedenle bunu ayrıca ele almak gereksizdir.
Sonuncu "çözüme", yani birey olarak herkesi etkileyen ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunların çözümü çevresinde "birleşme" ve "birlikte yaşama"ya gelirsek.
Bu çözüm, ülkede ulusal bir sorunun olduğunu söylemsel olarak kabul etse de, pratikte "ülkenin gerçek gündemi"nin sınıfsal nitelikte olduğunu, dolayısıyla ulusal sorunun bu sınıfsal sorunların çözümüyle birlikte ortadan kalkacağını ileri sürer. Genellikle sol küçük-burjuva aydınları arasında yaygın olan bu "çözüm" önerisi, ulusal soruna gerçek ve kalıcı bir çözüm önermeksizin sınıfsal sorunların çözümlenmesiyle ortadan kalkacağına inandığından, hem ulusal sorunu yadsımaya varır, hem de tarihsel olarak yanlış bir yönelimi ifade eder.
Gerçek ve kalıcı çözüm, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkının tanımasıyla olanaklıdır.
Bu hakkın tanınması, her ulusun ayrılma, ayrı devlet kurma hakkının tanınması demektir. Bu hakka sahip olan ulus, bu hakkını nasıl kullanacağına, yani ayrılma yönünde mi, yoksa diğer bir (ya da birden çok) ulusla birleşme yönünde mi kullanacağına kendisi karar verir. Böylece "ezilen ulus", bu hakka sahip olmayan ulus, bu hakkın tanınmasıyla, kendi iradesiyle ve istemiyle bir karara varacaktır. Bu karar, eğer birleşme yönünde olursa, bu gönüllü, istemsel ve iradi bir birleşme olacağı için, birleşme sonrasındaki ülkenin sorunları bir ve ortak sorun olarak ele alınarak çözümlenir. Eğer bu karar ayrılma, ayrı devlet kurma yönünde olursa, yine gönüllü, istemsel ve iradi olarak ayrılınacağından, uluslar arasında yüzyıllar sürebilecek kin ve nefret zemini de ortadan kalkacaktır.
Öte yandan, "ezen ulus", "ezilen ulus"a (ya da uluslara) bu hakkı tanımakla, onlara karşı kin ve nefret beslemediğini, onların istemlerine ve iradesine saygılı olduğunu göstererek, "ezilen ulus"un, gerek birleşme yönündeki kararı sonrasında birlikte ve ortak yaşamı sürdürmek için, gerekse ayrılma yönündeki kararı sonrasında "dostça" komşuluk ilişkilerini sürdürmek için uygun ve gerekli zemini hazırlar.
İşte bu nedenlerle, ulusların kendi kaderini belirleme hakkının tanınması, tüm ulusların proleterlerinin ortak düşmana karşı, emperyalizme ve sermayeye karşı ortak mücadelesinin her türlü milliyetçi önyargılardan, kin ve nefretten arındırılmış olarak sürdürmelerini olanaklı kılar. Bu hakkın tanınmasıyla, ulusal sorunların sınıfsal sorunların önüne geçmesi ve ezilen sınıfları ulusal kökene göre ayrıştırmasının önlenmesi olanaklıdır.
Diyoruz ki, ülkemizdeki "Kürt sorunu"nun Kürt ulusal sorunu olduğunu temel alarak, gerçek ve kalıcı tek çözüm, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasıdır. Bunun dışındaki her "çözüm", ayrışmayı kaçınılmazlaştırdığı gibi, yüzyıllar sürebilecek karşılıklı kin ve nefreti artırmaktan başka bir sonuç vermez.
[1*] Bu durumu 20. yüzyılda Amerika’ya göç eden İrlandalılar ve İtalyanlar da benzer biçimde yaşadıkları gibi, Almanya’ya işçi olarak giden Türkiyeli işçiler de yaşamaktadırlar. [2*] Burada bölgesel özyönetimler anlamında “bölgesel özerklik” ile bu tür “ulusal-kültürel özerklik” temelinde “bölgesel özerklik” birbirine karıştırılmamalıdır. Bölgesel özyönetim (ya da “yerinden yönetim”, “adem-i merkeziyetçilik”), “gümrük politikası, sanayi ve ticaretle ilgili yasama, ulaştırma ve iletişim, ordu, maliye, medeni ve ceza hukuku, eğitimi düzenleyen genel ilkeler, emeğin korunması yasaları, siyasal özgürlükleri koruyan yasalar vb. vb.” konuları kapsamaz. Bu konular, bölgesel özyönetimin değil, doğrudan merkezi ve ortak parlamentonun yetki alanına girer. Bu nedenle, bugün “çözüm” olarak sunulan “bölgesel özerklik”le bölgesel özyönetimin hiçbir ortak noktası yoktur.