1999 yılında IMF ile yapılan "stand-by" anlaşmasıyla başlayan, 2001 Şubat kriziyle gelişen ve Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle sonuçlanan "globalizm" salgını boyunca "son Türk devleti"nin gösterdiği çaresizlik ve boyuneğmişlik karşısında halk arasında başlayan hoşnutsuzluk ve tepkiler giderek büyürken, "son Türk devleti" birbiri ardına yeni "iç ve dış politika" sorunlarıyla yüzyüze gelmeye devam etmiştir.
Bir yandan Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu Projesi" çerçevesinde "ılımlı islam modeli"ne biçtiği roller, diğer yandan AB'nin "üyelik koşulları" adına yaptığı dayatmaların halkın tepkilerinin daha da yükselmesine yol açtığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçek haline gelmiştir. Öte yandan yükselen anti-emperyalist ve anti-amerikancı tepkilerin "Türk milliyetçiliği" temelinde yönlendirilmeye çalışılması da tartışmasız kabul edilen diğer bir gerçek olmuştur.
Bu süreçte emperyalist ülkelerin aralarındaki "ayrılıkları" gidermek amacıyla birbiri ardına yaptıkları "zirveler" yeni pazarlıklara ve yeni uzlaşmalara sahne olmuştur. Bu uzlaşmalara bağlı olarak Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan'da gerçekleştirilen darbeler sonucu siyasal yönetimler el değiştirirken, Özbekistan'daki "ılımlı islamcı ayaklanma", emperyalist ülkelerin uzlaşmalarının yeni bir uygulama alanı olarak ortaya çıkmıştır.
Hemen herkese "şimdi sırada hangi ülke var?" sorusunu sordurtan bu gelişmeler içinde "son Türk devleti", Kıbrıs sorunundan Kürt sorununa, Ege sorunundan patrikhane sorununa kadar uzanan bir dizi "dış politika" sorunlarıyla "köşeye sıkışmış"ken, Ermeni sorunu giderek önem kazanmaya ve belirleyici hale gelmeye başlamıştır.
Bu ortamda, sıradan feodal tacir kafasıyla, ticari ilişkilerin uluslar arasında "dostluk ve barış köprüsü" olduğuna inanmış Tayyip Erdoğan ve AKP ne yapacağını bilemez halde olayların ve sorunların sıradan bir izleyicisi haline gelmiştir. "Medyatik" dilde ifade edildiği gibi, AKP hükümetinde görülen "yorgunluk belirtileri", ülke içindeki ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunların "dış politika"da feodal tacir kafasıyla yürütülen "bir adım önde siyaseti"yle geçiştirilemeyeceğinin bir ifadesidir.
Tüm ticari bilgilerinin "Hz. Muhammed'in de bir zamanlar tacirlik yaptığı"yla sınırlı olan Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının dış sorunlar yanında iç sorunlar karşısındaki çaresizlikleri, kaçınılmaz olarak sorunların daha da büyümesine ve karmaşıklaşmasına yol açmıştır. Tüm sorunlar bu belirsizlik içinde "ver-kurtul" ile "vur-kurtul" arasında gidip gelen bir sarkaca dönüşmüştür. Bunun sonucu olarak da halk kitleleri sarkacın salınımına uygun olarak ayrışmaya ve saflaşmaya başlamıştır. Bu da Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının "hükümet edemez" hale geldiği düşüncesini yaygınlaştırmıştır.
Ancak Tayyip Erdoğan ve AKP'nin ülkeye "hükmedemez" hale gelmesi, gerçek iktidar sahiplerinin, yani oligarşinin ülkeyi yönetebildiği anlamına gelmemektedir. İç ve dış sorunlar karşısında oligarşi içindeki çelişkiler giderek keskinleşmektedir. Koç-Sabancı arasında baş gösteren "market savaşı", oligarşi içindeki çelişkilerin keskinleşmesinin bir yansısı olmuştur.
AKP'nin feodal tacir zihniyetinin kendilerine yeni ticaret alanları yaratacağını düşünerek AKP'yi destekleyen oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar ise, "makro ekonomik dengelerdeki iyileşme"nin "piyasalara" yansımamasından şikayet etmeye başlamışlardır. Bu da, bu kesimlerin giderek AKP'den uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Böylece "medya", özel olarak da Doğan medya grubu, herşeyin "çok iyi" olduğunu söyleyen tek kesim olarak ortalıkta yalnız kalmıştır. Ama onlar da gelişmelerin yönünü belirleyemedikleri gibi, gelişmeleri yönlendirebileceklerine olan inançlarını da önemli ölçüde yitirmişlerdir. Özellikle AB'nin son aylarda Doğan medya grubuna karşı "olumsuz" tutum takınmaya başlaması, tıpkı AKP gibi "medya" kesiminde de "yorgunluk belirtileri" ortaya çıkarmıştır.
Tüm bu gelişmeler ve olgular, "son Türk devleti"nin "hasta adam" görünümünü güçlendirmiştir.
Bu ortamda, sol dışındaki tüm güçler belirsizlikten güç olarak ortalığa çıkmışlar ve belirsizlikten kendi lehlerine yararlanmaya çalışmaktadırlar. Ancak hiçbir kesim gelişmeleri kavrayamamakta ve olayların nasıl evrileceğini bilmemektedir. Dolayısıyla onların hareketi, belirsizliği daha da artırmaktadır.
Düne kadar AB'den tarih almak uğruna AB'nin her dediğini yerine getirmeye hazır olanların, bugün ne bunları yapmaya, ne de reddetmeye güçleri ve cüretleri yetmektedir. Tayyip Erdoğan'ın AB'ye ve ABD'ye her bulduğu fırsatta ilettiği "elimizi güçlendirin ki istediklerinizi yapalım" mesajları bile karşılıksız kalmaktadır.
Bu belirsizlik ve kararsızlık ortamında, "dışarı"nın birbiri ardına gelen yeni istekleri ve dayatmaları, halk kitlelerinin tepkilerinin daha da yükselmesine yol açmaktadır. Ancak hemen herkes ne yapılmaması gerektiği konusunda hemfikirken, ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir düşünceye sahip değildir. Bu nedenle "dış dayatmalara karşı durulması"ndan öte hiçbir olumlu içeriğe sahip olmayan "ne yapılmamalı" etrafında oluşan "mutabakat", olayların gerçek niteliğini kavramaktan uzaktır. Ve gelişen olayların gerçek niteliğini ortaya koyan devrimci hareketin güçsüzlüğü, soldaki marjinalleşmenin de katkısıyla, halk kitlelerinin tepkilerinin "mukaddesatçı" ya da "milliyetçi" kanallara yönelmesini engelleyebilecek tek gücün etkisiz kalmasına neden olmaktadır.
Bugün emperyalist ülkelerin başını çektiği "dış dayatmalar" karşısında halk kitlelerinin tüm kavrayışı, "son müslüman Türk devleti"nin "dış güçler" tarafından parçalanmak istendiği noktasında toplanmıştır. Bu kavrayış, giderek küçük-burjuva aydın kesim tarafından da benimsenen ortak bir görüş haline gelmeye başlamıştır. Bu kavrayış, kaçınılmaz olarak "dış dayatmaları", "bağımsız" bir ülkenin bağımsızlığını sona erdirmeye yönelik girişimler olarak algılamaktadır. Ülkenin sürekli büyüyen iç ve dış borçları karşısında "fazla manevra imkanı" olmadığı, dolayısıyla "bazı dayatmaları" kabul etmekten başka "seçeneği" bulunmadığı şeklinde yapılan eski propagandalar ve değerlendirmeler yer yer kabul görse de eskisi kadar etkili olmamaktadır. Bu tür propagandalar ve değerlendirmeler eskisi kadar etkili olmamanın ötesinde, gelişmelerin bir bütün oluşturduğu, dolayısıyla hedefin "son müslüman Türk devletini parçalamak" olduğu düşüncesini daha da pekiştirmektedir.
Şüphesiz bugün "son müslüman Türk devleti" 82 yıllık cumhuriyet tarihinin en sorunlu ve en güç evrelerinden birisinden geçmektedir. Ve tartışmasız bir gerçektir ki, bu sorunları yaratan da, çözmeye gücü yetmeyen de aynı "son müslüman Türk devleti"dir. Yıllardır sürdürülen "globalizm" propagandalarıyla koşullandırılmış kitlelerin kavrayamadığı ve anlayamadığı, bu "son müslüman Türk devleti"nin "dış dayatmalar"ın sahiplerine, yani emperyalistlere bağımlı bir ülke olduğu gerçeğidir. Ekonomisinden politikasına, kültüründen askeri güçlerine kadar her alanda dışa bağımlı bir ülkenin, "dış dayatmalar"dan şikayet etmesinin gözlemlenebilir hiçbir mantıksal nedeni mevcut değildir. Ama hiçbir mantıksal neden mevcut olmamasına karşın, "dış dayatmalar"ın, ülkenin dışa bağımlılığını "globalleşen dünyanın bir gerçeği" olarak kabul eden işbirlikçilerin bile kolay kolay kabul edemeyeceği boyutlara ulaşmış olması da bir gerçektir. "Olayların gelişimi, ülkenin (özel olarak Türkiye'nin) emperyalist sistemin belirleyiciliğinde sınıfların alacağı tavra göre biçimlenir. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal yapı nasıl sınıfların hareketini yönlendirirse, sınıfların tavrı da ülkenin yapısını aynı şekilde etkiler."[*] Bu sınıfsal bakış açısından yola çıkıldığında görülecektir ki, gelişen iç ve dış olayların temelinde, emperyalist sistemin bugün içinde bulunduğu durum ve buna bağlı olarak ülke içindeki sınıfların konumları ve tutumları yatar.
Dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerin, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığıyla birlikte başlayan "globalleşme"yle ortaya çıktığına dayanan küçük-burjuva görüşler bir yana bırakılırsa, gelişmelerin temelinde 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra sömürücü sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin yattığı kolayca görülecektir.
Baştan emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğmuş olan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, oligarşiye bir bütün olarak egemen olmasıyla birlikte başlayan 1980 sonrasındaki süreç, 12 Eylül öncesindeki devrimci mücadeleye karşı sömürücü sınıfların birleşik ve bütünsel ittifakı üzerinde yükselmiştir. Ancak 1984 sonrasında "ithalatın liberalizasyonu"yla birlikte bu ittifak bozulmaya başlamıştır. Daha genel bir ifadeyle, 1950'lerden itibaren yürütülen yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla oluşturulmuş ve ancak 12 Eylül askeri darbesiyle "istikrarlı" hale gelmiş olan "geleneksel yapı", ithalatın serbestleştirilmesiyle birlikte tüm dengelerini yitirmeye başlamıştır. Çikita muzla başlayan ve giderek sigaradan silaha kadar her türden yabancı malın ülkeye ithalatının olanaklı hale gelmesiyle birlikte, öncelikle ticaret burjuvazisi içindeki "geleneksel" ilişkiler dağılmaya başlamıştır. O güne kadar işbirlikçi-tekelci ticaret burjuvazisi ile Anadolu tefeci-tüccarları arasında kurulmuş olan "nispi denge" bozulmuştur. İthalatın serbestleştirilmesiyle birlikte ithal tüketim malları ticareti, geleneksel yerli mallarının ticaretinin önüne geçmiştir. Bu süreçte ithal mal ticareti iç pazara tümüyle egemen olmuştur. Dolayısıyla bu malların ticaretiyle uğraşan kesimler giderek güçlenmişlerdir. Bu kesimlerin en temel müttefiki ise, ithal malların tüketicisi olan kent küçük-burjuvazisi olmuştur.
Popüler ifadeyle söylersek, ithalatın liberalleştirilmesiyle birlikte ticaret alanında "kartlar yeniden dağıtılmış"tır. O güne kadar ticaretle hiçbir ilgisi olmayan kişiler, ANAP iktidarının sağladığı Halk Bankası, Emlak Bankası kredileri ile ticarete girmişler ve yeni ithalat zenginleri haline gelmişlerdir. Bunun Anadolu'daki yansıması ise, geleneksel yerli malları ticareti yapan esnafın karşısında her yeri kuşatan bir "marketleşme"nin baş göstermesi olmuştur. "Marketleşme"yi "süper marketleşme" ve bunu da yabancı sermayenin "hiper marketleşme"si izlemiştir. Yurtiçi Kargo, Aras Kargo gibi şirketlerin kurulmasıyla birlikte kentlerdeki ticaret alanı tümüyle yeni bir ticaret burjuvazisinin eline geçmiştir (ki bu "kargo" şirketleri daha sonraki "lojistik" şirketlerinin öncülleridirler).
İç ticaretteki bu gelişmeler karşısında, dış ticaret, "ihracata yönelik sanayileşme" demagojileriyle ayrıcalıklı bir alan haline getirilmiştir. Ülke içinde üretilmiş her türden paketlenebilir malın ihracatına dayanan "ihracat seferberliği", bir yandan ihraç edilebilir malları çeşitlendirmiş, diğer yandan bu malların üreticisi ile ihracatçısı arasında yeni bir ilişki yaratmıştır. Özellikle emperyalist ülkelerdeki eskimiş paketleme makinelerinin ithaliyle birlikte, üreticiler paketleme makinesi ithalatçılarına (ki bunlar aynı zamanda bu malların ihracatçısıdırlar) bağımlı hale gelmişlerdir. Uygulanan kur politikaları sonucu doların sürekli değer kazanması ihracata olan yönelimi daha da artırmıştır.
1990'lara gelindiğinde ülkede garip bir görünüm ortaya çıkmıştır.
Her türden malın ithal edildiği ve iç ticaretin neredeyse tümünün ithal malları ticaretine dönüştüğü bir iç pazar ilişkisi ile her türden iç üretimin ihraç edilmeye çalışıldığı bir dış pazar ilişkisi ortaya çıkmıştır. Bu durum karşısında eski iç pazar olanaklarını hızla yitiren geleneksel Anadolu tüccarı çareyi "ihracat seferberliği"ne katılmakta bulmuştur. Geleneksel Anadolu tüccarı marjinal malların ihracatçısı olurken, özellikle İstanbul'da yerleşik küçük-burjuvalar ithal malları tüccarı haline gelmişlerdir.
Bu süreçte en büyük teşviki alan ve gelişen sektör, konfeksiyon ve turizm sektörü olmuştur. Bu iki sektördeki gelişme yeni bir "işadamı" türünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Mal ticareti alanındaki bu gelişmeyi, "para ticareti" alanındaki gelişme izlemiştir. Birbiri ardına kurulan "döviz büroları"nın peşinden "borsa" şirketleri ortaya çıkmıştır.
Böylece herşeyin ticaret konusu olduğu, yani herşeyin alınıp satıldığı bir ilişkiler zinciri ortaya çıkmıştır. Ancak bu ticaret ilişkilerinin en temel özelliği ithalat ve ihracata, dolayısıyla dış pazarlara bağımlı olmasıdır.
İşte bugün "son müslüman Türk devleti"nin karşı karşıya kaldığı "dış dayatmalar"ın temelinde, ülke içindeki bu ticaret ilişkileri ve bu ilişkilerin dış pazarlara olan bağımlılığı yatmaktadır. 2001 Şubat krizine kadar bu ticaret ilişkileri "özelleştirilen" kamu bankaları aracılığıyla finanse edilmişken, kriz sonrasında tüm finansman, kısa vadeli dış borçlanmaya dayandırılmıştır. "Sıcak para" adı verilen bu kısa vadeli dış borçlanma yoluyla ticaretin finansmanı da, "dış dayatmalar"a kapıyı daha fazla açmıştır.
Bu koşullarda, gerek ithalat gerekse ihracat açısından dış pazarlara bağlı olan ticaret kesimleri, kurdukları dış ticari ilişkilere bağlı olarak varlıklarını sürdürmek durumundadırlar. Onların bu ticari ilişkileri kaybetmeleri varoluşlarının sonu olduğundan, bu ticari ilişkilerin getirmiş olduğu her türden "dış dayatmalar"a boyun eğmektedirler ve boyun eğilmesinin kendi çıkarlarına olduğunun bilincindedirler. Dahası bu "dış dayatmalar"ın kabul edilmesi için ülke içinde gönüllü "lobi" faaliyetleri yürütücüsü haline gelmişlerdir. AB ile ticari ilişkileri olan kesimler ile AB'ye üye olunduğunda kendisi için yeni ticari olanaklar ortaya çıkacağını düşünen kesimler AB'nin gönüllü propagandisti olurken, Amerikan emperyalizminin denetimi altındaki pazarlarla ticaret yapanlar ABD'nin gönüllü propagandistleri olmuşlardır.
Öte yandan ticaretin alabildiğine esnek ve değişken yapısı nedeniyle bu ticaret "erbapları" sürekli yeni ticari ilişkiler peşinde koşmak durumundadırlar. Bunun sonucu olarak da, ticari ilişkilerdeki değişime bağlı olarak politik tutumlarınısürekli değiştirmektedirler. Bu da ülke içindeki siyasal gelişmelerin ve ayrışmaların temel nedenidir.
Ülke içinde bu gelişmeler olurken, emperyalist ülkeler, sistemin irsi hastalığı olan aşırı-üretim için yeni pazarlar bulmak ve var olan pazarları genişletmek yönündeki ekonomik, siyasal ve askeri faaliyetlerini daha da yoğunlaştırmışlardır.
İlk dönemde Rusya eksenli bir "eski Sovyet ülkeleri pazarı"na ("Bağımsız Devletler Topluluğu") yatırım yapan emperyalist tekeller, bu pazarda beklentilerini gerçekleştiremedikleri ölçüde tekil pazarlara yönelmişlerdir. Bu tekil pazar arayışı, giderek "birleşik pazar" ilişkilerinin bulunduğu merkezi devletlerin parçalanmasını getirmiştir. Yugoslavya'nın parçalanmasıyla başlayan bu süreç, giderek "eski Sovyet ülkeleri pazarları"nın parçalanmasına yönelmiştir. Bu tekil pazarlar oluşturma faaliyetleri, enerji kaynaklarının kesin denetim altına alınması yönündeki emperyalist politikalarla birleşerek tüm jeo-politik ve jeo-stratejik geleneksel ilişkilerin parçalanmasını beraberinde getirmiştir. Yugoslavya'dan sonra Gürcistan ve Ukrayna'nın Rusya'nın pazar ilişkilerinin dışına çıkartılması ve ardından emperyalist pazar ilişkilerinin dışında kalmış ülkelerin (Irak, İran, Suriye, Kore Halk Cumhuriyeti) siyasal ve askeri yollarla emperyalist pazar ilişkilerinin içine alınmaya yönelinmesi, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgesindeki ticari ilişkiler ağını değiştirmeye başlamıştır. Artık sorun, şu ya da bu ülkenin emperyalist pazar ilişkilerinin içine dahil edilmesi olmaktan çıkmış, bunun yerini doğrudan bu pazarlarla kurulacak ticari ilişkiler almıştır. Bu yönüyle emperyalist ülkelerin yeni tekil pazarlar yaratma politikası, bu pazarlara yönelik ticaret yollarının tümüyle denetim altına alınması politikasıyla bütünleştirilmiştir.
Bugün Gürcistan ve Ukrayna için Karadeniz ve Boğazlar, stratejik ticaret yolu durumundadır. Aynı şekilde Irak, İran ve Suriye ile AB ve ABD'nin ticari ilişkilerinin stratejik yolu Anadolu üzerinden geçmektedir. Ermenistan ve Azerbaycan'ın emperyalist pazarlarla doğrudan bağlantı kurabileceği tek yol yine Anadolu'dur. Bu nedenle "son müslüman Türk devleti"ne yapılan "dış dayatmalar", tümüyle bu ticaret yolları üzerinde emperyalist ülkelerin kesin ve tam denetiminin sağlanması stratejik amacından başka bir şey değildir.
Bu bağlamda "Ege sorunu", "Kıbrıs sorunu", Gürcistan ve Ukrayna'nın deniz ticaret yolunun güvenceye alınması için mutlak biçimde "halledilmesi" gereken sorunlardır. Bu sorunların bir tarafı "son müslüman Türk devleti" iken, diğer tarafı Yunanistan'dır. Dolayısıyla Yunanistan bu deniz ticaret yolunun güvenceye alınmasında "stratejik" bir konuma gelmiştir. Elindeki büyük deniz ticaret filosu aracılığıyla, bu yolun güvenliğinden öte, taşeronu olmaya taliptir. Bu yönüyle Yunanistan, AB ve ABD'nin "stratejik ortağı" durumundadır. AB'nin "tam üyesi" ve ABD'nin ticaret alanındaki her isteğini karşılamaya hazır olan "güvenilir müttefik" Yunanistan'ın bu "stratejik ortaklık"tan istediği şey ise, Ege ve Kıbrıs sorununun kendi istekleri doğrultusunda çözülmesidir.
"Kürt sorunu", daha geniş anlamda Kuzey Irak "sorunu" ya da AB'nin olmaz-sa-olmaz koşul olarak ortaya koyduğu "azınlıklar sorunu", gerek AB'nin gerekse ABD'nin Irak, İran ve Suriye ile olan ticaret yollarının denetime alınması sorununun dışa vurumudur. Londra-Paris-Berlin'den başlayan Bağdat-Tahran-Şam'da sonuçlanan ticaret yolu üzerindeki "son müslüman Türk devleti"nin "üniter yapısı" ve "komşuları ile sürekli çatışma içinde bulunması", bu yolun güvenliğini tehdit eden unsur olarak kabul edilmektedir. Bu çatışmada Fırat ve Dicle gibi "uluslararası sular"ın bir tehdit ve savaş aracı olarak yer alışı, diğer bir "istikrarsızlık unsuru" olarak kabul edilmektedir.
Aynı şekilde Gürcistan'ın velayeti altında bulunacak olan Ermenistan ve Azerbaycan'ın emperyalist ülkelerle tüm ticaret bağlantısında yer alan "son müslüman Türk devleti"nin "uzlaşmaz" "resmi ideolojisi", bu yolun güvenliğinin en önemli engeli olarak görülmektedir. Bu nedenle de, "resmi ideoloji"nin etkisizleştirilmesinde "Ermeni soykırımı"nın özel bir öneme sahip olduğu varsayılmaktadır.
Böylece uluslararası ticaretin değil, uluslararası ticaret yollarının denetimi söz konusu olduğu ölçüde, emperyalist ülkelerin çıkarları ile "son müslüman Türk devleti"nin sömürücü sınıflarının çıkarları birbiriyle çatışmaktadır.
Bu ilişki ve çelişkiler içinde tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısını mal ve hizmet ticaretine bağlamış olan "son müslüman Türk devleti"nin feodal tacir zihniyetli Tayyip Erdoğan hükümetinin tek yapabileceği "at pazarlığı"dır. Kendi partisinin olduğu kadar, dayandığı sınıfların varlığı da dışa bağımlı ticarete dayandığından, emperyalist ülkelerin ticari yolların denetimini kendi ellerine alma yönündeki faaliyetleri karşısında, temsil ettiği sınıfların çıkarına bazı "tavizler" almaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Tüm bunlardan daha önemlisi "devlet politikaları"na ilişkin olan gelişmedir. Yıllarca "dış politika"nın tüm "inceliğinin" büyük emperyalist güçlerden birisinin yanında yer almak olduğuna ilişkin eski kapitalist görüşe dayandırılmış "devlet politikaları", emperyalist ülkeler arasındaki son "consensus"la birlikte işlevsiz kalmıştır. Her konuda ve her sorunda ilan edilen "kırmızı çizgiler"in sürekli aşınmasının nedeni de budur.
Bugün Türkiye'deki siyasal yöneticiler (ister Tayyip Erdoğan hükümetinin temsil ettiği "seçilmişler"in, ister "derin devlet"in), "son müslüman Türk devleti" söylemleriyle "dış dayatmalar"a karşı çıkabileceklerini düşündükleri ölçüde, aynı zamanda bu devletin "son"a erdirilmesi gerektiği düşüncesini de yaygınlaştırmaktadırlar. Emperyalist ülkelerin, özellikle Amerikan emperyalizminin, istedikleri zaman istedikleri kişiye parti kurdurtarak iktidara getirebileceklerini kendi pratikleriyle bilen Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı ne denli çaresizse, o denli "ama halk istemiyor"la başlayan ve "müslüman Türk" söylemiyle sona eren söylemlere yönelmek durumunda kalmaktadır.
Tarihin gösterdiği temel gerçeklerden biri, Fenikelilerden beri bu topraklar üzerinde kurulmuş olan hiçbir "tüccar ulus"un uzun süre var olamadığıdır. Ulusları ulus yapan, toprağı yurt yapan, "uğruna ölenler"in sayısı, aynı ırktan oluşları ya da aynı dinden olmaları değil, o topraklar üzerinde yaşayanların tarihsel olarak oluşmuş dil, toprak, ekonomik yaşam ve kültürel birliğidir. Ve ekonomik yaşamın kapitalist merkezi olan pazar, ulusal pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur. Pazarı sadece ticaret sermayesinin iş yaptığı yer zannedenlerin, "paranın dini ve milleti olmaz" diyen feodal tacirlerin, burjuvazinin tarihinden öğrenecekleri çok şey vardır.
Turizm gelirleriyle cari açıklarını kapatan, re-export yoluyla "ihracat patlaması" yapan bir ülkede ekonominin ne kadar iyiye gittiğine ilişkin milyonlarca sayı ortaya dökülerek ülkenin insanları kandırılabilinse bile, bu "işlerin" nasıl yürüdüğünü bilen IMF'yi ve onun patronları olan emperyalistleri aldatabilmek o kadar kolay değildir. Cargil'in gücü ve icazetiyle "mısır nişastası" kullanarak kâr edenler (Ülker gibi) bilmek zorundadırlar ki, aynı güç tarafından kolayca saf dışı bırakılabileceklerdir.
Türkiye'nin önündeki tek seçenek, ulusal bağımsızlık temelinde üretime dayanan ulusal kalkınmayı gerçekleştirmektir. Bunun ilk adımı ise, feodal tacir zihniyetiyle biçimlenmiş mal ve hizmet ticaretine dayanan ekonomik yapıdan kurtulmaktan geçer. Başkasının ürettiğini alıp tüketerek, başkasının ürettiğini alıp satarak gelişmiş ve kalkınmış bir ülke mevcut değildir. Üretmeden tüketmek olanaklı olsaydı, tüm ekonomik yapısını üretici toplumların üretimlerine el koymaya, yani talan ekonomisine dayandırmış olan Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürüyor olurdu.
Tarihin gösterdiği en temel gerçek, emperyalizmden bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke yaratılmadıkça, bir ulusun yaşaması ve ulusal sorunlarını çözebilmesi olanaksızdır.