Düğmeye Kim Bastı? (II)
At iziyle it izinin birbirine karıştığı yer
Legal ve
legalize olmuş sol, küçük-burjuva "globalist" aydınlarıyla birlikte
SEKA'yla, 6 Mart "kadınlar günü" yürüyüşüne polis saldırısıyla,
Nevroz'la uğraşırken ve 1 Mayıs için "start" alırken, birden bire
"bayrak krizi" patlak verdi.
Mersin'deki
21 Mart Nevroz gösterileri sırasında "Türk bayrağının iki velet tarafından
yerlerde sürüklenmesi"yle başlayan "bayrak krizi", sözcüğün tam
anlamıyla AKP'nin ipinin çekildiği gün oldu. Nevroz kutlamalarındaki olayı
protesto etmek için "her eve ve işyerine bir bayrak" kampanyalarının
başlatılması ve "bayrağa sahip çıkma" mitinglerinin düzenlenmesi,
popüler ifadeyle, "düğmeye kim bastı?" sorusunu daha fazla sorulur
hale getirdi.
Oysa Mersin
gösterilerindeki olaylar karşısında AKP hükümetinin tutumu, benzer olaylar karşısında
T. Özal'ın takındığı ve "globalist" küçük-burjuvaların övgüler
düzdüğü tutumundan çok farklı olmamıştır. AKP'nin tek yaptığı şey, "büyük
medya"nın işbirliğiyle, "olayı abartmamak", ortamı
"germemek", "gereksiz gerilimden uzak durmak" olmuştur. Ama
Genelkurmay Başkanlığı'nın iki gün sonra yayınladığı "sabrımız
tükeniyor" türünden açıklamasıyla birlikte "olay" birden büyümüş
ve ülke çapında "bayrağa sahip çıkan" milliyetçilik gösterilerine
dönüşmüştür. Doğal olarak Türkiye'de "milliyetçilik"ten söz edildiğinde
ilk akla gelen faşist MHP ve MHP'li faşistler olduğundan, bu gösterilerin
başını da onlar çekmiştir.
Ve
"bayrak krizi" ile birlikte görülmüştür ki, faşist MHP ve MHP'li
faşistler (hangi adla örgütlenmiş olurlarsa olsunlar tüm faşistler) 1980 öncesinde
olduğu gibi oligarşinin sivil milis gücü olarak her an görev yapmaya
hazır ve nazırdırlar.[1*] "Bayrak
krizi"nde halk arasında "milliyetçi duyguların" ne denli güçlü
olduğu, küçük bir kıvılcımın ortalığı ateşlemeye yettiği görülmüştür. Herkesin
çok iyi bildiği, ne yazık ki legal ve legalize olmuş solun bir türlü göremediği
bu olgu, Irak'ın işgaliyle birlikte başlayan anti-emperyalist ve
anti-Amerikancı tepkilerin giderek büyümesinin bir sonucudur. Ancak Irak
işgaliyle birlikte yükselen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkiler,
"çuval olayı", "Kıbrıs sorunu", "Ermeni sorunu",
"AB koşulları" vb. olaylarla birleşerek gelişmiş ve milliyetçilik
tabanına oturtulmaya çalışılmıştır. Halka ve Olaylara Tercüman, Yeni
Asya, Ortadoğu ve nihayetinde Serdar Turgut yönetimindeki
Karamehmetler'in Akşam gazetesinin "milliyetçi-ülkücü
camia"nın sesi haline gelişi, Nazlı Ilıcak'ın AKP saflarından ayrılıp
("titreyip kendine dönmesi") "aslına rücu" etmesiyle Dünden
Bugüne Tercüman'ın "ülkücü" anıları yayınlamaya başlaması, yine
Karamehmetler'in ShowTv'sinde yayınlanan "Kurtlar Vadisi" dizisi,
dizide Rauf Denktaş'ın rol alması,yükselen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerin
"milliyetçilik" tabanına oturtulmaya çalışılmasının görüngüleri
olmuştur.
BBC'nin
dünya çapında yaptığı kamuoyu araştırmasında Türkiye nüfusunun %82'sinin Bush
yönetimine karşı olduğunun açıklanması ve bu oranla "dünya birincisi"
olması, yükselen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerin ne denli büyük
olduğunu açıkça göstermiştir. Ama ana sorun, Türkiye halkının Amerikan
emperyalizmine karşı tepkilerinin ne denli büyük olduğu değil, bu tepkilerin nereye
ve hangi amaçlarla kanalize edileceği noktasında yatmaktadır.
Yıllardır
sürdürülen "globalizm" propagandalarıyla büyütülmüş bir gençlik kuşağının
giderek bu propagandanın vaad ettiği "cennet" hayalinden uzaklaşması,
"AB havucu"nun hiçbir gerçekliğinin olmadığını görmesi,
kozmopolitleştirilmiş gençlik kitlesini yeniden "içe" döndürmüştür.
Kimi aklı evvel küçük-burjuvaların "yerelleşme" adını verdikleri,
kimilerinin "ulusal değerlere dönüş" olarak adlandırdığı bu sürecin,
Irak işgaliyle birleşerek "milli ve milliyetçi duyguların"
yükselişine yol açtığı her türlü tartışmanın dışındadır.
Tüm bu
süreçte 17 Aralık "AB zirvesi" bir dönüm noktası olmuştur. 17
Aralık'ta AB üyeliği için "tarih verilmesi"yle birlikte ülkede
herşeyin güllük-gülistanlık olacağına yönelik AB propagandistlerinin yıllarca
sürdürdükleri propagandalarla beslenen "umutlar", 18 Aralık günü
birden ve bıçakla kesilmiş gibi bitmiştir. Yıllarca Kıbrıs sorununun AB
üyeliğinin engeli olduğuna ilişkin yapılan yayınlar karşısında
"ver-kurtul" düşüncesi yaygınlaştırılmışken, bunun sonucu olarak
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı Annan planını kabul etmiş ve Kuzey Kıbrıs
halkı referandumda planı onaylamışken, 17 Aralık "AB zirvesi"nde
"Kıbrıs koşulu"nun bir kez daha gündeme getirilmesi tüm"umutların" yıkılmasına yol
açmıştır.
İşte bu
ortamda ve bu hava içinde, tüm yakın geçmişteki olaylar yeniden toplumsal
bilincin önüne çıkmıştır. Gerçeğin ne olduğu bilinmeksizin ve
bakılmaksızın, Irak işgalinden Kerkük olaylarına, Kürt sorunundan Kıbrıs
sorununa, IMF dayatmalarından "çuval" olayına kadar her olay ve sorun
bir kez daha toplumsal "hafızada" yeniden canlanmıştır.
Halkın
yükselen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerini gerçek ve devrimci bir
temele oturtabilecek bir sol hareketin mevcut olmadığı koşullarda ortaya çıkan
boşluk, "milliyetçilik" tarafından doldurulmaya çalışılmaktadır.[2*]
MHP'nin "ülkücüleri" ile Fazilet Partisi'nin "milli görüşçüleri"
bu "milliyetçiliğin" kanalize edilmeye çalışıldığı iki kesim olarak
ortaya çıkmıştır. Ama her iki "milli ve milliyetçi" kesim de, faşist
ve Amerikan işbirlikçisi bir tarihe sahiptir. Kökenleri 1960'larda CIA
tarafından finanse edilen "Komünizmle Mücadele Derneği"ne
dayanır.
Ülke içinde
bu gelişmeler yaşanırken, 17 Şubat günü Amerika'nın (dolayısıyla kapitalist
dünyanın) finans merkezinde çıkanWall
Street Journal gazetesinde Robert L. Polork'un Türkiye'ye ilişkin başyazısı
yayınlanmıştır.
Robert Polork,
Wall Street Journal'daki yazısında Türkiye'yi "Avrupa'nın hasta
adamı" olarak tanımlayarak şöyle yazmıştır:
"Atatürk'ün mirasının
çoğu kaybolma riski taşımaktadır. Türkiye kolay bir şekilde ikinci derecede bir
ülke haline hemen gelebilir: Küçük kafalı, paranoyaya kapılmış, sıradan
bir ülke. Amerika dostluğu olmayan ve Avrupa'ya kabul edilmeyen bir ülke."
Yazarın
Tayyip Erdoğan'ı "iki yüzlülük"le suçlamasının ardından, "ABD
Savunma Bakanlığı'nın üç numaralı adamı" Douglas Feith'in, "Amerikan
karşıtlığını" hükümetin engelleyemediği koşullarda ABD-Türkiye
ilişkilerinin "eskisi gibi sürdürülemeyeceği"ne ilişkin açıklaması
geldi.
Amerikan
kaynaklı bu açıklamaların ardından yerli "medya"da Tayyip Erdoğan'a
yönelik eleştiriler arttı. Ardından gelen 18 Mart Çanakkale zaferi
"kutlamaları", borsadaki düşüş, faiz oranlarının yükselmesi, doların
değer kazanması ve nihayetinde "bayrak krizi"yle birlikte Tayyip
Erdoğan, "düğmeye bastılar" açıklaması yapmak zorunda kaldı. Doğal
olarak Tayyip Erdoğan ve mehteran takımıyla birlikte herkes "düğmeye kim
bastı?" sorusunu sormaya başladı.
Bu ortamda
kendisini "TKP" olarak isimlendiren revizyonistler bile
"Yurtsever Cephe" kurduklarını ilan ettiler. Doğan
"medya"nın aylardır diline doladığı "kızıl elma
koalisyonu"nun ardından gelen "TKP"nin "Yurtsever
Cephe"si, halk arasında gelişen ve yükselen anti-emperyalist ve
anti-Amerikancı tepkilerin "milliyetçilik" tabanında örgütlendiğinin
bir itirafı olmuştur.
"Yurtseverler"
sözcüğünün PKK'lilerin, dolayısıyla Kürt milliyetçilerinin tanımlanması için
kullanıldığı "öteki sol" ise, bir yandan SEKA, Nevroz, kadınlar günü,
cezaevleri ve 1 Mayıs'a "kitlenmişken", bu gelişmeler karşısında
yapabildikleri tek şey, düne ait "Türkiye'de Türklerin ulusal
sorunu var mıdır?" tartışması olmuştur. Tartışmaya bakıldığında,
Türkiye'de "Türkler", ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
çerçevesinde kendi ulusal devletlerine sahip olduğundan "Türklerin ulusal
sorunu" olmadığı, dolayısıyla Türkiye'deki tek ulusal sorunun Kürt sorunu
olduğundan öteye hiçbir şey söylenmemiştir. Ama yapılan tartışmalarda, eski
dönemin "Ortadoğu devrimci çemberi" tezleri yeniden ve yeniymişçesine
ortalığa atılmış, giderek "Balkan, Kafkas ve Ortadoğu halklarıyla
demokratik ya da sosyalist Federasyon" gibi "Büyük Ortadoğu projesi"
eksenli teoriler geliştirilmeye çalışılmıştır.
Tam bu sol
içi tartışmalar ortamında, A. Öcalan'ın mevcut ulusal devlet sınırları
korunmak koşuluyla "Kürt konfederasyonu" tezi piyasaya
sürülmüştür.
Atilla
İlhan'ın "Sultan Galiyevci" "milliyetçi-sosyalizm" tezleri,
Yalçın Küçük'ün "Doğu Birliği", Doğu Perinçek'in "Avrasya
projesi" vs. derken, varolan ve varolmaya devam eden tek gerçek,
Türkiye'de anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerin giderek yükseldiği ve
milliyetçilik tabanında faşistler tarafından hızla örgütlendiği olmuştur.
"Bayrak
krizi"yle birlikte yükselen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerin
kendilerine yöneldiğini somut olarak gören faşistler ise, bu somut gelişmenin
verdiği güç ve cesaretle anti-komünist özlerini yeniden "güncellemişler"dir.
Bu gelişme
karşısında AB yandaşları ve propagandistleri büyük bir korkuya kapılmışlardır.
Bu korkuyla, bir kısmı hızla faşist-milliyetçi saflara geçerken, bir kısmı
kolayca yurtdışına kapağı atabileceği düşüncesiyle "muhalif" tutumunu
sürdürmeye çalışmaktadır. Ama sözde ve görüntüde herkes "milliyetçi",
"vatansever" olmuştur. Birkaç ay öncesine kadar ağızlarından
"allah" sözünü düşürmeyenler, bugün "vatan, millet"ten
başka söz etmez hale gelmişlerdir. Tek farkla ki, "vatan, millet"
sözcüklerinin yerine "ülke, ulusçuluk" vs. kullanarak.
Artık
ulusçular, ulusalcılar, milliciler, milliyetçiler hep bir ağızdan
"marşlar" söylemeye başlamışlardır.
Bu ortamda
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının yapabildiği tek şey, DİE'yi kullanarak ve
Doğan "medya" holdingin desteğiyle, büyümede "rekor"
kırıldığı propagandasıyla kendi tabanını elde tutmaktan ibarettir. Ama
"özel çevresi"ne ilişkin eleştirilerin daha da artması karşısında
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı ipin ucunu kaçırmıştır.
"Bayrak
krizi", ardından "bayrak mitingleri" ve nihayetinde Trabzon'daki
"linç girişimi" "milliyetçilik"in hızla militarize olduğunu
gösterirken, toplumsal ve siyasal gelişmelerin ekonomik gelişmeyi aşmaya
başladığının göstergesi olmuştur.
Bugün tüm
"medya" olanakları kullanılarak iki yönde propaganda ve örgütleme
çalışmaları sürdürülmektedir.
Birincisi,
emperyalizme ve özel olarak Amerikan emperyalizmine karşı gelişen "milli
ve milliyetçi" tepkilerin faşistler tarafından örgütlenmesidir. İkincisi
ise, "globalist" küçük-burjuvazinin eski "sol" geçmişine
dayanarak emperyalist politikaların temel dayanağı olarak örgütlenmesidir.
İster
birinciler (faşistler), ister ikinciler (işbirlikçiler) başarılı olsun, her iki
durumda da gelişen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkiler tek bir
merkezde toplanmış olacaktır. Dolayısıyla Amerikan emperyalizmi için denetlenmesi
ve yönlendirilmesi kolaylaşacaktır.
Bu
gelişmeler karşısında "sol"un (CHP ve legal "eski marksist
sol") ve sol'un yapabilecekleri ise çok sınırlıdır.
CHP ve
legal "eski marksist sol"un tek yapabileceği, konuşmaktan ve günü
geldiğinde bir köşeye saklanmaktan ibarettir.
Sol'un
yapabileceği ise, herşeyden önce marjinalleşmiş ve legalize olmuşlukla
sınırlıdır. Sol hareket, kendi sınırlı kitlesi içinde, Che Guevara'nın sözüyle
ifade edersek, "küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek
istemiştir". Silahlı devrimci mücadeleye yönelik oligarşinin sürdürdüğü
pasifikasyon ve imha operasyonlarına paralel olarak daha fazla legalize olmuş,
daha fazla marjinal konulara yönelmiştir. Doğal olarak gelişmeleri
görememiştir. Bugün sınırlı bir kitleye sahip olan sol hareket, bu kitleyi,
şeriatçılığa ve "globalizme" olduğu kadar faşist-milliyetçi gelişmeye
karşı da korumasız ve silahsız bırakmıştır.
Şüphesiz
yine de faşist-milliyetçi örgütlenmeye karşı "savaş"tan söz edilecek,
yazılar yazılacak ve nihayetinde 1 Mayısta, "kahrolsun faşizm"
sloganları atılacaktır. Ama bunların hiçbirinin legalize olmuş sol hareketin
içinde taşıdığı zaafları ortadan kaldırmaya yetmeyeceği açıktır.
Oysa sorun,
"faşizme karşı savaş" sorunu değildir. Sorunun özü, Irak'ın işgaliyle
birlikte "globalizm" denilen dönemin sona ermesi ve bu ortamda
gelişen anti-emperyalist ve anti-Amerikancı tepkilerin
faşist-milliyetçilik tarafından örgütlenmesidir. Bugün faşistlerin üzerinde
yükseldikleri dalga, AB ve ABD politikalarına karşı duyulan tepkilerden
oluşmuştur. Bu boyutuyla, tepkilerin temelinde, IMF politikalarına olduğu kadar
AB ve ABD emperyalistlerinin, Ermenistan'dan Kıbrıs'a, Irak'tan ortodoks
kilisesine kadar her alandaki isteklerine kayıtsız-şartsız boyun eğişe duyulan
tepki yatmaktadır. Geniş bir kesim Irak'taki "çuval" olayından
Barzani'nin Türkiye'yi tehdidine kadar her alanda gösterilen
"pasifliğe" karşı tepki duymaktadır. "Ulusal onur"un
ayaklar altına alındığını düşünen bu geniş halk kitlesi, bir zamanlar
"yedi düvele" karşı savaşmış bir halkın "torunları"
olduğunu yeniden anımsamıştır.
Bu ortamda
soldaki en büyük ideolojik açmaz, Kürt milliyetçiliğinin
"yurtseverlik" olarak sunulduğu koşullarda, "TC" ve
"Türk bayrağı" karşısında duyulan tepkidir. Sözcüğün
marksist-leninist anlamında yurtseverlik unutulmuştur vene anlama geldiği bile bilinmemektedir.
"Ulus"tan, "ulusal onur"dan söz eden her kişinin kolayca
"şovenist" olmakla suçlanabildiği bu ilişkiler içinde, ulusal
boyuneğmişliğe karşı halkın gösterdiği tepkiyi anlayabilmek de, örgütleyebilmek
de olanaksızdır.
Bugün
yükselen "milliyetçilik"in sınıfsal tabanı, Anadolu küçük ve orta
sermaye kesimidir. Daha genel ifadeyle "çarşı esnafı" hızla AKP'den (şeriatçılıktan)
uzaklaşarak, yeniden ve bir kez daha MHP saflarına geçmektedir.
Yıllardır varlığı bile unutulan köylüler, "milli görüş"çü şeriatçılık
ile "milliyetçilik" arasına sıkıştırılmış ve sahipsiz bir kitle
haline getirilmiştir. Tarım ürünleri ithalatının yaratmış olduğu yoksullaşma ve
mülksüzleşmenin sorumlusu olarak "gavur"u görmektedir. Dolayısıyla
AKP'nin "gavur"a her boyun eğişi, köylü kitlesini
"milliyetçilik" saflarına savurmaktadır.
Bunların
dışında henüz safları netleşmemiş iki kesim bulunmaktadır: Gecekondularda
yaşayanlar (varoşlar) ve sitelerde oturanlar. Site
"sakinleri" kredi kartlarının yarattığı ek tüketim olanakları ile
mevcut yapının korunmasından yana görünürken, gecekondu bölgeleri
çatışma alanları olarak öne çıkmaktadır. Faşist milislerin, Anadolu'daki
etkilerinden güç alarak, gecekondu bölgelerindeki çalışmalarını
yoğunlaştıracakları kesindir. Bu da, bu alanlarda faaliyet yürüten legalize
olmuş sol ve Kürt göçmenlerle çatışma demektir. Bu çatışma olasılığı karşısında
"Gazi barikatları"yla, "yaşasın Gazi muharebemiz"
söylemleriyle bir şeyler yapılamayacağı da kesindir.
Şurası da
kesindir ki, MHP ya da bir başka ad altında faaliyet gösteren faşistler,
emperyalizme ve Amerika'ya karşı yükselen tepkileri denetim altına aldıkları
ölçüde Amerikan emperyalizmi ile pazarlık masasına oturacaklardır. Geçmişteki
işbirlikçilikleri, bu pazarlık masasından "uzlaşmayla" kalkılacağının
garantisidir.
Böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ve çelişkiler ortamında, amiyane ifadeyle "at iziyle, it izinin birbirine karıştığı" bir dönemde "düğmeye kim
bastı?" sorusunun önemi yoktur. AKP'nin yüzyüze kaldığı ikilem,
emperyalizmin her istediğini (açıktan ya da gizli olarak) yaparak kendi ipini
çekmek ile yeniden "milli görüş" günlerine dönerek, yükselen
"milliyetçi" hareketi "milli görüş"e kanalize etmeye
çalışmak ve bunun sonucu olarak "uluslararası finans çevreleri"nin
desteğini kaybederek ekonomik bir krizin patlak vermesine boyun eğmektir. Her
iki durumda da kaybeden Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı olacaktır.
[1*] Nitekim 7 Nisan günü Trabzon’da bildiri dağıtan 5 TAYAD’lının linç edilmeye çalışılması faşist milislerin nasıl hazır olduklarını açıkça göstermiştir. Trabzon’daki linç girişiminin en ilginç yönlerinden birisi de “çarşı esnafı”nı harekete geçirmek için TAYAD’lıların “bayrak yaktıkları” söylentilerinin çıkartılmasıdır. 1980 öncesinde Maraş ve Çorum olaylarında da “komünistler sinemayı bombaladı”, “komünistler cami yaktı” türünden söylentiler çıkartılmıştır. Bu söylentilerle harekete geçirilen “çarşı esnafı”, faşist milislerin saldırıları için gerekçe yapılmıştır. [2*]
Tarihsel olarak benzer bir boşluk I. yeniden paylaşım savaşı sonunda Anadolu işgali sırasında da ortaya çıkmıştır. Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III’de ifade ettiği gibi, “ülkede, kendi solunda, emperyalizme karşı hiçbir devrimci, ulusal-radikal sınıf hareketi olmadığı, dünyada, bugünkü gibi milli kurtuluş savaşlarının destekçisi bir dünya sosyalist bloğunun olmadığı bir evrede” “radikal-milliyetçiler”, yani Kemalistler bu boşluğu doldurmuştur.