Yıllar önce Kemal Derviş'in "yakın arkadaşı", müzmin CHP başkan aday adayı Prof. Dr. Hurşit Güneş, Star televizyonunda katıldığı bir programda şöyle söylüyordu: "Biz ekonomistler sorumlu davranmak zorundayız. Eğer ekonominin kötüye gittiğini söyleyecek olursak, piyasalarda panik başgösterir. Bu nedenle durum kötüye gittiğinde daha dikkatli olmalıyız." Bu sözlerin üzerinden yıllar geçti. Ancak "medya" ekonomistleri ile üniversite ekonomi kürsüsü sahipleri ülke ekonomisine ilişkin tahlil ve yorumlarında "sorumlu", "devlet adamı sorumluluğu"na yakışır bir biçimde "sorumlu" davranmaya devam ettiler.
Bu "sorumlu" ekonomist tutum, giderek ekonomik olayların ve bunalımların psikolojik nitelikte olduğuna ilişkin bir kanı oluşturdu. Bu kanıyla (ve her zaman olduğu gibi imanla) enflasyonun psikolojik bir olay olduğu, eğer insanlar enflasyon beklentisinden kurtarılabilinirse enflasyon olgusunun ortadan kalkacağı düşüncesi ekonomi yöneticilerinde egemen olmaya başladı. Saygın ekonomistler, büyük ciddiyetle "ekonomide beklentiler" ya da "rasyonel beklentiler teorisi" üzerine yazılar yazmaya, dersler vermeye başladılar.
"Medya"nın iki güzide ekonomistinin yayınladığı kitapta şunlar yazılıdır: "... gerçekte, ekonomik dengenin oluşmasında ekonomik bireylerin çeşitli değişkenlikler üzerinde ileriye dönük beklentileri çok önemli bir rol oynamaktadır. Ekonomik değişkenlerdeki ileriye dönük beklentiler geçmiş deneyimler ve ekonomik yapıdan (tüketim ve yatırım eğilimleri gibi) önemli ölçüde etkilenmektedir.
Futboldan örnek verelim. Hakem çift vuruş vermiş olsun. Kaleci kalesinde topun nereye atılacağı konusunda bir beklenti içerisinde. Atışın çift vuruş şeklinde olması kalecide topun doğrudan kaleye atılmayacağı konusunda bir beklenti yaratıyor. Yani beklenti çift vuruşun kuralından geliyor. Çünkü çift vuruş yapıldığında, gol olabilmesi için topun atışı yapanın dışında bir oyuncuya değmesi gerekiyor. Halbuki, atışın çift vuruş yerine serbest vuruş olması durumunda kalecinin beklentileri içinde topun doğrudan kaleye doğru vurulabileceği de olacaktır. Çünkü serbest vuruşta topun doğrudan kaleye girmesi durumunda da gol geçerli olacaktır.
Ekonomideki beklentiler futboldaki gibi yalnızca oyunun kurallarından kaynaklanmaz. Karar alma sürecinde edinilen bilgiler beklentilerin oluşturulması açısından çok önemli olmaktadır."[1*] Görüldüğü gibi, "medya"nın bu iki güzide ekonomisti, her ne kadar televoleci ekonomistlerden olmasalar da, ekonomik olayları futbolla açıklamaktan kendilerini alamamışlardır. Ancak bu kadar kusur "kadı kızında da" mevcut olduğundan önemli sayılmamalıdır. Demektedirler ki, "beklentileri ekonomik yapı kadar, elde edilen bilgiler de yönlendirmektedir".[2*] İşte bu vargıdır ki, piyasa "aktörleri"nin ve siyasal yöneticilerin işlerini alabildiğine kolaylaştırmıştır. Artık enflasyonu düşürmek istiyorsanız, insanları enflasyonun düşeceğine inandırmanız yeterli olacaktır. Eğer faizlerin düşmesini istiyorsanız, aynı şekilde insanların faizlerin düşeceğine inanmaları yetecektir. İnsanların dolar "birikimleri"ni bozdurmak istiyorsanız, onları doların değer kaybedeceğine inandırmanız sizi sonuca ulaştıracaktır.
Tüm bu işler yapılırken, tek sorun "elde edilen her bilginin doğru olmayabileceği"dir. Yukarda sözünü ettiğimiz yazarların sözleriyle ifade edersek, "beklentilerin elde edilen haberler yoluyla şekillenmesi ve elde edilen haberlerin her zaman doğru olmayacağı gerçeği piyasaların dengesini oynak yapabilmektedir."[3*] Ama alan almış, satan satmış olacağından, "piyasa dengeleri" ne denli oynak olursa olsun, her durumda beklentileri yönlendirenler bu işten kazançlı çıkmış olacaklardır.
Buraya kadar yazdıklarımızı "iktisat" dilinden politik dile çevirirsek, "ekonomide beklentiler teorisi", siyasal manipülasyon ve dezenformasyondan başka birşey değildir. "İktisat" dilinde "beklentileri yönlendiren bilgiler" denilen şey, politik propaganda araçlarının işlevlerinden bir tanesidir. Bir siyasal yönetimin ya da siyasal partinin her türlü propaganda aracını kullanarak kendisini başka türlü sunabilmesi nasıl olanaklı olabiliyorsa, ekonomi alanında da aynı olanak sözkonusudur. Borsa ve ticaret spekülasyonları bunun en açık örneğidir. "Bankacılığın amacı ticarete kolaylık sağlamaktır, ve ticareti kolaylaştıran her şey, spekülasyonu da kolaylaştırır. Ticaret ile spekülasyon bazı hallerde öylesine sıkıfıkıdırlar ki, hangi noktada ticaretin bitip hangi noktada spekülasyonun başladığını anlamak olanaksızdır. Banka bulunan yerlerde, sermaye daha kolay ve daha düşük faiz oranıyla elde edilir. Ucuz sermaye, spekülasyonu kolaylaştırır, tıpkı, ucuz dana etiyle biranın, oburluğu ve ayyaşlığı kolaylaştırması gibi."[4*] J. W. Gilbart'ın bu saptaması üzerine Engels şöyle yazar: "Ticaret ile spekülasyon bazı hallerde öylesine sıkıfıkıdırlar ki, hangi noktada ticaretin bittiğini, hangi noktada spekülasyonun başladığını anlamak olanaksızdır. 'Satılmamış metalar üzerinden avans almak ne kadar kolay olursa, bu gibi avanslar o kadar fazla alınır, ve sırf karşılık göstererek avans para almak için meta imali ya da zaten imal edilmiş bulunan metaları uzak piyasalara sevketmek şeklindeki yersiz teşvik o kadar büyük olur. Bir ülkenin tüm iş aleminin böylesine bir sahtekârlık dalgasıyla ne ölçüde kuşatılabileceğini ve bunun sonunun neye varacağını, 1845-47 yılları arasındaki İngiliz ticaret tarihi bütün çıplaklığı ile gözler önüne serebilir. Kredinin neler yapabileceğini bu bize gösterir."[5*] Bugün "olumlu" olduğu ilan edilen her türlü ekonomik gelişme, "medya" vecamiler aracılığıyla manipüle edilen ticari ve mali spekülasyonlardan ibarettir.
İhracat teşvikleri ve ihracat ve ithalat kredileri yoluyla finanse edilen ticari spekülasyonlar öylesine boyutlara ulaşmıştır ki, artık ülke içinde herhangi bir malın üretilip üretilmediğinin hiçbir önemi kalmamıştır. Tam bir "Kayserili" mantığı ile herşey alınıp satılmaktadır. İhracat patlaması ithalat patlamasına dayandırılmıştır. İthal edilen hemen her şey, hem iç pazarda satışa sunulmakta, hem de ihraç edilmektedir. Takıyyecilerin I. ve II. MC hükümetlerinden elde ettikleri deneyimlerle bu spekülasyonlar "kitabına" uydurulmaktadır. DİE ve Merkez Bankası kayıtlarıyla oynanmakta, "kalemler" değiştirilmekte, veriler ya gecikmeli olarak ya da değiştirilerek kayda geçirilmektedir. 1999-2003 arasında Yunanistan ve İtalya'nın yaptığı bütçe hesaplarını çarpıtma yöntemi kullanılmaktadır.
"İktisat"ın her cinsten para teorileri bu spekülasyon ortamında işe yaramaz aletler durumuna dönüşmüştür.
Bilinebileceği gibi, burjuva "iktisat"ın para teorisine göre, döviz kurlarındaki değişkenliklerden en çok ithalat ve ihracat etkilenir. Dolayısıyla dış ticaret açığı veren ülkeler, ithalatı sınırlandırmak ve ihracatı artırabilmek amacıyla kendi ulusal paralarını devalüe etme yoluna giderler. Bunun sonucu, ihraç ürünlerinin fiyatı döviz cinsinden düşerken, ithal mallarının fiyatı ulusal para cinsinden yükselir. Eğer bir ülkede döviz fiyatları sürekli yükselirse, bu durumdan en çok kârlı çıkan ihracat şirketleri olur. Dolayısıyla döviz fiyatlarındaki her düşme ihracatçının tepkisine yol açar.
Bizde olduğu gibi, doların son iki yılda sürekli değer kaybettiği, dolayısıyla TL'nin sürekli değer kazandığı koşullarda, klasik "iktisat" teorilerine göre, bu işten en zararlı çıkan kesim ihracat sektörüdür. TL'nin aşırı-değerlenmesi, aynı "iktisat" teorilerine göre, ihracatı frenler ve ithalatı artırır. Bunun sonucu olarak ülke içinde üretim düşer, işsizlik artar, dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı büyür.
Ekonomideki bu gelişme, kaçınılmaz olarak siyasal sonuçlar doğurur. Siyasal yönetim gelişmelerin yönünü değiştirmek için göreve çağrılır. Bunu yapmadığı ya da yapamadığı koşullarda siyasal muhalefet yükselir. Er ya da geç ekonomik ve siyasal bir bunalım patlak verir.
Ancak bugün "piyasalar"a bakıldığında, herkes ekonomik gidişattan memnun görünmektedir. Arasıra işbilmez birkaç ihracatçının TL'nin (ya da YTL'nin) aşırı-değerlenmesinin ihracatçıyı zor durumda bıraktığına ilişkin açıklaması "medya"da yer alsa da, bunları hiç kimse (AKP bile) ciddiye almamaktadır. Bir yandan ihracat "rekor üzerine rekor" kırarken, diğer yandan ithalat "rekor üzerine rekor" kırmaktadır. Piyasalar neredeyse ağzına kadar dolarla dolmuştur. Dolar "sudan ucuz" ve boldur. Bu dolar bolluğunda cari işlemler açığını kapatmak da hiç sorun olmamaktadır. Bir yandan "rekordan rekora koşan" ihracattan gelen dolarlar, diğer yandan turizm gelirlerinden gelen dolarlar ve nihayetinde kaynağı belli olmayan dolar girişleri dolar bolluğuna yol açmıştır. Artık doların fiyatı üç ayda bir "dalgalanan" bir seyir izlememekte, neredeyse iki yıldır aynı düzeyde seyretmektedir. Böyle olunca ihracatçının dolar üzerinden yaptığı anlaşmalardan doğan "kur farkı riski" de en aza inmiştir.
AB ile müzakerelere başlanma tarihinin verilmesiyle birlikte ülkeye akın edeceği kabul edilen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla gelecek dolar-sermaye "beklentisi" de doların değer kaybetmesini teşvik etmektedir.
Bu ortamda "iktisat"çılar (ister "medya" köşe yazarları, ister televoleci ekonomistler olsun) cari işlemler açığının "tehlike sinyali" verdiğine ilişkin yaptıkları yayınlardan vazgeçmişlerdir. Hiçbiri ortalıkta nelerin döndüğünü anlamış görünmemektedirler.
Böyle olunca da, ekonomi ekonomistlere emanet edilemeyecek kadar ciddi bir iş haline gelmiş, sıradan "medya" köşe yazarları birer psiko-ekonomist olarak boy göstermeye başlamışlardır. "Bardağın dolu tarafını görmek"le başlayan yazılar, ekonominin ne denli iyiye gittiğine ilişkin methiyelerle devam etmektedir. Borsanın "tarihi rekorları" bu methiyeleri daha da artırmıştır.
Sıradan köşe yazarlarının ekonomistliğe soyunması, ekonomi köşe yazarlarını işsiz-güçsüz bırakma eğilimi göstermenin ötesinde, ekonomistlerin gündemini de belirlemeye başlamıştır. Artık enflasyon canavarı yenilmiş, faizler düşmüş, döviz darboğazı aşılmış, ihracat artmış ve iç ticaret canlanmışken, ekonomistlere de iş kalmamış görünmektedir.
İşte bu gelişme içinde, işlerini kaybetme tehlikesi ile yüzyüze kalan "medya" ekonomistleri cari işlemler açığından dış ve iç borçlar sorununa sıçrama yaparak kendilerine yeni bir iş alanı açmaya çalışmaktadırlar. Ama onlara da yanıt gecikmemiştir: "Bunca dolar bolluğunda borç sorunu diye bir sorun yoktur!"
"Medya"da kelaynak kuşu misali nesli tükenmiş birkaç iktisatçıdan birisi olan Güngör Uras "Bir yerlerden 'dolar' fışkırıyor" başlıklı yazısında şöyle yazmaktadır: "Bundan üç yıl önce, bankalar Tüpraş'ın olağan petrol ödemesi için piyasadan 30 milyon dolar topladığında, piyasa altüst olur, 'Bankalar döviz alımına geçti' diye, döviz fiyatı tavana vururdu.
Bugünkü duruma sevinmemek mümkün değil de... Bu bolluğun kaynağını bilen yok. Acaba bizim döviz hesaplarımız mı yanlış?.. Belki de bizim döviz açığımız falan yok. Çünkü bu durumun izahı yok. Önce denildi ki, Irak'tan geliyor. Sonra denildi ki, hudut ticaretinden geliyor. Derken denildi ki, halkımız yurtdışından dolarlarını getiriyor. Olmadı... Dolarların yastık altından çıktığı, cepteki dolarların bozdurulduğu söylendi. İyi de... Bu kaynaklar ne zengin kaynak ki, üç yıldır döviz geliyor, geliyor... Kaynak tükenmiyor."[6*] Ve bu "tükenmez kaynak", dış borçlanma ve "yeşil sermaye" girişinden başka bir şey değildir. Her ikisi de ticari ve mali spekülasyonda patlama yapmıştır.
Düne kadar devlet (kamu) tek dış borçlanıcı konumundayken, 1990'lardan sonra bankalar "sendikasyon kredisi" adı altında dış borçlanmaya yönelmişlerdir. Bugün ise, "seküritizasyon kredileri" yeni dış borçlanma "enstrümanları" olmuştur. "İktisat" diliyle ifade edersek, bu yeni araç "varlığa dayalı menkul kıymet ihracı"dır. Artık dış borç sağlayabilmek için, "tüyü bitmemiş yetimin hakkı" bile "varlıklaştırılmış" ve borçlanma için garanti olarak dış finans kesimlerine sunulmuştur.
İşte bir "medya" haberi: " 23 kasım 2004 - İş Bankası, havale akımlarına dayalı seküritizasyon (varlığa dayalı menkul kıymet ihracı) işlemi çerçevesinde 600 milyon dolarlık kaynak sağladı. Kredinin üç transtan oluştuğu, bu transların son vadelerinin 7, 8 ve 10 yıl olduğu kaydedildi. İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, bankanın sadece Türkiye' de değil, dünyada da şimdiye kadar havale akımlarına dayalı olarak yapılan ve iki sigorta kuruluşu tarafından aynı anda sigortalanan en yüksek tutarlı seküritizasyon işlemini tamamladığını bildirdi...
Verilen bilgiye göre, Standard Chartered Bank liderliğinde gerçekleştirilen işlem, MBIA Insurance Corporation ve AMBAC Assurance Corporation tarafından sigorta edildi. Dünyanın önde gelen derecelendirme kuruluşlarından Standard and Poor's ve Moody's tarafından derecelendirilen seküritizasyon işlemi, bir Türk bankasının uluslararası piyasalardan bir defada sağladığı en yüksek kaynak olma özelliğini taşıyor." Görüldüğü gibi, "dünyada", "şimdiye kadar" sözcükleriyle süslü "üç transtan" oluşan" haber, İş Bankası'nın havale işlemleri gelirlerini 7-10 yıl süreyle ipotek altına aldırttığına ilişkindir.
Haberin sunuluşundan da görüldüğü gibi, herşey çok iyi olmasının ötesinde, "dünya" çapında önemli bir olaydan söz edilmektedir. Uluslararası tefeci bankalardan ipotek karşılığı (varlığa dayalı) alınan borç, aynı zamanda "iki sigorta kuruluşu tarafından aynı anda sigortalanması" büyük bir marifetmiş gibi sunulmaktadır.
Oysa ortada bir borçlu (İş Bankası) ve bir borç veren, yani alacaklının (Standard Chartered Bank) olduğu bir borç işlemi sözkonusudur. Alacaklı taraf parasını garanti altına alabilmek için İş Bankası'nın borcunu sigortalattırmıştır. Bankalarla azçok işi olan herkesin bileceği gibi, bu sigorta işlemi borçlunun borcunu ödeyememesi durumunda borcu üstlenecek olan kefil durumundadır. Ve herkes bilir ki, kefil, ancak borçlunun borcunu ödeyemeyeceği düşünüldüğünde istenilir.
İş Bankası "dünyanın en büyük seküritizasyon" işlemini yaparken, hem ülke içi ve ülke dışı havale işlem gelirlerini ipotek altına aldırtmış, hem de iki uluslararası sigorta şirketine prim ödeyerek borcuna kefil olmalarını sağlamıştır. Bu yapılan bir "deha" ürünü olmayıp, uluslararası mali piyasalarda tefecilerin eline düşmek anlamına gelmektedir.
Eğer bir banka kendisinin gelecekteki gelirlerini ipoteklettirerek borçlanmaya gidiyorsa, bunun anlamı, kendisinin artık bir banka olmaktan çıktığıdır. Olağan durumlarda bir bankanın "borcu", onun mevduatlarıdır. Eğer banka yeterli mevduat toplayamıyorsa, kendisinin bankacılık işlevi sona ermiş demektir. Cumhuriyet Türkiyesinin ilk özel bankası olan ve hisselerinin %28,6'sı Atatürk'ün mirası olarak CHP'ye ait olan İş Bankası bu hale düşmüştür.
2004 yılında özel banka ve şirketlerin[7*] "sendikasyon", "seküritizasyon" ya da "Murabaha" adı altında aldıkları dış borçların toplamı 10 milyar 584 milyon dolar olmuştur. İşte piyasalardaki dolar bolluğunun temel nedenlerinden biri budur.
Yol açılmıştır. Artık tüm banka ve şirketler, T. Özal'ın köprü gelirlerini satışa çıkarması gibi, her türden gelirlerini ve varlıklarını ipotek ettirerek dış borçlanmaya gitmektedirler. Alınan borçlar, devlet iç borçlanma kağıtlarına yatırılmakta ve tüketici kredilerine dönüştürülmektedir. Böylece ülkenin tüm geleceği ipotek altına alınmış olup, iç borçlanma ya da tüketici kredileriyle bugünden tüketilmektedir.
Bu yol açıldıktan sonra, özel bankaların ve şirketlerin iç piyasadan dolar almaya ihtiyaçları kalmamıştır. Dolayısıyla iç piyasada bunların dolara olan talepleri büyük ölçüde azalmıştır. Bu da doların sürekli değer kaybetmesine yol açmaktadır.
Her ay bir milyar dolar yurtdışına transfer edilmektedir. "İktisat" diliyle söylersek, dış sermaye hareketlerinde net dış transfer aylık olarak bir milyar dolardır. Bu kâr transferleri tümüyle faiz ödemeleriyle gerçekleştirilmektedir. Bu transferlerin karşılıkları sanayi ve tarım üretiminden elde edilen kârlarla sağlanmadığından, sürekli yeni borçlanmaya gidilmektedir. Bunun adı da "iç ve dış borçların döndürülmesi" olmaktadır. Yarı-feodal dönemlere özgü tüccar zihniyeti ile "Ali'nin külahı Veli'ye giydirilerek" gerçekleştirilen bu borç çarkı ülkenin orta vadeli tüm gelirlerinin ve varlıklarının ipotek altına alınmasına yol açmıştır.
Şimdi ülkenin uzun vadeli tüm varlıklarının ipoteklenmesi gündemdedir. Sendikasyon, seküritizasyon, murabaha ya da sukuh adlarıyla alınan tüm borçlar, özel ve tüzel tüm kuruluşların maddi varlıklarının (gayri menkuller dahil) ipoteklenmesiyle sonuçlanmaktadır. Mortgage ya da "islami" adıyla sukuh yoluyla kişilerin mal ve mülklerinin de yabancı "finans çevreleri"ne ipoteklenmesi gelinen son noktayı oluşturmaktadır.
Bundan sonraki aşama, ipotekli dış borçların haciz işlemlerinin başlatılması aşamasıdır. DİE ve Hazine Müsteşarlığı'nın "doğrudan yabancı sermaye" girişi olarak sunmaya hazırlandığı bu haciz işlemleri sonucunda ülke içindeki pek çok şirket ve mülkiyet yabancıların eline geçecektir.
Bu gelişme, ülkenin ekonomik değil, siyasal varoluşunu ortadan kaldıracak nitelikte olmasına karşın, büyük bir "medyatik" propaganda ile yabancıların varlığındaki her artışın yeni iş olanakları yaratacağı beklentisi egemen olmuştur. İnsanlar yabancı sermaye sayesinde iş bulacakları beklentisine sokulduklarından, yabancı sermayenin artan varlığından hiç kimse endişe duymaz hale getirilmiştir. Üniversite gençliği yabancı bir şirkette "kariyer" sahibi olacağı düşüyle pasifize edilmiştir. Unutulan ve unutturulan ise, kısa vadeli ipotekli borçlanmanın sorunlarını orta vadeli ipotekli borçlanmayla, orta vadeli ipotekli borçlanmanın sorunlarını uzun vadeli ipotekli borçlanmayla çözülmesinin varacağı son nokta ipotek edilecek hiçbir şeyin kalmamasıdır. Bu, kişilerin, şirketlerin, bankaların ve devletin resmen iflasıdır.
Bir yazar, çok "avam" bir dille bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Sayın okuyucularım, 'El parasıyla düğün yapılmaz'. Kimse parasını kimsede bırakmaz. Bugün ucuz ucuz piyasada dolanan paraları, faiziyle yarın geri göndermek zorundayız. Bizim bir atasözümüz var... 'Bağdat'ta çekirdeğinle yuttuğun hurmalar, İstanbul'da bağırsaklarını tırmalar' derler... Hurmaları yutmak kolay da... Çekirdeklerini ne yapacağız?"[8*] Ülkenin bağımsızlığından sözedenlere gülüp geçenler, "Bağımsız Türkiye" sloganının "çağdışı" olduğunu ilan edenler, tek kurtuluşun AB üyeliği olduğunu düşünenler, ülkenin geleceğini hiçbir biçimde önemsememektedirler. Onlar "birey" olarak dünyanın herhangi bir yerinde yaşayabileceklerine inandırılmışlardır. Kayserili tüccar mantığıyla herşeyi alıp-satarak kendi yollarını bulacaklarına inanmaktadırlar. Ama ülkeler satılabilinse de, yeniden satın alınabilinmesi olanaksızdır. "Avam"ca ifade edersek, asıl hurmaların çekirdeğinin ne anlama geldiği o gün anlaşılacaktır. Tabii iş işten geçtikten sonra.
[1*] Dr. Mahfi Eğilmez-Dr. Ercan Kumcu, Ekonomi Politikası, s. 291. [2*] Dr. Mahfi Eğilmez-Dr. Ercan Kumcu, Ekonomi Politikası, s. 292. [3*] agk, s. 292. [4*] J. W. Gilbart, The History and Principle of Banking, London 1834 s. 137, 138. [5*] K. Marks, Kapital, Cilt: III, s. 358-359, Engels'in notu. [6*] Güngor Uras, Milliyet, 31 Ocak 2005. [7*] Bunların bir kısmı şunlardır: Turkcell, Boyner Holding, Oyak, Petrol Ofisi, Doğuş Holding, Arçelik, Koçbank, Akbank, Dışbank, Finansbank, Eximbank, Vakıfbank, İş Bankası. [8*] Güngor Uras, Milliyet, 31 Ocak 2005.