KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1998
Popülist Söylem Üzerine
Bir Kez Daha
Devrim yapmak iddasında bulunan ve bu amaçla şu ya da bu "çizgi" etrafında örgütlendiğini ve mücadele ettiğini söyleyen herhangi bir sol dergi ya da yayına bakıldığında, ilk karşılaşılan, tümünde egemen olan belli bir biçim ve söylem benzerliğidir. Hemen her zaman kendisini Marksist-Leninist, komünist sıfatlarıyla tanımlayan sol yayınlarda görülen bu biçim ve söylem benzerliği, öylesine yerleşik hale gelmiştir ki, her çıkan yeni dergi, bu biçim ve söyleme uyum göstermek durumunda kalmaktadır.
Ülkemiz solunda egemen olan yayın anlayışı, genel olarak iki ana bölümde toplanmaktadır:
Birincisi, "kitle"ye yönelik ya da eski deyişle "kitle yayın organı" olarak çıkartılan dergilerdir. Bunlarda egemen olan biçim ve söylem, sözcüğün tam karşılığı ile popülist niteliktedir. Bunun görünümü olarak, tüm olaylar, mümkün olabildiğince "basit" ve yüzeysel olarak ele alınmakta ve sunulmaktadır. Çokluk "haftalık" olarak yayınlanan bu dergiler, bu yayın periyodu ile "ideal olan"a ulaştıklarını düşünürler.
İkinci yayın türü ise, eski deyişle "teorik yayın organı" olarak tanımlanan dergilerdir. Bunlar, "kitle yayın organı"nda ele alınmayan ya da "kitle"nin "bilinç seviyesinden yüksek" düzeyde konuları ele alıp, teorik (kuramsal) bir çerçevede işleyen, dolayısıyla "kadrolar"a yönelik yayınlardır. Genellikle ayda ya da iki ayda bir yayınlanan bu dergiler, sosyalizmin sorunlarını ya da örgütsel sorunları ele alıp işlerler.
Bu iki yayın türünün yanında, onbeş günde bir yayınlanan "orta seviyedekiler" için çıkartılan bir dergi türü de solda zaman zaman ortaya çıkmaktadır. Bu tür dergilerin temel tezi, "kitle" ye yönelik yayınların seviyesinin çok düşük, "teorik" yayınların seviyesinin ise çok yüksek olduğu, bu ikisinin ortasında bulunan belli bir kesime hitap etmek gerektiği olmaktadır.
Solda çıkartılan ya da çıkartılacak olan yayınlara ilişkin olarak ortaya çıkan bu türden biçim ve içerik konusu otuz yılı aşan bir geçmişe sahiptir. Ancak konunun tüm içeriğine rağmen, hemen her zaman biçim sorunları önde tutulmuş ve hemen herşey yayının hedeflediği kesim ve bu kesime uygun bir dil, söylem noktasında odaklanmıştır.
Yıllar önce Mahir Çayan yoldaş Kesintisiz Devrim II-III'de ülkemiz solundaki durumu şöyle değerlendiriyordu:
"Bilindiği gibi Türkiye Solu'nda uzun yıllar revizyonizm, pratiğe ışık tutmayan entellektüel tahlilleri, kuyrukçu çalışma tarzı ve iğrenç ilişkileri ile etkin ve yönlendirici unsur olmuştur.
1961 Anayasası'nın oluşturduğu sınırlı demokratik haklar, bu akıma hiçbir tarihsel dönemde olmayan maddi bir ortam yaratmıştır.
Devrimci hareket, devrimci-milliyetçi bir rotanın peşine takılarak, onun himayesinde entellektüel planda yıllar önce sosyalizmin ustaları tarafından yazılmış, çizilmiş ve her biri, belli bir devrimci pratiğin ürünü olan siyasi tahliller, yerli 'teorisyenler' tarafından adaptasyonlarla, teori yeniden keşfedildi (!). Yıllar ülkedeki devrimci mücadeleye ilişkin 'nereden ve nasıl başlanmalıdır?' sorusuna açıklık getirecek somuta ilişkin hiçbir şey yazılmadan geçti. Kitap ve broşür çıkarma (ticaretle karışık) başlı başına bir eylem haline geldi.
Yetişen genç devrimci kuşaklar da bu ortamda, bu ortamın ilişkileri içinde sosyalist gıdalarını aldılar."
Mahir Çayan yoldaş, Mart 1971'de yayınlanmaya başlanan Kurtuluş'un yayın politikasını ortaya koyarken soldaki revizyonist yayın anlayışını şöyle değerlendiriyordu:
"Bugün, ülkemizde, revizyonizmin etkinliğini çeşitli alanlarda görmek mümkündür. Mesela, sosyalist aydınlar için ayrı seksen sayfalık bir aylık dergi, 'orta seviyede' olanlar için haftalık onaltı sayfalık bir dergi, işçi ve köylü kitleleri için de bir kitle gazetesi çıkarma, revizyonist bir yayın politikasının ifadesinden başka birşey değildir.
Emperyalizmin işgali altında olan, dolayısıyla halk savaşının zorunlu bir durak olduğu ülkelerde sosyalistlerin temel mücadele metodları, politikleşmiş askeri savaş metodudur. Bu metodu, temel metod olarak alanların devrimci yayın politikası bu olamaz.
Bu yayın politikası, halk savaşına yan çizen, dergicilik ve gazeteciliği temel alan revizyonistlerin politikasıdır. Bu yayın politikasının temeli, dergi etrafında örgütlenme düşüncesine dayanır. Büyük şehirlerde yayınlanan bir dergi etrafında örgütlenme ve bunun aracılığıyla parti örgütlenmesine geçme, revizyonist bir örgütlenme anlayışıdır. Kırlardan şehirlere doğru bir rota takip edecek olan halk savaşının zorunlu durak olduğu ülkelerde devrimcilerin örgütlenmesi bu şekilde olamaz!
Ayrıca bu yayın politikası, çeşitli bakımlardan yanlıştır.
Bir kere, kitleler, kitle organı, vs. ile bilinçlenmezler. Kitleler, savaş içinde, pratik içinde öncünün yakacağı kıvılcımla bilinçlenirler, örgütlenirler. Devrimci yayın politikasında böyle uydurma bir kitle organı anlayışı yoktur.
İkinci olarak, entelektüele ayrı dergi, işçiye köylüye ayrı dergi, devrimci bir anlayışın ürünü değildir. Bu olsa olsa, emekçi kitlelerine yukardan bakan aydın düşüncesinin ürünü olabilir. Mesela, işçilere hitap eden Iskra'da sosyalizmin en karmaşık meseleleri rahatlıkla tartışma konusu yapılmıştır."
Günümüzden 27 yıl önce ortaya konulan bu belirlemelerin, dün olduğu kadar bugünde geçerliliğini koruduğu açıktır. Revizyonist anlayışın yıllar süren egemenliği, dönem dönem sınırlandırılabilinmişse de, hemen her zaman ülkemiz solunda varlığını sürdürmüştür. Revizyonizmleri açık biçimde ortada olan kesimler (TİP, TSİP, TKP vb.) dışında revizyonist anlayışın soldaki yaygınlığı, konunun salt revizyonist görüşlere sahip olmakla sınırlı olmadığını göstermiştir. Daha oluşum halindeyken revizyonizme kesin bir ideolojik tavır içinde olan pekçok kesimin, kısa sürede revizyonist anlayışla olayları ele almaya ve pratik faaliyete yönelmeye başlamaları gerçeği bu durumu açık biçimde ortaya koymaktadır. İşte çıkış noktalarında anti-revizyonist kavrayışa sahip olanların, pratikte revizyonizme kaymaları olgusu, en açık biçimde yayın politikasında ve kitle çalışmasında kendisini dışa vurmaktadır.
1965'den 1980'e kadar geçen sürede, hemen her yayın organında ortaya konulan görüşler, şu ya da bu biçimde Marksizm-Leninizmin değişik belirlemelerini kendisine dayanak olarak ortaya koymak durumundaydı. Bu bağlamda, Marksizm-Leninizmin ustalarının en açık belirlemeleri bile, birbirine zıt görüşleri desteklemek için kaynak olarak kullanılabiliyordu.12 Eylül dönemine kadar ortaya konulan her görüş kendisine Marksist- Leninist teoriden bir dayanak bulmak ve bu teorik dayanağa göre ortaya konulanın "doğru" ve "geçerli" olduğunu göstermek zorundaydı. Doğal olarak böyle bir ortamda, revizyonist ve oportünist görüşler, kendi görüşlerini Marksist-Leninist bir görüş gibi sunabilmek için Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmek, Marksist-Leninist teoriyi çarpıtmak durumundaydılar. Bu nedenden dolayı, 1980 yıllarına kadar yürütülen ideolojik mücadelelerde Marksist-Leninist teorinin revizyonizm ve oportünizm tarafından tahrif edilmesi, çarptırılması özel bir yere sahip olmuştur. Bunun pratik görünümü ise, Marksist-Leninist klâsiklerden yapılan alıntılar olmaktaydı.
Böyle bir durumda, Marksist-Leninist klâsiklerden hangisinde, neyin nerede olduğunun ortaya konulması ve buna bağlı olarak revizyonist tahrifatların sergilenmesi ideolojik tartışmaların odak noktası olması kaçınılmaz olmuştur.
1965-71 döneminde "ulemaların yazıları", Marksist-Leninist klâsiklerin yeni yeni çevrilmeye başladığı bir ortamda, hemen hemen yeni yetişen devrimci kuşağı etkisi altına almıştı. Ancak Marksist-Leninist klâsiklerin okunulup öğrenilmesi, bu "ulemaların" tüm teorik görüşlerinin revizyonist nitelikte olduğunun açıkça ortaya konulmasını olanaklı kıldı. Mahir Çayan yoldaşın ilk yazılarının ağırlıklı olarak Marksist-Leninist teorinin tahrifatına ilişkin görüşlerin eleştirisini içermesi bu gerçekliğin bir sonucu olmuştur.
Bilindiği gibi, Mahir Çayan yoldaşın Marksist-Leninist teoriye ilişkin ilk yazısı 12 Ağustos 1969 tarihinde yayınlanan "Revizyonizmin Keskin Kokusu" adını taşımaktadır. Bu yazıda, Mahir Çayan yoldaş, Kenan Somer'in Lenin'in "Devlet ve İhtilâl" (daha sonraki yıllarda "Devlet ve Devrim" adıyla yayınlanmıştır) kitabına yönelik olarak yaptığı değerlendirmeyi ve bu değerlendirmede Marksist-Leninist teoriyi nasıl tahrif ettiğini açık biçimde ortaya koymuştur. Ve yazının bir bölümünde şöyle demektedir Mahir Çayan yoldaş:
"'FRANSIZCA' konuşma imkanı oluşturmak için 'ALMANCA' hitap etmek zorunda kalan 'Lenin almancasının' Bay Somer tarafından nasıl 'KUŞDİLİ' yorumuna tabi tutulduğunu açıklığa kavuşturduk herhalde. (Bilindiği gibi Marksist literatürde, Almanca konuşmak, örgütlenme ve subjektivizmi hazırlama; Fransızca konuşma ise hücuma geçmek ve ayaklanma anlamında kullanılır.)"
Tüm bunlar ortaya konulurken, Mahir Çayan yoldaş, o gün için Türkçeye çevrilmiş pekçok kitaptan aktarma yapmak durumunda kalmıştır. Bunlar içinde, Mao Zedung'un Teori ve Pratik (Mao Zedung), Faşizme Karşı Birleşik Cephe (Dimitrov), Toprak Meselesi (Lenin), Ekim Dersleri (Troçki) gibi kitaplar bulunmaktadır.
Bu durum karşısında revizyonistler ve oportünistler, giderek Marksist-Leninist klâsiklerde ortaya konulan görüşlerin doğruluğunun teorik bir ölçütü olarak kullanılmasına karşı tutum almaya başlamışlardır. 1980 sonrasında ulaşabileceği en üst boyuta ve yaygınlığa sahip olan bu tutum, hiçbir teorik öncüle ya da ölçüye sahip olmaksızın istenilenin istenildiği gibi ortaya konulmasından başka birşey değildir. Bu da, giderek Marksist-Leninist teorik temellerin bir yana bırakılmasını, Marksizm-Leninizmin teorik bilgi birikiminin terk edilmesini getirmiştir.
Oysa, Marksizm-Leninizmin olduğu kadar, tüm bilimsel teorilerin dayandığı belli öncüller ve ölçütler vardır. Bu öncüller ve ölçütler olmaksızın, ne bilimsellikten, ne de Marksizm-Leninizmden söz edilebilir. Marksist-Leninistler, her zaman kendilerinden önceki teorik birikime dayanmak ve bunları bilimsel olarak değerlendirmek zorundadırlar.
Engels'in Kapital'in Almanca üçüncü baskısına yazdığı önsözdeki şu sözleri çok açıktır:
"Son olarak, pek az anlaşılmış olan Marks'ın aktarmalar konusunda uyguladığı yöntem üzerine birkaç söz söylemek isterim. Yalnızca bir olayın anlatıldığı ya da açıklandığı durumlarda, diyelim ki, İngiliz Mavi kitaplarından yapılan aktarmalar, kuşkusuz yalnız belgesel kanıt işini görürler. Oysa, başka iktisatçıların teorik görüşlerinin alındığı yerlerde durum böyle değildir. Burada, aktarmanın amacı, ekonomik bir fikrin, gelişme süreci içinde ilk kez ne zaman ve kimin tarafından açık ve seçik bir biçimde ortaya konduğunu belirtmektir. Burada tek kaygı, sözkonusu ekonomik kavramın, bilim tarihi yönünden bir değer taşıması ve zamanın ekonomik durumunun azçok uygun bir biçimde teorik bir ifadesi olmasıdır. Yoksa, bu kavramın, yazarın görüş açısından, hala mutlak ya da nispi bir geçerliliğe sahip olması, ya da bütünüyle tarihe karışmış bulunması sözkonusu değildir. Demek ki, bu aktarmalar, yalnızca metne eklenilen devamlı bir yorum, iktisat biliminin tarihinden alınan bir yorum oluyor ve ekonomi teorisindeki önemli ilerlemelerin tarihleri ile bu ilerlemeleri sağlayanları saptıyor. Ve bu, o güne kadar tarihçileri, ancak kariyeristlerin özelliği olan cehalet eğilimleriyle sivrilmiş bulunan bir bilim için pek gerekliydi." [*]
Tüm bunlara, bir de revizyonistlerin ve oportünistlerin Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmeleri, çarpıtmaları eklenecek olursa, Marksist-Leninistlerin aktarmalar karşısındaki tutumlarının nedenleri kolayca anlaşılabilir.
Revizyonizme ve oportünizme karşı yürütülen ideolojik mücadelenin giderek etkisini göstermeye başlaması üzerine, revizyonistler ve oportünistler Marksist-Leninist teorinin tahrif edilmesine ve çarptırılmasına dayalı tutumlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Yeni taktikleri, o gün için devrimci kesimlerin daha az bilgisi olduğu varsayılan konulara yönelmek ve bu konular üzerinde kendi revizyonist ve oportünist görüşlerini yaymak şeklinde olmuştur. Marksist-Leninist klâsiklerin geniş ölçüde çevrilmiş olması ve hemen herkes tarafından alınıp okunması karşısında revizyonizmin uygulamaya soktuğu bu yeni taktik, ağırlıklı olarak entellektüel bilgi olarak tanımlanan ayrıntı bilgiler ile belli bir uzmanlık isteyen ekonomi-politik gibi konulara dayanıyordu. Pratik faaliyet içinde bulunan devrimci kadroların bu bilgilere sahip olmak için küçük-burjuva entellektüelleri kadar ne zamanları vardı, ne de olanakları. Dolayısıyla bu yeni taktik, devrimci örgütlerin yüzeysel konularla yetinen, Marksizm-Leninizmin en bildik konularını biteviye yineleyen örgütler olarak sunulmasını sağlıyor ve buna bağlı olarak da devrimci örgütlerin teorilerine güvenilmemesi gerektiği kanısını yaygınlaştırıyordu. 1976 sonrasında ağırlıklı olarak kullanılan bu revizyonist ve oportünist anlayış, teori ile pratiğin birbirinden kopartılması için uygun bir zemin oluşturmuştur.
Revizyonist ve oportünist kesimlerin 1976 sonrasında 1971-72 döneminde sürdürülen silahlı mücadeleyi bir yandan "maceracılık" olarak nitelerken, diğer yandan bu mücadele içinde yer alanları "yiğit" olarak sunmaları, teori ile pratik arasında kesin bir kopuş yaratmanın en yaygın söylemi haline gelmiştir. Böylece pratik faaliyet ile teorik belirleme birbirinden ayrıştırılarak, düşüncesiz eylem ile eylemsiz düşünce kendi sınırları içinde kabul edilebilir hale getirilmiştir. Bu durumun en tipik örneği ise, M. Belge ile Ö. Laçiner'in yayınlamaya başladıkları Birikim dergisi olmuştur.
"Sosyalist aydınlar için ayrı seksen sayfalık bir aylık dergi, 'orta seviyede' olanlar için haftalık onaltı sayfalık bir dergi, işçi ve köylü kitleleri için de bir kitle gazetesi çıkarma" anlayışı giderek bir tek faaliyetin parçaları olarak değil, değişik kesimlerin ayrı faaliyetleri olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Ve 1980'lerden sonra bu ayrışma, solda üstü örtük bir işbölümü yaratmıştır.
Bugün sol yayınlara bakıldığında ortaya çıkan "işbölümü", sözcüğün tam anlamıyla teori ile pratiğin ayrıştırılması halini almıştır. "Sosyalist aydınlar" ile "orta seviyedekiler" ne olduğu belirsiz konularda kendi kendine konuşan ve konuştuğunu hiçbir şeyle ölçmeyen ve ölçülemeyen bir ilişki içindeyken, kitleler popülist bir söylemin hedef kitlesi haline getirilmiştir. Sol yayınlarda görülen "arabesk" söylem ve içerik böyle bir tarihsel zemin üzerinde ortaya çıkmaktadır.
Birkaç örnekle konuyu somutlayalım.
Verilebilecek ilk örneklerden birisi, teorinin popülize edilmesi ve popülist bir söylemle teori yapılmasına ilişkindir. Bu konuda hemen tüm sol yayınlarda çokca örnek olmakla birlikte Hİ Kurtuluş'un sergilediği örnekler çok daha tipiktir.
Haftalık olarak yayınlanan Hİ Kurtuluş'un tüm teorik görüşleri popülist bir söylem içinde "Halk Sınıfı" adı altında ortaya konulmaktadır. Kendi deyişleriyle, bu söylem, "eğitimin halklaştırılmasıdır". Marksist-Leninist teorinin "popülerleştirilmesi"den başka birşey olmayan bu tutum ile Marksist-Leninist teorinin bilimsel niteliği ve içeriği kolayca bir yana bırakılabilinmektedir. Marksist-Leninist teorinin bilimsel niteliği ve içeriği, kaçınılmaz olarak, bu teorinin öğrenilmesi ve kavranılmasının belli bir bilgi birikimine sahip olunmasını gerektirir. Bu bilginin "popüler" bilgiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Marksizm-Leninizmde sosyalist teorik bilgi ile sosyalist siyasal bilinç açık biçimde tanımlanmıştır. "Kitlelerin bilinçlendirilmesi" ile Marksist-Leninist olmak birbirinden farklıdır. Kitlelerin bilinçlendirilmesi, kitlelerin siyasal bilince ulaştırılması demektir. Marksist- Leninistler için bu siyasal bilinç sosyalist siyasal bilinç olarak ortaya çıkar ve proletaryanın sınıf bilincine sahip olması ile nitelenir. "Ne Yapmalı?"da Lenin'in çok açık biçimde ortaya koyduğu gibi, proletaryanın sosyalist siyasal bilince sahip olmaları, siyasal gerçeklerin açıklanmasıyla (teşhiriyle) olanaklıdır. Doğal olarak siyasal gerçekler, herkesin anlayabileceği bir dille ortaya konulmak zorundadır. İşte ortaya çıkan tüm sapmaların temelinde bu durum yatmaktadır. Siyasal gerçeklerin açıklanması ve bunun herkesin anlayabileceği bir dille yapılması, ne "eğitimin halklaştırılması"dır, ne de "popülist bir söylem" gerektirir. Devrimciler, kendi dillerini, terminolojilerini kitlelere öğretemedikleri sürece, her zaman yabancı bir dil konuşuyor durumunda olacaklardır. Mevcut düzenin dili ve sözcükleri kullanılarak yapılacak siyasal faaliyet, her zaman düzenin kendi propaganda araçlarıyla etkisizleştirilecektir. Mevcut düzeni, kendi söylemiyle, kendisini tanımladığı sözcüklerle teşhir etmek, sosyalist mücadelenin çok eski dönemlerinde kullanılmış bir yöntemdir ve devrimci deneyimin sınırlı olduğu bir ortamın ürünüdür.
Bugün tüm solda egemen olan kitleye yönelik faaliyetin dili ve terminolojisi, popülist söylemin dili ve terminolojisidir (kavramları) ve hemen tümüyle emperyalist basın-yayın organlarından devşirilmiş niteliktedir. Teorik söylem ise, tümüyle 1980 sonrasında küçük-burjuva aydınlarının legal yayınlarda ortaya çıkardıkları dil ve terminolojiye dayalıdır ve sonal olarak popülist söylemin dili ve terminolojisidir.
Sol söylemde sıkça kullanılan bazı deyimleri kısaca anımsayalım. Örneğin, "çıkış yapmak", birşeye (zafere vb.) "kilitlenmek" gibi sözcükler hemen her sol yayında ve konuşmada sıkça kullanılmaktadır. Tüm bu sözcüklerin 1991 yılındaki Körfez Savaşı sonrasında yaygınlaşmış olması bir rastlantı değildir. CNN'nin naklen yayınlarıyla günlerce televizyon başında Körfez Savaşını izleyen milyonlarca insan, bu yayınların dilini günlük olarak kullanmaya başlamışlardır. Geleneksel olarak kahve sohbetlerinin dili olarak ortaya çıkan bu konuşma tarzı, tüm basın-yayın araçlarıyla yaygınlaştırılmıştır. Buna paralel olarak müzik alanında günlük olarak tüketilmeye başlayan bu dil, bir yandan Sezen Aksu'nun "hadi bakalım"ıyla, diğer taraftan Grup Vitamin'in "bol haşhaş, bol vitamın"iyle, öte yandan bar ve pavyonların "ayılana gazoz, bayılana limon"uyla ve de taverna müziğinin "hoşgeldin Ahmet beyler"iyle yaygınlaştırılmıştır.
Yıllarca oligarşinin basın-yayın organlarında devrimcilerin "kanlı teröristler", "acımasız katiller" olarak ilan edildiği bir ortamda "asık yüzlü komünistler"in "güleryüzlü" hale getirilmeleri için fazlaca zorluk çekilmemiştir. 1980' lerin ortalarından itibaren legal "sol" yayınlarda başlayan ve Gorbaçov'un "imajı" ile beslenen "güleryüz", zaman içinde hemen her sol dergide "mizah sayfası" açılması ile somutlaşmıştır.
"Yeni Gündem" sayfalarında başlatılan, giderek Hasan Cemal'li Cumhuriyet'le yaygınlaştırılan "güleryüz", depolitizasyonun yeni araçları olarak sola devredilmiştir. Sol dergilerin "okuyucu mektupları", Yeni Gündem'in "pano"suna dönüştürülmüştür. En ağza alınmadık "tuvalet yazıları", "duvar yazıları"na çevrilmiştir. Emperyalist tekellerin reklam tahtalarının (bilboard) "görselliği" solda propagandanın örneği olarak gıbtayla izlenir olmuştur.
1990 sonrasında devrimci mücadeleye sempati duyan ve katılan pekçok yeni unsur, bu ortam içinde şekillenmiştir. Kendileri, içinde oluştukları ortamın bireysel izleyicileri olmalarından çok, bu ortamın izleyicilerinin oluşturduğu bireyler olmaları sözkonusudur. Yani, yeni devrimci unsurlar, 1980'lerin başında bir "Hızlı Gazeteci"yi izleyerek biçimlenmemişler, tersine bunu izleyenlerin biçimlendirdiği bireyler olarak devrimci mücadeleye yönelmişlerdir. Doğal olarak, kendilerini biçimlendiren süreçte neler olduğunu tam olarak bilmemektedirler. O dönemde yayınlanan pekçok "sol" yayının daha sonraki dönemde kapanmış olması, ister istemez bireylerin süreç hakkındaki bilgilerini de kesintiye uğratmıştır. Ama miras sorgulanmaksızın devralınmıştır. İşte bugün sol dergilerin popülist söylemleri, bu mirasın ürünüdür.
Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ortaya konulmuş kimi örnekleri kısaca anımsatalım:
Adının yanında "doçent" sıfatını kullanan bir ÖD Partili eski DY'li olarak şöyle yazıyordu:
"Bence bu Türkiye solunda 'teori bataklığı' diye bir olgu var...
Biraz geçmişin ve günümüzün bu gerçeğinin bize saldığı korkuyla olacak, 'bulaşmayalım' dedik. Zaten bulaşmaya gerek yoktu ki: Türkiye'nin bugünkü sorunları (ihtiyaçları) ortaya konur. Bunlara doğru (temsil etmeye adaylığını ilan ettiğin menfaatler doğrultusunda ve gerçekçi) çözümler üretme çerçevesinde tartışmak ve ortak hedefler bulmak o kadar zor bir iş değil ki. Nasılsa ideolojik, maddi, sınıfsal vb. yumurta küfelerimiz yok, bizim dışımızdakiler gibi (teorik olarak böyle yani!)... Neyse, olmadı. 24 Eylül Mecidiyeköy toplantısında bilmem kaçıncı kez kanıtladığı gibi, 'ötün bakalım, ideolojik tutumunuz ne, geçmişle nasıl hesaplaşıyorsunuz, devrim, sosyalizm gibi konularda ne düşünüyorsunuz, neye emperyalizm lafı etmiyorsunuz, niye sosyalist kimliği atıyorsunuz?' gibi sorulardan kaçış yok. Bu, Türkiye için sahte sorun mudur bilmem ama, bizim solcuların gerçeği bu galiba. Bülent Forta'nın dediği gibi başka köy de yok (ulan var mı yoksa?.. Neyse...)" ("Doç. Dr." Ahmet Çakmak, Yeniden, Sayı: 5, s: 26, Ekim 1995)
İşte Mücadele dergisinde yayınlanmış bir duyuru:
"DUYURU
Grup Ekin Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde tutuklu bulunan elemanları İhsan Cibelak ile birlikte 'yargılanacağı' salonda özgürlük türküleri söyleyecek...
GELİN BİRLİKTE SÖYLEYELİM
Tarih: 14 Nisan 1994
Yer: Ankara DGM
Saat: 14.00
Salon görevlileri sorun çıkarabilir... ALDIRMAYIN! (Giriş ücretsizdir)"
Bu ve benzeri örnekerin ele alındığı Kurtuluş Cephesi'nin Mayıs-Haziran 1994 tarihli 19. sayısında şunlar ortaya konulmuştur:
"Aynı biçimde bir başka karikatürize etme olayını Özgür Gelecek dergisinde görmek mümkündür. Özellikle bu derginin özenle koruması gereken bazı değerleri, popülist bir söylem kullanma eğilimi nedeniyle, nasıl bozabileceklerini İbrahim Kaypakkaya'nın kişiliğinde ortaya koymalarına bakmakla anlamak olanaklıdır.
'İbrahim diyor ki'li yazılarıyla İbrahim Kaypakkaya'nın devrimci saygınlığı popülizme kurban edilebilmektedir. Aynı popülizmi, yine İ. Kaypakkaya'nın şahsında, bu kez de resimli-romanda kullanmakta sakınca görmemişlerdir.
İster adına 'resim' diyelim, ister 'çizgi', sonal olarak İbrahim Kaypakkaya' yı dinsel bir kişiliğe büründürebilmektedir. İ. Kaypakkaya'nın, bir 'ruh' ya da 'hayalet' gibi algılanması ya da algılatılması ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Hele ki, aşağıdaki resimlerdeki konuşmalarda olduğu gibi, bir yerde 'İbrahim yoldaş' olurken, diğer yerde 'kasketli genç' oluvermesi popülizmin nerelere kadar uzanabileceğinin somut ifadesi olmaktadır."
Bir bakıma reklamcılığın dili "pop"laşarak egemen oldu. Reklam dili, "yalnızca sözü görüntünün, imgenin hizmetine sunmakla kalmadı, aynı zamanda bütün kültürü bir malın pazarlanmasında kullanılabilecek bir hammaddeye, sınırsız bir alıntılar toplamına dönüştürdü ... Bir nesneyi tanıyanlarla tanıtanları, tanımaya dayanan bilgiyle tanıtım bilgisini birbirinden koparırken, bir yandan da başka alanlarda da kullanılabilecek yeni bir dili, söz ettiği nesneyle ilişkisi 'nedensiz' ve 'keyfi' olan, günlük konuşma dilinden, haber dilinden, teknik dilden, teorik ya da felsefi dilden, argodan, edebi ya da politik dilden alıntılar yapan, ama hepsine eşit uzaklıktaki sentetik bir dil" ortaya çıkardı.
Böylece iki yönlü bir gelişme ortaya çıktı.
Birinci yön, "bilgiç", yani "entellektüel" bir söylem görüntüsü içinde bu dili kullanırken; ikinci yön, "halkçı", "kitlesel" bir söylem görüntüsü ile kitlelerin karşısına çıktı.
Birinci yöndeki gelişim, neredeyse 1980 yıllarının tek yönü olmuştur. Ayrıntı yayınları gibi, Öküz gibi, Birikim gibi. Bunların kullandığı bu yeni dilin hedef kitlesi, küçük-burjuva aydınları olduğundan, söylemde felsefi dilden sözcükler daha ağırlıklı bir yere sahip olmuştur. Ancak yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, bu kesimler, bilgi ile tanıtım bilgisini (reklam) birbirinden kopartmakla kalmamış, aynı zamanda tanıtım bilgisini gerçek bilgi gibi sunmuşlardır.
İkinci gelişim yönü ise, bir dönem birinci yönün etkisinde kalmış, ancak bununla fazla etkin olamadığını görmüş sol örgütlenmeler içinde ortaya çıkmıştır. Bu yöndeki gelişim, devrimci mücadelenin tarihinde bulunabilecek her türden "uygun" malzemenin eklektik bir biçimde bir araya getirilmesiyle sonuçlandı. "Mao Zedung düşüncesi" izleyicilerinin Çin koşullarında ortaya çıkmış ve Çin'in yarı-feodal ve yarı-sömürge koşullarıyla biçimlenmiş siyasal propaganda ve ajitasyon biçimlerini olduğu gibi alıp uygulamalarıyla oluşmuş olan "birikim", bu gelişim içinde özel bir yere sahip olmuştur. Bir başka deyişle, 1980 öncesinin "Mao Zedung düşüncesi" izleyicilerinin, dünya çapında ortaya koydukları ürünler yeniden keşfedilmiştir. Neredeyse her sol yayın, ideolojik-politik çizgisi ne olursa olsun, bu söylemi kullanır olmuştur. Sonunda, sol ideolojik-politik faaliyetlerde "vulgarizasyon", ulaşabileceği en son noktasına kadar ulaşmıştır. "Daha basit", "daha daha basit" arayışlarıyla ulaşılan son nokta, hemen herşeyde çocuksuluğa varmıştır.
Ancak bundan daha tehlikelisi, popülist söylemin, lümpen-arabesk bir kültür üzerinde inşa edilmesidir. Bu durum, kullanılan dilin eklektik ve reklamcı niteliği ile birleşerek, her türden ideolojik-politik içeriğini bir yana bırakmasıdır. İlk anlarda, "halkın anladığı dil" gibi algılanılan bu durum, günümüzde ideolojik-politik içerikten ayrılmıştır. Dış dinamikle gelişen kapitalizm karşısında eski konumunu ve gücünü yitiren feodal sınıfların dini politik bir silah olarak kullanmalarıyla birlikte başlayan "dini söylemler", PKK'nin milliyetçi-pragmatik çizgisiyle sola yansıtılırken, bu yeni gelişme, solda, ideolojik-politik nitelikten kopuş ortaya çıkarmıştır. Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin "Müslüman Halkımıza" başlıklı bildirileri, bu gelişimin bir ürünü olmuştur. Ancak popülist söylemin ülkemizdeki biçimlenişi, onların bu söylemdeki "yarı-politik" ifadelerini de alıp götürmüş ve sonuç olarak "Sünniler!" başlıklı bildirilere ulaşmışlardır. (Bkz. Yurtdışı Mücadele, Kurtuluş'la birlikte verilir, Özel Sayı: 8, 19 Nisan 1998)
Dil, bilinçtir. Dil, insanların, duygularını, düşüncelerini, arzularını, istemlerini, özlemlerini, amaçlarını vb. ifade etmenin bir aracıdır. İnsanlar arasında kurulan iletişimin en temel unsurudur. Bu nedenle, dil, devrim mücadelesinde, doğru düşüncelerin ortaya konulmasının, kitlelere iletilmesinin, onlara anlatılmasının bir aracıdır. Kaçınılmaz olarak, dil, bu işlevini, sözcüklerle, kavramlarla yerine getirir. Popülist söylem, yani popülist dil, kaçınılmaz olarak devrimci bilinci köreltmekte, bozmakta ve oluşmasını engellemektedir. Bu dilin, giderek lümpen-arabesk bir kültür ürünü sözcüklerle belirlenmesi, aynı zamanda toplumsal yozlaşmanın, çürümenin bir ifadesidir. Tüm devrimciler, dilin, bilinç olduğunu hiç unutmamak durumundadırlar. Sıradanlaştırılmış bir dil, bu sıradanlaşmanın sözcüklerini, kavramlarını kullanarak düşünce üretmek durumundadır. Bu nedenden dolayı, popülist söylemin, ülkemizin yakın tarihinden bugüne kadar gelişimi ve soldaki yansıları özenle irdelenmek ve buna karşı mücadele etmek devrimci bir görevdir.
Dipnotlar
(*) Engels: Almanca Üçüncü Baskıya Önsöz, Kapital, C: I, s: 34