KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1997
Şimdi Nereye?
Bugün ülkemiz solunda tam bir belirsizlik ve keşmekeş hüküm sürmektedir. Hemen her gün örgütler arasındaki farklılıklar yok ilan edilmekte, yeni birlikler oluşturulmakta ve birlikler kendiliğinden yok olmaktadır. Örgütler arasındaki sınır çizgilerinin belirsizleştirilmesi ya da yokmuşcasına davranılması, giderek birbirinden farksız örgütlenmeler haline dönüşülmesini getirmektedir. Şu ya da bu örgütün ideolojik-politik belirlemeleri, devrim stratejisi ve taktikleri değil, tekil olarak örgütlerin o anda neyi nasıl ve kiminle yaptığına bağlı olarak tutum takınılmakta ve tercihler yapılmaktadır. Yetişen genç devrimci kuşak, bu ilişkiler içersinde değişik örgütler arasında dağılmakta ve kolaylıkla birbiriyle kesinkes uyuşmadığı bilinen örgütler arasında gidip gelmektedir.
Bu durum, 12 Eylül sonrasında yürütülen pasifikasyonun aşılamamasının getirdiği bir durumdur. Depolitizasyon uygulamaları ve ideolojisizleştirme propagandalarının yaratmış olduğu bu durum, devrimci mücadeleye yönelen unsurların yönelimlerini en açık biçimde belirlemiştir. Yazılı ve görüntülü basın tarafından on yılı aşkın süredir sürdürülen karşı-devrimci propagandanın araçları (gazete manşetleri, televizyon dizileri, reklamlar vb.) neredeyse devrimci mücadeleye yönelen unsurların "tercih"lerini belirleyecek boyutlara gelmiştir. Şöyle sol örgütlenmelere bakılacak olursa, kimilerinin reklamlardan etkilenen kitlenin durumuna bakarak devrimci propagandayı reklam mantığına göre düzenlemek gerektiğini savunduklarını; kimilerinin gazetelerin manşetlerinin etkili olduğunu düşünerek kendi yayın organlarını günlük gazete biçiminde yayınladıklarını görürüz. Sonuç, tıpkı reklamlarda olduğu gibi, satılacak ürünün hemen tüketilmesidir ya da günlük gazetelerde görüleceği gibi, en uzun haberin süresi 24 saattir.
Soldaki ideolojik-politik keşmekeş ve belirsizlik öylesine boyutlara ulaşmıştır ki, kimin ne söylediğinin belirsizleşmesinin yanında, kimin kim olduğu da bilinemez hale gelmiştir. Bu belirsizlik, çıkartılan yayınların birbirine benzemesiyle, birinin yaptığını diğerinin ilk sayıda yinelemesiyle ve nihayet dergilere verilen isimlerle daha da açık hale gelmektedir. Yine sol yayınlara şöyle bir bakılacak olursa, Atılım ya da Emek isimleriyle karşılaşılacaktır. Ülkemizdeki sol hareketin tarihini az çok bilen herkesin kolayca anımsayabileceği gibi, Atılım, sözde illegal T"K"P'nin illegal yayın organıdır ve Emek dergisi legalizmin en önde gelen örgütlenmesi olan TİP'in teorik yayın organının adıdır. Bugün bu isimleri kendi yayınlarında kullanan örgütlenmelere bakılacak olursa, ne teorik görüşleriyle, ne geçmişleriyle, ne kökenleriyle T"K"P ve TİP ile uzaktan yakından ilgileri olmadığı görülecektir. Bu örneklerin gösterdiği gerçek ise, mevcut örgütlenmelerin kendi geçmişleriyle, tarihleriyle her türlü bağı kesmiş olduklarıdır.
Örgütlerin giderek her yönden birbirlerinden farksızlaşması bugün ülkemiz solunun genel niteliği durumundadır. Bu gerçeği Kurtuluş Cephesi'nde şöyle ifade etmiştik:
"İşte, 12 Eylül sonrasında ülkemizde meydana gelen gelişmelerin halk kitlelerinin bilincinde yarattığı tahribatlar, yani uzun vadeli düşünce ve planların yerine, kısa vadeli çıkarların öne geçmesiyle oluşan toplumsal bilinç, solda, ayaklanma ile Halk Savaşı arasındaki farkın silinmesine ve herşeyin birden olmasına dayanan bir kavrayışın yerleşmesine neden olmuştur. Bu kavrayış, ister istemez tüm sol ilişkileri ve eylemleri belirlemektedir. Hemen hergün, şurada ya da burada gerçekleştirilen silahlı, molotoflu eylemler, şurada ya da burada yapılan protesto eylemleri, şu ya da bu direnişler, hemen hemen birbirini izlemeyen, birbiriyle bağlantıları bulunamayan faaliyetler olarak yürütülmektedir. Bu faaliyetlerin, kimi zaman birbirini dışlamaları ve hatta yer yer birbirlerine zarar vermeleri söz konusu olduğu halde, sürgit devam edebilmektedir. Bunların doğal sonucu, yapılan eylemlerin kendi içinde yalıtık ve ancak kendi çevresi ile ilgili sonuçlar doğurmasıdır. Tabi bunun yanında sol örgütlere yönelik sonuçlar da ortaya çıkmaktadır..
Diyebiliriz ki, ülkemizde 15 yılda gelişen ve yaygınlaşan günlük yaşama ve günlük düşünme alışkanlığı, devrimci mücadelenin sistemli, planlı ve uzun süreli sürdürülmesini engelleyen sonuçlar yaratmıştır. Solda görülen ilkesizlikler, teorik düzeyin düşüklüğü, ideolojiden kaçış ve önemsememe tutumları, neredeyse toplumsal kavrayışı uygun bir seyir izlemektedir. "Soyut bir gelecek için, somut bugünden vazgeçilemez" olarak ifade edilen bu tutum, aynı zamanda devrim güçlerinin kısa vedeli, elle tutulur sonuçlar ortaya çıkartan eylemlilikler içinde tutulmasını getirmektedir. Bunun kesin sonucu, uzun dönemli, planlı bir faaliyetin yürütülememesidir. Stratejik ve taktik mevzilenme alanlarında görülen bu sonuçlar, kaçınılmaz olarak politikada pragmatizmin egemenliğini getirmektedir. Kurtuluş Cephesi'nin son iki yılki sayıları taranacak olursa, bu pragmatizmin neler getirdiği ve neler götürdüğüne ilişkin onlarca değerlendirme hemen görülecektir. Gerek ülkemizdeki gelişmeler üzerine, gerekse soldaki, özellikle de PKK ve DS'deki dönüşümler üzerine yaptığımız değerlendirmeler yeniden okunacak olursa, belli bir devrim stratejisine bağlı olmaksızın sürdürülen politikaların neler doğurabileceğini görmek olanaklıdır. Solda ortaya çıkan her türden ittifak arayışlarında ve "kurulan" ittifaklarda da görüleceği gibi, tam bir belirsizlik ve ilkesizlik egemendir. Böyle olunca da, herşey günlük çıkarlara göre yürütülmekte ya da bozulmaktadır. Kalıcı ve sürekli bir faaliyet, ancak belli bir devrim stratejisini belirlemeye ve bu stratejiye bağlı olarak mücadele etmeye bağlıdır. Bunun dışındaki her gelişme, geçici, konjonktürel, günlük olacaktır." [1*]
Günübirlik düşünme, günlük faaliyet yürütme soldaki yaygınlığı, hemen herşey birbiriyle çelişir hale getirmiştir. Devrim stratejisi ya da devrim teorisi bir yana bırakılarak yürütülen günlük faaliyetler, oligarşinin öne çıkardığı konular etrafında yoğunlaşmak durumunda kalmıştır. Artık şu ya da bu gazetenin birkaç gün süreyle ele aldığı herhangi bir konu yahut herhangi bir televizyon şirketinin birkaç gün süreyle yayınladığı haber, birkaç hafta boyunca sol yayınların ve faaliyetlerin ana konusu haline gelmiştir. Yıllarca politikadan uzak tutulmuş halk kitlelerinin politikayla ilişkisini araçsal olarak kuran gazete ve televizyonların etkinliği elbette tartışmasız düzeydedir. Bu etkinlik, kaçınılmaz olarak yetişen genç devrimci kuşağın tüm politik bilgi ve ilgisini de belirlemektedir. Böyle bir ortamda bu yayınların niteliklerinin teşhir edilmesi bir zorunluluktur. Ama bu zorunluluk, bu yayınların belirlediği koşullarla ve konularla sınırlı değildir. Yazılı ve görüntülü basının popülist bir söylemle gündeme getirdiği konuları, aynı popülist söylemle ele almak devrimci propagandayı yüzeyselleştirmekten başka bir sonuç vermez. Ne yazık ki, soldaki gelişmeler, tam tersi yönde olmuştur. Kitlelerin bilinç seviyesini yükseltmek durumunda olan devrimciler, tüm günlük pratikleriyle kitlelerin seviyesine inmeyi tercih etmişlerdir. Bu yolla kendilerine yeni kadrolar sağlayabileceklerini düşünerek, bunun uzun dönemde kendilerini ve kadrolarını nasıl değiştireceğini hiç düşünmeksizin, bu yola balıklama dalmışlardır.
Genel olarak düşmanı kendi silahlıyla vurmak olarak tanımlanan, Marksizm-Leninizmde "işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak" olarak tanmılanan ajitasyonun solda geniş ölçekte kullanılır hale gelmesi ideolojik-politik belirsizliği artırdığı gibi, örgütler arasındaki farkları daha da silikleştirmiştir. Bu silikleştirme karşısında yetişen genç devrimci kuşağın birbirinden farksız ve birbirine benzer örgütlerle karşı karşıya kaldıklarını düşünmeleri, giderek devrimci mücadeleden uzaklaşmalarını da getirmektedir. Ama bundan çok daha önemli olanı, bu yolu tercih eden sol örgütlenmelerin karşı karşıya kaldıkları ikilemler ve çelişkilerle belirlenmiş olan güven kaybetmeleridir. (Bu güven kaybedilmesi olgusu, somut koşullarda salt o örgütlenmeyle sınırlı kalmamaktadır. Güven yitirilmesi, genel olarak devrimcilerin güven yitirmesi olarak sonuçlar doğurmaktadır.)
Öyle bir örgütlenme tasarlayalım ki, kendisinin ideolojik-politik çizgisinin belirsizleşmesi sonucunda yeni bir çizgi arayışı içinde bulunsun. Bu tasarlanabilecek örgütlenme, yeni (tabi koşulların içerdiği belirsizlik anlamında) belirlemeye yöneldiği çizgisini açık bir biçimde ortaya koyamadığını ve bu yeni çizgisine ilişkin yönelimlerini İçişleri Bakanlığının gizli talimatlarının kamuoyuna yansımasıyla açıklamaya başladığını düşünelim. Ve sonunda bu tasarlanabilecek örgütlenmenin, oluşumunda ve gerçekleştirilmesinde hiçbir etkisi olmadığı bir eylem biçimini, bu yolla, kendileri tarafından öngörüldüğünü ve zımni olarak kendilerince örgütlendiğini haftalarca kendi yayınlarında açıklasın. Öte yandan, aynı eylem biçimini oluşturan ve gerçekleştirenlerin, kamuoyunun karşısında eylemi "çalmaya" kalkanlara karşı nasıl uyanık davrandıklarını açıklasınlar. Ve hatta daha da öteye giderek, "Kimi sol gruplar ilk aşamada bu eylemin işçi sınıfı hareketine karşı geliştirildiğini (Sabancı' nın bu eyleme katılması gibi çocukca bir gerekçe ile) ifade etmiş, büyük bir siyasi öngörüsüzlük gösterdikten sonra, eylemin en geniş kitleleri harekete geçirme potansiyelini (her nasılsa!) gördükten sonra ise büyük bir pişkinlikle ve de mal (kitle) bulmuş mağribi gibi eyleme faydacı bir biçimde yaklaşmaktan geri durmamıştır." [2*] desinler. Ve de "Önümüzdeki dönemde bu anlayışlar ile de ciddi bir mücadele geliştirilmesi gerektiği ortada" [3*] diyerek, yeni bir süreçten söz edebilsinler.
Ve yine tasarlanabilecek örgütlenmenin tüm bu durumlar karşısında uzun süredir arayış içinde olduğu yeni çizgisini dolaylı bir biçimde ifade etmeye devam ettiğini varsayalım. Öyle ki, bugüne kadar yaptığı tüm faaliyetlerini iki cümleyle reddedebilsin.
"Şimdi şöyle bir dönüp kendimize bakalım. Kitlelere yönelik propaganda ve ajitasyonumuz, sürekli belli eylemlerin üzerinde yükselen "zafer" deyişleriyle, gerçeğin abartısıyla, suni öncülük deyişleriyle doluyorsa bu propaganda sahiplerinin Almanya'dakilerden (Nazi dönemindeki Alman komünistlerinin faşistler karşısındaki durumu kastediliyor-KC) farklı durumda olamayacağı kesindir." [4*]
Ve böylece ülkemiz somutunda tasarlanabilecek örgütlenmenin eşdeğerinin olduğunu görmek şaşırtıcı olmamalıdır. Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS, yeni yönelimiyle kitle örgütlenmesi olmaya yöneldiklerini ilan etmektedirler. Artık her yazılarında kendilerinin bir kitle hareketi olduklarından, olmaları gerektiğinden söz etmektedirler.
Oysa bugüne kadar Halk Savaşının taktik bir evresi olarak da olsa Öncü Savaşı veren bir örgütlenme olduklarını sürekli yineleyen ve bunun pratiğini yaptıklarını söyleyen DS, kendilerinin kitle hareketi olduğunu yeni keşfetmiş gibidir. 1 Mayıs 1996'da "yürüttükleri" "50 bin", Grup Yorum'un konserlerine gelen binler bu kitle hareketinin somutluğu olarak örneklenebilmektedir. Artık "Parti-Cephe Bir Kitle Hareketidir" başlıkları atılmaktadır.
Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin kolayca bilebileceği bir gerçek de kitle kavramının nicelikle özdeş olmadığıdır. "Bu, mücadelenin niteliğindeki değişikliklere göre değişen bir kavramdır." (Lenin) Kimi zaman birkaç bin işçi, bir hareketin kitlesel nitelik kazanması için yeterlidir. Lenin'in açık bir biçimde belirittiği gibi, devrimin yükselme aşamasında kitle kavramı, ezilen sınıfların çoğunluğu anlamına gelir ve kitlenin kazanılması bu çoğunluğun kazanılması demektir.
Diğer taraftan, kitle kavramı, aynı zamanda örgütlenmenin, partinin durumuyla bağlantılı olarak da kullanılır. Bu, Marksist-Leninist literatürde "siyasi kitle partisi" olarak ifade edilir. Proletarya partisi, başlangıçta profesyonel devrimcilere dayanan bir parti olarak kurulur ve devrimin yükselişine paralel olarak geniş işçi kitlelerinin partiye katılımıyla kitle partisine dönüşür. Bu nedenle, ilk dönemde parti örgütlenmesinde kadrolar ve kadro örgütlenmesi öndedir.
İşte bu Marksist-Leninist parti örgütlenmesine ilişkin belirleme, aynı zamanda revizyonistler tarafından tahrif edilen ve kendi legalizmlerine kılıf olarak kullanılan bir belirlemedir. Legal örgütlenmeyi esas alan her türden revizyonistler için parti kitle partisi olmak durumundadır. Revizyonistlerin dilinde "kitle partisi", legaliteyi ve barışçıl mücadele yöntemlerini temel alan pasifist anlayışlarının bir örtüsüdür.
Böylesine önemli ve çeşitli tahrifatlara sahne olmuş bir konu, ülkemizde kolayca geçiştirilebilmektedir. Böyle bir ortamda kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin yeni bir dönüşüm evresinde olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Ancak bu dönüşüm kendileri tarafından açık bir biçimde ortaya konulmadığı için, burada sadece bu dönüşüm yönündeki adımları ele almakla yetiniyoruz.
Evet, DS, artık "belli eylemlerin üzerinde yükselen 'zafer' deyişleri"nin yanlışlığını ilan etmektedir. Ve bir adım daha öteye geçerek, bugüne kadar "gerçeğin abartısıyla" hareket edildiğini söyleyebilmektedir. Bunları söylerken, aynı zamanda, bugüne kadar eksik olarak ve yer yer yanlış olarak da olsa savunduklarını iddia ettikleri Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni geri dönüş mümkün olmayacak bir biçimde terk etme yönünde hareket etmeselerdi, kendileri için önemli bir gelişme olacağını söyleyebilirdik. Ne yazık ki, tüm söylenenler, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni reddetme yönündeki süreçlerinin bir aşamasını ifade etmektedir. Böylece içinden çıktıkları DY'nin çizgisine doğru önemli bir adım atmış bulunmaktadırlar. Elbette bu yönde attıkları bu önemli adım, pek tepkiyle karşılaşmayacaktır. Çünkü yetişen genç devrimci kuşak, devrimin ideolojik-politik yönünden kopartıldıkları gibi, geçmiş devrimci sürecin bilgisine de sahip değillerdir. Onlar için DY, bir dönemin en "büyük" örgütlenmesidir, dolayısıyla o yönde atılmış bir adım, olsa olsa "büyük" olmaya doğru atılmış bir adım olacaktır!
1974-80 döneminde yaşanılarak öğrenilen en önemli gerçeklerden birisi, hiç şüphesiz, DY'nin THKP-C'nin 1971-72 yıllarında yürüttüğü Öncü Savaşının yaratmış olduğu sempatiyi kendi oportünist amaçları için kullandıklarıdır. Yıllarca kullanılarak tüketilemeyen ve günümezde en çok satan kitaplara konu olan THKP-C'nin ideolojik-politik çizgisi ile DY arasında hiçbir ortak noktanın olmadığını bugünkü DY yöneticilerine bakarak görmek mümkündür. DS'nin varacağı yer -bu yönde gitmeye devam ederse- bundan farklı olmayacaktır.
DHKP-C'nin yeni yönelimi legaliteye doğru olduğu kendi yayınlarında sürekli olarak işlenmektedir. Bu da, içinde yaşanılan dönemin ilişki ve çelişkileri karşısında kendilerinin ne denli zorluklarla ve ikilemlerle karşı karşıya kaldıklarını göstermektedir. Uzun süredir kadrolaşma konusunda yaptıkları yayınlar ve bu yönde etkili olunamaması üzerine yazdıkları, karşı karşıya olunan sorunu açık biçimde göstermektedir.
Kendilerini DHKP-C olarak örgütlediklerini ilan ettikleri Kongre raporlarında ifade edildiği gibi, karşı karşıya oldukları kadrolar ile kendilerinin eski dönemdeki kadroları arasında açık bir nitelik farkıyla yüz yüze kalmışlardır. Bir dönem için bu durumun kadro örgütlenmesinde yapılan hatalar olarak değerlendiren DS, bu yönde gelişme sağlayamamış ve giderek kadrolaştırmada tıkanmayla yüz yüze gelmiştir. Bunun diğer bir nedeni olarak da SDB' ler görülmüştür. SDB'ler -ki DS'nin silahlı eylem gruplarının adıdır- "esas olarak ve doğrudan alan ve bölgelerde kitlelerin örgütlenmesine yönelik bir misyona sahip değildir". [5*] Daha sonraki süreç, kendi iç çatışmalarıyla bir süre için kesintiye uğramıştır. Daha sonraki yıllar da Tunceli bölgesindeki kır gerillası girişimleri ve bu girişime bağlanan büyük umutlarla geçmiştir. Bu yönde de beklenen gelişmeler olmamış olmalı ki, yeniden şehirlerde sansasyonel eylemlere yönelmişlerdir. Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen aynı türden eylemler, kendilerinin medyada önemli bir haber olarak yer almalarını sağlamışsa da, kendi açıklamalarında da belirtildiği gibi, örgütlenme çalışmalarında bir "misyon" sağlanamamıştır. Doğal olarak bu yeniden eylem, benzer sonuçlar doğuracağı kesindir.
İşte bu gidiş-gelişler içersinde, kendilerini DHKP-C olarak örgütlemiş olmalarına rağmen, kendilerine "özgü" bir ideolojik-politik çizgi oluşturamamış olmaları, kaçınılmaz olarak "kitleler"i yeniden keşfetmeye yöneltmiştir. Tabii kitleler legal alanlarda olduğu için de, faaliyet ağırlıklı olarak legal olacaktır.
İşte bu legaliteye çıkışın ilk ifadesi "bir dakika karanlık" eylemlerindeki tutumlarıyla belirginleşmiştir. DS için, artık kitleler neredeyse orada olunmalıdır, kitlesiz birşey yapılamaz. Dolayısıyla kitlelere giderken de elde belli bir şeyler olmalıdır, yani kitlelerin anlayabileceği ve kavrayabileceği bir biçimde somutlaştırılmış birşeylerle propaganda yapılmalıdır. Ve buldukları ilk "somut" malzeme, TÜSİAD'ın demokratikleşme paketine karşı "halkın demokratik anayasası" paketi olmuştur.
"Halkın yakıcı, somut sorunlarını propagandamızın ve gencel siyasal faaliyetimizin odağına koymalıyız. Ve halkın karşısına somut taleplerle çıkmalıyız. Bunun biçimlerinden biri, anayasa olabilir. Somutluk niye bir anayasa taslağı olmasın. Bu, başta belirttiğimiz gibi, bugün Türkiye solunun "kitlesellik" anlamındaki sınırlarını aşmasının da, toplumsal muhalefete inisiyatif koyup yön vermesinin ve de kitlelere neyi istediğini somut olarak gösterebilmesinin önemli araçlarından biri olacaktır." [6*]
Herşeyden önce bir "anayasa taslağı"nın "halkın yakıcı, somut sorunları" olarak tanımlamanın ne denli doğru olduğu düşünülebilir. Öte yandan, halkın "yakıcı, somut sorunları" nın ne kadar anti-demokratik anayasadan kaynaklandığı da belirsizdir. Sanırız DHKP-C, kendisini örgütlerken yaptığı yanlışları ve eksikliklerini bu yolla düzeltmeye çalışmaktadır. Çünkü DHKP-C olarak örgütlendiklerini ilan ettiklerinde, ne ideolojik-politik bir çizgi, strateji ortaya koymuşlardı, ne de gerçek bir parti ve cephe örgütlenmesinin programına sahiptiler. Dolayısıyla bu alandaki eksikliklerini kitlelere yönelmeye karar verdiklerinde farketmeleri kaçınılmazdır. Ama bu eksiklik, parti ve cephe düzeyinde gerçek bir programa sahip olmamalarından gelmesine karşın, somut bir "anayasa taslağı"na sahip olunmamasından kaynaklandığını düşünerek önemli bir yanlış adım daha atmışlardır.
Bugün halkın "yakıcı, somut sorunları", tümüyle mevcut düzenden kaynaklandığını bilmeyen yok gibidir. Sadece bu düzeninin devrimle yıkılarak, yerine yeni bir düzenin alması, yani demokratik halk iktidarının gerçekleştirilmesiyle bu sorunların çözülebileceğini söyleyen ve bu yönde mücadele eden devrimciler ile bu düzenin demokratikleştirilerek, yani reformlar yoluyla bu sorunların çözülebileceğini iddia eden reformistler, revizyonistler, oportünistler arasında kesin bir çizgi vardır. Bu kesin çizgi, devrimcilerin demokratik bir halk iktidarının ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki çerçevesini ifade eden devrim programı ile reformistlerin mevcut düzenin antı-demokratik anayasasını değişikliğe uğratmak amacıyla hazırladıkları anayasa taslakları arasında da çizilmiş bir çizgidir. İşte DHKP-C'nin karşı karşıya olduğu bu iki çizgi arasında kendi yerini belirlemek olmaktadır.
Şüphesiz bu iki çizgidan hangisinde yer alacağı onların sorunudur. Ancak şu kadarını da belirtelim ki, kendilerinin düşündüklerini düşündükleri "anayasa taslağı", bu ülkede ilk kez ortaya atılmamaktadır ve ilk taslak da olmayacaktır. 1970'lerde TİP'in hazırladığı demokratikleşme paketi, belki de bu alanda yapılmış en geniş ve en hacimli çalışma durumundadır. Ve iddia edebiliriz ki, yapılabilecek hiçbir anayasa taslağı TİP'in hazırladığından daha farklı olmayacaktır. Elbette sorun, demokratik halk iktidarının anayasasıysa, yani onun hukuki yapısıyla ilgiliyse, böyle bir anayasanın iktidarın alındığı koşullarda yapılabilecektir ve ondan önce sadece bu hukuki yapısının temel ilkeleri belirlenebilir.
Ancak DHKP-C için tüm bunlar "aylak toplamalar"dır. İdeolojik-politik belirlemelerle onların vakit geçirmeye niyetleri yoktur! O yüzden hemen anayasa konusunda hazırlıklara başlamışlardır. 8 Mart 1997 tarihli Halk İçin Kurtuluş'ta bu yöndeki hazırlıklarını "Osmanlı'da ve Türkiye'de Anayasalar" başlığı ile yayınlamaya başladılar. Elbette kolay değildir anayasa hazırlamak, öncelikle tarihte anayasaların nasıl ortaya çıktığını, nasıl yapıldığını ve ne olduğunu incelemek gerekir! Şöyle bir göz atalım anayasaların tarihine:
Hemen göze çarpan ilk ara başlıkta ilk anayasaların 18. yüzyılda yapıldığını ve Batı'da olduğunu öğreniyoruz. 1789 Fransız Devrimi, bu alanda ilklerden olduğu yazının ilk sayfasında belirtilmektedir. Ve tabi çerçeve içine alınmış bir yazıdan da, bir anayasanın neleri kapsadığını, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya'nın kitabından yapılan bir alıntıyla öğreniyoruz. Şüphesiz burada akademik bir inceleme ve tartışma söz konusu değildir. Ancak hemen söylemek gerekir ki, anayasalar, hemen her yerde yazılı ve yazılı olmayan diye ikiye ayrılır. Doğal olarak bugün İngiltere'de yazılı bir anayasanın olmadığı, tüm hukuki ilişkilerin Magna Carta'ya dayandığı, yani bunun İngiltere'nin anayasası olduğu söylenir. Basit bir tarih düzeltmesi olarak söylersek, Magna Carta'nın ilan edildiği tarih 1215'tir.
Elbette bu "kitle"ye yönelik bir yayın olduğu için, içinde böylesine tarihsel olayların birebir yer alması gerekmediği düşünülebilir. Ancak kendilerini devrimci olarak tanımlayan, dolayısıyla Marksist-Leninist olduklarını söyleyenlerin, en azından Marksizm-Leninizmin hukuk konusundaki değerlendirmelerini bilmeleri ve buna uygun olarak anayasa konusunu ele almaları beklenecektir. (Burada hukuk ile anayasa hukuku ya da metinsel ifadesiyle anayasa arasındaki ilişkiye değinmeyeceğiz. 1980 sonrasıda eğitim sisteminin daha da bozulması sonucu olarak bu kavramlar arasındaki ilişki bile bilinemez olmuştur.)
"Anayasalar belli toplumsal gelişmelerin ürünüdürler. Kısa ama özlü bir tanımlama şöyle der: '... gerçek odur ki, bir anayasa sosyo-ekonomik yapıdaki koşulların siyasi plana yansıtılmasıdır.'" [7*]
Kısa olmayan, ama özlü bir başka tanımlamaya göre ise şöyle denilmektedir:
"Modern bir devlette, bu hukukun yalnızca genel iktisadi durumu dile getirmesi, onun dışavurumunun olması değil, ama içsel çelişkileri olmayan, tutarlı dışavurumu olması da gerekir. Bu ereğe erişmek için, iktisadi koşulların doğru yansıması gitgide yok edilir. Öyle ki, bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, arı, içten dışavurumu olduğu çok ender görülür... 'Hukuk evrimi'nin gidişi, büyük ölçüde ilkin iktisadi ilişkilerin hukuksal ilkelere aracısız bir çevirisinden doğan çelişkileri ortadan kaldırmak ve uyumlu bir hukuk sistemi kurmak için gösterilen çabaya dayanır; sonra durmadan daha büyük bir iktisadi gelişmenin etkisi ve zorlaması, bu sistemi sürekli olarak bozar ve onu yeni çelişkilerle içinden çıkılmaz bir duruma getirir (burada yalnızca yurttaşlık hukukundan sözediyorum).
İktisadi ilişkilerin hukuksal ilkeler içindeki yansıması zorunlu olarak başaşağıdır." (Engels) [8*]
Marks'ın sözleriyle söylersek, üretim ilişkilerinin hukuki ifadesinden başka birşey olmayan mülkiyet ilişkileri, tüm anayasalarda temel ilkeler durumundadır.
Görüldüğü gibi, "sosyo-ekonomik yapıdaki koşulların siyasal plana yansıması" olarak ne hukuktan söz edilebilir, ne de anayasadan. Bu yansıma, dolaylıdır ve dolayımlıdır. Ve Marksizm-Leninizmin en önemli belirlemelerinden birisi olan egemen sınıfların ideolojilerinin -ki hukuk bu ideolojinin önemli bir yanıdır- kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarı gibi sunmaya hizmet etmesidir. Bu nedenden dolayı, gerek ideolojilerinde, gerekse hukukta herşey başaşağı edilmiş durumdadır. Bunu bir yana bırakarak, "bir anayasa bilimcisinin söylediği gibi" diyerek, "Anayasaların bir çoğu ... aslında bir ihtilâlin, ya da yerleşik düzeni altüst edici büyük bir olayın arkasından yapılır. Bu gibi durumlarda da, ister istemez, o ihtilâli gerçekleştiren, ya da o büyük olayın en önemli etkeni sayılan toplum güçlerinin kendi çıkarları, hakları ve ülküleri birer anayasa ilkesi niteliğine bürünür" [9*] sözlerini alıntı olarak aktarmak ne denli Marksizm-Leninizmle bağdaştırılacağı da ortadadır. Ancak "bağımsız" anayasadan söz edenlerin bu konuda da fazla sıkıntı çekmeyecekleri kesin gibidir!
Görüldüğü gibi, DHKP-C, tam bir belirsizlik içinde kendisine çıkış aramaktadır. İşte aradığı çıkışlardan birisi daha:
"Çiller grup toplantısında 28.11.1996 tarihli bir emniyet raporuna atıf yaparak DHKP-C'nin Susurluk'la ilgili eylem hazırlığı içinde olduğunu iddia etmiştir...
Elbette çetelerin peşindeyiz, halkımıza bunların gerçek yüzünü göstermek, halkın çetelerden hesap sormasına önderlik etmek misyonumuzun gereğidir. Ancak tüm kamuoyuna açıkca ilan ederiz ki, bu süreçte DHKP-C olarak bu sorunla ilgili HERHANGİ BİR ASKERİ EYLEM PROGRAMIMIZ YOKTUR." (Büyük harfler kendilerine aittir) [10*]
İlk anda basit bir oyalama, hedef dışı kalma yönünde yapılmış bir manevra (ya da PKK'nin yaptığı gibi "uyanık politika") olarak yorumlanabilecek bu açıklama, yer aldığı yazıda şöyle ifade edilmektedir:
"Aydınlar, tüm demokratik güçler iktidarın oyunlarını, DHKP-C'ye karşı olarak değil, görüşlerine katılmasalar da, eğer ki 'Bir Dakika Karanlık'ta anlaşıyorlarsa onunla yanyana olmaktan kaçmayarak bozabilirler.
Cephe'nin (kendilerinin DHKC'si kastediliyor-Kurtuluş Cephesi) taktiği ne? Kitle hareketlerini geliştirmek. Bunu da son derece ilkeli, titiz bir şekilde hayata geçirmeye çalışıyor. O halde onyılların 'dış mihrak', 'teröristlik' demagojisini, tüm halk güçleri, aydınlar ellerinin tersiyle bir kenara itmelidirler." (abç) [11*]
Her nekadar yazının yayınlandığı sayının arka kapağında "Ölüm Mangalarının Şeflerinden İbrahim Şahin'i Bulacağız ve Halkın Adaletini Uygulayacağız" başlığı bulunuyorsa da, bu da kendilerinin ittifak kurmaya çalıştığı "aydınlar"ın sorunudur. Yinede böyle bir ittifak, yani birlik kurulduğu ilan edilse de, sonu MLKP ile kurulduğu ilan edilen birlikten pek farklı olmayacaktır. (Tabii PKK ile kurulduğu ilan edilen birliğin ne olduğu şimdilik belirsizdir.)
Tüm bunlar, ülkemizde 1980 sonrasında sürdürülen pasifikasyonun oluşturmuş olduğu koşulların ürünü olduğu kesindir. Yetişen genç devrimci kuşak içinde yaşadıkları ortam tarafından belirlenmiştir. Bu belirlenmişlik, ortamın devrimcileştirilmesi kavrayışının dışında, ortama uygun bir devrimcilik kavrayışıyla birlikte varolduğundan, tüm örgütleri olduğu kadar DS'yi de belirsizliğe yöneltmiştir. Özellikle illegal mücadeleye yönelik oligarşinin imha operasyonları, yetişen genç devrimci kuşağın bu mücadeleden uzak durmasında etkili olmaktadır. Ama belirleyici olan, depolitizasyon ve ideolojisizleşme olduğundan, özellikle de devrimci mücadelenin yıllar boyunca suçlanmasıyla oluşturulan yargılar olduğundan, oligarşinin zor güçlerinin imha operasyonları etkili olabilmektedir. Bir bakıma, oligarşi psikolojik üstünlüğü elinde tutmaya devam etmektedir. İşte DS bu noktada DY'nin 1980 öncesindeki "meşruiyet"ini aramaya başlamıştır. Bu öylesine bir "meşruiyet"tir ki, DY'li olmak, neredeyse polis operasyonlarından en az etkilenmek anlamına gelmiştir. 1980 öncesinde oligarşinin imha operasyonları ve ağır işkenceli sorgulamaları yoğun olarak illegal faaliyet yürüten silahlı devrimci örgütlere yönelik olmuştur. Bu nedenden dolayı DY uzun süre, yani askeri darbeye kadar, bu durumdan ürken küçük-burjuvazinin çekim noktası olmuştur. Bugün oligarşinin imha operasyonlarından birinci derecede etkilenen DS, yeni kadro sağlayamamasının nedeni olarak bu operasyonları görme eğilimi içine girmiştir. Kendi ifadeleriyle, oligarşi, "Devrimci Solcuysa, DHKP-C'liyse öldürülmesi meşrudur" diye imha operasyonlarını yürütmüştür. Öyleyse, oligarşinin bu meşruiyeti, karşı meşruiyetle yok edilmelidir, diye bir mantık geliştirmişlerdir. Bu öylesine çarpık bir mantık oluşturmuştur ki, "TÜSİAD kafanızda meşru da DHKC neden meşru değil. DHKC ne yaptı size? Halka karşı ne yaptı? DHKC'nin amaçlarında, ideallerinde, insana, halka, aydına, iyiye, güzele, doğruya ters ne var?" diye yazacak noktaya getirmiştir onları. Ama tarihin en genel yasasını unutmuş görünmektedirler: Her egemen sınıf kendi egemenliğine yönelik her hareketi zor, şiddet kullanarak yok etmeye çalışır; ama kendi egemenliğine zarar vermeyen ya da kendi egemenliğini sürdürmesinden yana olan her hareketi kendi sistemi içinde yaşaması için gerekli olanakları sağlar.
Elbette DS'nin gittiği yoldan daha önceleri başkaları da gitmiştir. Ve DS'nin de aynı yolun yolcusu olması için bir neden yoktur. Ne yazık ki, daha önceki yolcular hiçbir yerde barınamamışlar ve yollarına yenidenle devam etmektedirler. DS'nin Türkiye devrim tarihinden öğrenmesi gereken çok şeyler var.
Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin bundan sonraki durağının neresi olacağı tam olarak bilinememektedir. Ancak onlar, "belli eylemlerin üzerinde yükselen 'zafer' deyişleriyle, gerçeğin abartısıyla, suni öncülük deyişleriyle" bir yere varamadıklarını görmüşlerdir. Ama yeni "taktik"leriyle, cezaevlerinde sergiledikleri medyatik görüntülerle nereye varacaklarını kendileri ve herkesin görmesi için bir süre daha beklemek gerekecektir.
"Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir ... Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir, yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır... Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika'ya son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını ispat etmek lazımdır."
Che Guevara
Siyasal Yazılar, s: 115-116
Dipnotlar
1* Kurtuluş Cephesi: Devrim Stratejisi ve Stratejiye Bağlılık, Ocak-Şubat 1996, Sayı: 29
2* Yeniden, Mart 1997, s: 7
3* Yeniden, Mart 1997, s: 7
4* Halk İçin Kurtuluş, 8 Şubat 1997, s: 7
5* Mücadele, Sayı: 20, 10 Ekim 1992
6* Halk İçin Kurtuluş, 8 Şubat 1997, s: 7
7* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 20 , s: 20, 8 Mart 1997
8* Engels: Condrad Schmidt'e Mektup, Seçme Yapıtlar, C: III, s: 597-598
9* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 20 , s: 20, 8 Mart 1997
10* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 19, s: 4, 1 Mart 1997
11* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 19, s: 5, 1 Mart 1997