Bugün, PKK ile AKP iktidarı arasında yapılan “müzakereler” ve bunun sonucu oluştuğu varsayılan “mutabakat” Kürtler arasında (büyük oranda) ve Türkiye solu içinde (daha küçük oranda) bir “sevinç” ve “zafer” duygusu yaratmıştır. Her ne kadar uzun süren pek çok başkaldırı ve isyanlar sürecinden geçmiş olan Kürt halkı “müzakereler”in ve “mutabakatın” söylenen ya da söylence haline getirilen sonuçlarından çok fazla umutlu olmasa da, Türkiye solunun bir bölümü, özellikle kendi varlığını PKK’nin varlığına dayandırmış bölümü ve tekil bireyler büyük bir coşkuyla “kazanımlar”dan söz etmektedir.
Bu kesimlere göre, PKK, her şeyden önce “T.C.”yi “masaya oturtmayı” başarmıştır. Böylece Kürt “varlığı”, daha geniş anlamda “Kürt ulusunun varlığı” “T.C.” tarafından kabul edilmiş, yüz yıldır süren “inkar, imha ve asimilasyon dönemi” sona ermiştir. Bunun yanında, “Başkan Apo”nun “muhatap” alınması sağlanmış ve Kürt ulusal hareketi “meşruiyetini” kabul ettirmiştir.
Bu iki gelişme, PKK’nin “başarısı” ve Kürt halkının “kazanımı” olarak tanımlanmaktadır.
Burada, gerçeklikten daha çok, somut gelişmeler ve sözel (ve de “medyatik” söylemler) ifadeler öne çıkartılmaktadır. Bu da “kazanım” sözcüğüyle desteklenmektedir.
Şüphesiz “PKK ve Kürt halkının kazanımları” ifadesinin sözlüksel anlamı hiç bir öneme sahip değildir.[1*] Çünkü ortada “alınmış” ya da “verilmiş” bir “hak” söz konusu değildir. Sadece “sürecin sonunda” ortaya çıkacağı söylenen “haklar” söz konusudur.
Süreç sonunda alınacağı önsel olarak kabul edilen “haklar” ne ölçüde belirsizse, bunların “ne olduğu” ya da “ne olacağı” konusunda bir o kadar varsayım ve iddia vardır. Tüm bunlar da “görüşmeler elbette gizli olmalıdır” önkabulüyle birlikte ortaya çıkmaktadır.
Görüşmelerin (“müzakere”) ve varılan “mutabakatlar”ın “gizliliği” önsel olarak kabul edilince, “kazanımlar”dan söz etmek ve hatta “kazanım”ı “zafer kazanmak” olarak sunmak çok kolaylaşmaktadır. Bu da “ilgili kesimler” arasında umut, coşku ve iyimserlik yaratmaktadır.
Bugün, yani PKK “silahlı unsurları”nı “sınır dışına” çıkartmaya başladığı süreçte “kazanımlar”ın kesin olduğu ve sürecin devamında bunların ortaya konulacağı söylenmektedir. Elbette aynı söylem içinde, bu “kazanımlar”ın, AKP’nin yapacağı “yeni anayasa” ile “anayasal güvenceye” alınacağı da önsel olarak kabul edilmektedir.
Ve yine bugün, hemen herkesin bildiği ve kabul ettiği gibi, 2006’da başlayan “görüşmeler” ve “açılım süreci”, AKP iktidarının kararlaştırdığı bir girişim olmaktan daha çok, Amerikan emperyalizminin, çekildikten sonra Irak’a ilişkin istemlerinin bir ürünü olmuştur. Bugün iddia edildiği gibi, “T.C.” ile PKK arasındaki “savaş” bir “yenişememezlik” durumuna geldiği için “müzakerelere” başlanılmamıştır. Süreç ya da görüşmeler, “Apo”nun Kenya’dan getirilmesiyle birlikte başlamış, 2004-2006 arasında belli bir kesintiye uğramış ve nihayetinde 2006’dan itibaren AKP iktidarı ile (ya da PKK söylemiyle “devletle”) görüşmeler başlatılmıştır.
2006 yılı itibariyle, bir “yenişememezlik” ya da “güç dengesi” durumundan hiç kimse söz edemez. Bu yüzden son “İmralı süreci”nin böyle bir “denge durumu”nun sonucu olduğu şeklindeki yorumlar sadece manipülasyondan başka bir değere sahip değildir.
2006’da başlayan ve “Habur olayı” ile biten ilk “açılım süreci”nin ilk görüşmelerinin “T.C.” ile değil, Irak’taki Amerikan işgal güçlerinin “yetkililer”iyle Kandil’de başladığı da bir sır değildir. Daha da önemlisi Amerikan işgal güçlerinin PKK ile “diyaloğu” çok daha eskiye dayanmaktadır.
Burada Amerikan emperyalizminin girişiminin temelinde, geri çekilmelerinden sonra Irak’ın “geleceği”nin nasıl biçimleneceği yatmaktadır. Bu da, ağırlıklı olarak, Kuzey Irak’taki “Bölgesel Kürt Yönetimi”nin varlığını korumasını esas alır. “T.C.”nin devreye sokulduğu yer de burasıdır.
Amerikan emperyalizmi “T.C.”den, Kuzey Irak’taki “Bölgesel Kürt Yönetimi”ni korumasını ve kollamasını talep etmiştir. “T.C.”, devlet olarak, böyle bir talebe hiçbir zaman (popüler dilde söylersek) “sıcak” bakmamıştır. “Devlet”e göre, Kuzey Irak’taki “Kürt oluşumu”, gelecekte ilan edilecek “Bağımsız Kürdistan”ın çekirdeği durumundadır. Böyle bir Kürt devleti “T.C.” için bir “tehdit” olarak kabul edilmiştir.
Amerikan emperyalizminin talebi “devlet”in bir kesimi tarafından (bugün “Balyoz” davasında yargılanan askeri bürokrasi) böylesi bir “tehdit algısı”yla reddedilmiştir. 2004-2006 yıllarındaki kesintinin temel nedeni de bu tutum olmuştur.
2007 “e-muhtıra” olayı ve ardından gelen Ergenekon operasyonları askeri bürokrasinin direncinin kırılmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece Amerikan emperyalizmi Irak’tan çekilirken, kendisine kesinkes bağlı bir bölgenin varlığını güvenceye alabilmesinin koşulları ortaya çıkmıştır.
Bir kez daha vurgularsak, bu gelişmelerle, “T.C.” ile PKK arasındaki savaşın “yenişememe” durumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Doğrudan doğruya Amerikan emperyalizminin işgalini sona erdirdikten sonra Irak’ın geleceği sorununun bir ürünüdür.
AKP, bu sürece isteyerek ve gönüllü olarak katılmamıştır. Daha çok, Amerikan emperyalizminin “darbe” tehdidi ile katılmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Ne kadar zorunlu olarak bu sürece katılmışsa da, yine de süreçten en kârlı çıkmak için Amerikan emperyalizmi ile pazarlığı sürdürmüştür. Sonuçta, PKK ile yapılan görüşmeler ile AKP’nin Amerikan emperyalizmi ile yaptığı pazarlıklar birbirine paralel olarak gelişmiştir.
Süreç böylesine yalın ve görünür haldeyken “Habur olayı” ortaya çıkmıştır. Bu da “açılım” sürecini sona erdirmiştir.
Ardından gelen “Arap Baharı” Ortadoğu’daki güçler dengesini değiştirmiştir. Amerikan emperyalizmi “Arap Baharı”nın öylesine kolayca iktidar değişikliğine yol açtığını görmesiyle birlikte bir kez daha “Büyük Ortadoğu Projesi”ne geri dönmüştür.
AKP-Amerikan emperyalizmi arasındaki pazarlık (“müzakere”), her iki tarafın “ortak düşman” olarak gördüğü askeri bürokrasinin tasfiyesi noktasında “mutabakat”a ulaşırken, 2008 “mortgage krizi”nin yaratmış olduğu ekonomik sorunlar bu “mutabakat” da ağırlıklı bir yere sahip olmuştur. Böylece AKP-Amerikan emperyalizmi arasındaki “müzakereler”de ekonominin ağır basmasıyla birlikte, Kuzey Irak “sorunu” da ekonomik bir içeriğe sahip olmuştur. Barzani yönetimiyle yapılan “petrol anlaşması” bu evrilmenin bir ürünüdür.
Bu “müzakereler”de, şüphesiz PKK de belirleyici bir yere sahiptir. “T.C.”, hemen her durumda PKK’nin Kuzey Irak’taki “varlığını” “müzakere masası”na getirmiş ve Amerikan emperyalizminden PKK’nin tasfiye edilmesini talep etmiştir.
Amerikan emperyalizmi “T.C.”nin bu talebini ne reddetmiş, ne de kabul etmiştir. Her zaman değişik kesimlere karşı kullanabileceği bir “kozu” ya da “aracı” kaybetmek istememiştir. Bu nedenle “T.C.”yi oyalamıştır.
Ancak yapılan “müzakereler”de (“pazarlık”ta) belli bir “mutabakat” ortaya çıktıkça PKK konusu da yeni bir yöne evrilmeye başlamıştır.
Bugün herkesin bildiği ve PKK “yetkilileri” tarafından da kabul edilen gerçek, Amerikan emperyalizminin PKK ile uzun süredir “diyalog” içinde olduğudur. Bu öylesine bir gerçektir ki, M. Karayılan röportajlarında, PKK’nın “medya savunma alanları”na Amerikalıların “bile” “zorla gelmediklerini, barış ile geldiklerini” açıkça ifade ederken bu gerçeği dile getirmiştir. (Dijle Tv Genel Yayın Yönetmeni Hasan Sancar’la yaptığı röportaj, 29 Nisan 2013.)
Amerikan emperyalizminin PKK konusundaki yaklaşımı çok yönlü olmuştur.
Bir yandan “T.C.” ile sürdürdüğü “pazarlık”ta PKK bir “kırbaç” görevi görmüştür. “T.C.”nin ya da AKP iktidarının her ayak diretmesinde PKK “kırbacı” şaklatılmıştır. Tıpkı Ermeni sorununda ya da Kıbrıs sorununda olduğu gibi.
Öte yandan PKK, Amerikan emperyalizminin Türkiye, Irak, İran’da (daha sonra Suriye’de) bir “istikrarsızlık aracı” olarak kullanabileceği bir güç olarak görülmüştür. Amerikan emperyalizmi için asıl olan bu “destabilizasyon” gücünün kendi denetimi altında bulunmasıdır. PKK bu denetimin dışına çıktığı her durumda değişik biçimde ve değişik güçlerle “cezalandırılmış”, hızaya getirilmiştir. A. Öcalan’ın Kenya’dan getirilmesi ya da 2011’den itibaren “T.C”ye Irak’ta “sınır ötesi operasyon yapma” izni vermesi bu hizaya getirme girişimlerinin ürünü olmuştur.
PKK’nin (elbette “Apo”nun) makyavelizmi ve pragmatizmi, Amerikan emperyalizminin istediği yönde hareket etmesini sağlayan bir unsur olmuştur.
Amerikan emperyalizminin PKK karşısındaki tutumunun üçüncü bir ögesi ise Barzani yönetimidir.
Barzani yönetimi, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da, özellikle Suriye-Türkiye-İran üçgeninde temel müttefikidir. Ama aynı zamanda bu üçgende kullanabileceği bir “destabilizasyon” unsurudur. Her ne kadar son dönemde PKK böyle bir “destabilizasyon gücü” işlevini üstlenmişse de, Barzani yönetimi bölgede kalıcı bir unsur durumundadır. Bu nedenle Barzani yönetiminin varlığı ve korunması Amerikan emperyalizmi açısından belirleyici bir yere sahiptir.
“T.C.”, Barzani yönetimini “himaye” etmeyi kabul ettiği oranda “PKK sorunu” da belli bir “çözüme” doğru yöneltilmiştir.
“T.C.”, PKK’nin “devrimci halk savaşı” söylemiyle gerçekleştirdiği görece geniş çaplı saldırılarla “hizaya” getirilirken, PKK de “T.C.”nin “sınır ötesi harekatları”yla “hizaya” getirilmiştir. Böylece Amerikan emperyalizmi, bir yandan “T.C.”ye “İHA”larla, “predator”larla “anlık istihbarat” verirken, diğer yandan Kandil’e gönderdiği istihbarat elemanlarıyla PKK’nin tümüyle tasfiye edilmesini önlemiştir.
İşte bu ilişkiler içinde yürütülen PKK-AKP “müzakereleri”, bugün için Amerikan emperyalizminin istediği yönde gelişmektedir.
AKP, bu “müzakere süreci”yle kendi iktidarını pekiştirmeye çalışırken, PKK yeni “kazanımlar” peşinde koşmaktadır. Her ikisinin ortaklaştığı nokta, bunların “yeni bir anayasa” ile resmileştirilmesi ve meşrulaştırılmasıdır. Bu nedenle “yeni anayasa”ya büyük bir önem atfedilmektedir.
Gerçekte ise, AKP’nin de, Amerikan emperyalizminin de (ve dolayısıyla oligarşinin de) çok iyi bildiği gibi, yasalar ve anayasalar istenildiğinde kolayca değiştirilebilir. Özellikle belli bir “güç” tarafından korunmayan anayasalar her zaman kolayca değiştirilebilir. Bu nedenle de “anayasal değişiklikler” bir “kazanım” olarak kabul edilemez.
Burada söz konusu olan, (ekonomik dilde) “gelişmiş ülkeler” ya da kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ulusal devlete sahip ülkeler değildir. Bu tür ülkelerde egemen olan mali-oligarşi ile demokrasi arasında belli bir denge durumu mevcuttur. Mahir Çayan yoldaşın sözleriyle, “bu ülkelerdeki oligarşi, klasik burjuva demokrasisini ve özgürlüklerini belli ölçülerde sınırlayabilmekte fakat asla özüne dokunamamaktadır.” Bu nedenle, bu ülkelerde “anayasa”lar kolayca değiştirilemez.